Dönüş Yolunun Semereleri
Tâif’ten Ci’râne’ye doğru gelirken de güzergâh olarak Dehnâ, Karnü’l-Menâzil ve Nahle istikametini seçmişti. Her adımda yeni bir şey daha öğreniyor ve karşılaştıkları her bir mesele, onlar için din adına yeni bir uygulama anlamına geliyordu. Hayatın her alanında var olan Allah Resûlü’nü titizlikle takip eden ashâb, görüp duyduğu ayrıntıları iyi belliyor ve bu güzellikleri başkalarıyla da paylaşırken bunları kendisi için de vazgeçilmez birer esas olarak kabul ediyordu.
Yolda ilerlerken bir aralık ashâbdan Ebû Ruhm’un devesi, Efendiler Efendisi’nin bineğini sıkıştırmış ve ayağındaki sert çizmeler de Efendimiz’in baldırlarını incitmişti. Bunun üzerine Ebû Ruhm’a dönen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Ayaklarını çek, canımı acıtıyorsun, demiş ve elindeki kırbaçla Ebû Ruhm’a hafifçe dokunmuştu. Yüreği ağzına gelmişti Ebû Ruhm’un. Geçmiş/gelecek günahlarını düşünüyor, hakkında bir âyet ineceğinden korkuyordu.
Ci’râne’ye geldiklerinde, develeri otlatma sırası kendisinde olmadığı hâlde Ebû Ruhm, Efendimiz’i yolda incitmiş olmanın mahcubiyetiyle onları alacak ve otlatmaya çıkacaktı. Bu sırada Resûlullah’ın da kendisini aradığından haberi yoktu! Haber kendisine ulaştırıldığında korktuğunun başına geldiğini düşünerek daha da telaşlanacak ve yüreği bir kuş kalbi gibi titreyerek huzura gelecekti. Onu görür görmez Allah Resûlü:
– Sen Benim ayağımı incitmiş ve Ben de elimdeki kamçı ile sana vurarak canını yakmıştım. Benim o vurmama karşılık şu koyunları al, buyuracak ve Ebû Ruhm’a, kırbaçla hafifçe vurmasına karşılık seksen koyun verecekti. Rahat bir nefes almıştı Ebû Ruhm ve hiç beklemediği bir sırada beklenmedik bir ihsanla karşı karşıyaydı; hâlbuki o gün onun için Efendimiz’in kendisinden hoşnut olması, dünya ve içindekilerden daha sevimliydi.
Demek ki bir Müslüman, kul hakkı konusunda bu kadar duyarlı olmalı ve bir başkasının hakkına girdiği yerde, kardeşine hakkını helal ettirebilmek için hatırı sayılır bir gayret içerisine girmeliydi.
Yolculuk hâlâ devam ediyordu; tam da Ci’râne’ye yaklaştıkları sırada karşılarına birisi çıkmıştı. Ashâb onu, Allah Resûlü’ne yaklaştırmamak için ordudan uzaklaştırmaya çalışıyor, bir yandan da kim olduğunu soruyordu. Nihâyet Allah Resûlü’nün de duyabileceği şekilde sesini yükselten bu adam, parmak uçlarıyla tuttuğu bir mektubu havaya kaldırarak:
– Ben, Sürâka İbn Cü’şum’um; bu da mektubum,1 diye bağırmaya başladı. Bu sesi, Resûlullah da duymuştu ve:
– Bugün, vefa ve iyilik günüdür; onu Bana yaklaştırın, buyurdu. Yanına yaklaşan Sürâka, önce Allah Resûlü’ne selam verecek ve ardından da getirmiş olduğu zekat mallarını takdim edecekti. Bir aralık:
– Yâ Resûlallah, dedi. “Şâyet sahipsiz develer gelip de, benim kendi hayvanlarım için ayırdığım havuzumdan su içer ve istifade ederlerse, onların bu durumundan ben de mükâfat elde eder miyim?”
– Evet, buyurdu Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). “Susamış her ciğer sahibi canlıya su vermende sevap vardır!”
Dipnot:
- Hatırlanacağı üzere Hz. Sürâka, hicret sırasında başına konulan ödülü alabilme azmiyle Allah Resûlü’nü arkadan takip eden ve sonrasında Müslüman olarak geri dönen şahıstı ve elindeki mektubu da o gün Resûlullah’tan istemişti. Bkz. İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 5/373, Sîre, 4/691; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 5/389