Taif’ten Ci’râne’ye dönüş ve Hevâzin hey’eti

262

Allah Resûlü, Ci’râne’ye gelmişti. Altı bin esir, dört bin ukiyye gümüş, yirmi dört bin deve ve kırk binden fazla koyun hâlâ orada bekliyordu. Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), esirler ve ganimet malları konusundaki kararını özellikle geciktiriyordu; belli ki bildiği hususlar vardı!

Gerçekten de öyle oldu; Tâif’den ayrılalı on günden fazla zaman geçmişti ve bir gün, başlarında Züheyr İbn Surad olduğu hâlde on dört kişilik Hevâzin hey’etinin Ci’râne’ye doğru geldiği görüldü. Aralarında, Efendimiz’in süt amcası Ebû Bürkân da vardı; Müslüman olmuşlardı! Ardı arkası gelmeyen savaşlarla bir yere varılamayacağını anlamış ve Müslüman olarak Efendimiz’e hâllerini arz etmeye gelmişlerdi. Önce:

– Yâ Resûlallah, dediler. “Bizler, köklü ve asil bir topluluğuz; ancak başımıza gelen bela ve musîbeti, Sen de biliyorsun; bize iyilik edip ihsanda bulun ki Allah da Sana lütufta bulunsun!”

Maksat anlaşılmıştı; Allah Resûlü’nü can ü gönülden sevindiren bir manzaraydı bu! Dünya ve dünyada bulunan her şey O’na verilseydi bu kadar sevinmezdi! Ancak merak ettiği bir şey daha vardı ve sordu:

– Mâlik İbn Avf ne yapıyor?

Mâlik İbn Avf, Hevâzin halkını Huneyn vadisine döküp de başlarına bu musibeti getiren delikanlı kumandandı, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onu da unutmamıştı ve Hevâzin hey’etine durumunu soruyordu.

– Yâ Resûlallah, dediler. “O, Sakîflilerle birlikte kaçıp Tâif’e sığındı.”

Düşenin elinden tutmak gerekiyordu ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara:

– Gidip ona haber verin; şâyet Müslüman olarak o da Bana gelirse, mallarıyla çoluk çocuğunu ona iade eder ve üzerine de yüz deve veririm, buyurdu. Zira O (sallallahu aleyhi ve sellem), Mâlik İbn Avf’ın ailesini Mekke’ye göndermiş, özel ilgi gösterilmesi için halası Ümmü Abdillah Binti Ebî Ümeyye’nin yanında tutuyordu! Efendimiz’in niyetindeki samimiyeti gören Hevâzin hey’eti:

– Yâ Resûlallah, dediler. “Onlar, bizim efendilerimiz ve en çok sevdiğimiz kimselerdir!”

– Zaten Ben de onlar için hayır murat etmekteyim, buyurdu Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem).

Ashâb-ı kirâm hazretleri, gelişmeleri taaccüple seyrediyorlardı! Demek ki bugüne kadar Efendimiz’in, meseleyi ağırdan almasının ve Hevâzin’de elde edilen esir ve ganimet konusunda aceleden karar vermemesinin altında, kendilerinin muttali olamadığı bazı gerçekler vardı. Efendimiz’in onlara şefkatle muamele edeceği, daha esirlere pamuk ve ketenden imal edilmiş elbiseler dağıtıp da onları giydirmesinden belliydi. Şimdi ise, daha birkaç hafta öncesine kadar kendilerine karşı kılıç sallayan adamlar, özgür iradeleriyle gelmiş, Müslüman olduklarını ifade ediyorlardı! Bu arada, söz alan liderleri şair Züheyr İbn Surad Efendimiz’e dönmüş:

– Yâ Resûlallah, diyordu. “Şu anda burada bulunan esirlerin bir kısmı, Senin süt teyzelerin, süt halaların ve Seni emzirip büyüten bakıcılarındır. Şâyet biz, Şam kralı Hars İbn Ebî Şimr veya Irak kralı Nu’mân İbn Münzir’i emzirmiş olsaydık da şu an Seninle olan münasebetimiz onlarla ilgili olarak başımıza gelmiş olsaydı bizler, onlardan şefaat ve ihsan bekler, içinde bulunduğumuz sıkıntılardan kurtulmayı umardık; hâlbuki Sen, yâ Resûlallah, bakılıp büyütülenlerin en hayırlısısın; bize ihsanda bulun!”

Efendimiz’in huzurunda bunları söyleyen şair Züheyr, daha sonra şiirindeki güce sarılacak ve maksadını bir de şiirinin diliyle ifade edecekti! Zaten bu, Allah Resûlü’nün beklediği bir gelişmeydi ve önce:

– Benim ve Abdulmuttaliboğullarının payına düşen ne varsa hepsi sizindir, buyurdu. Ashâbına bir konuda daha öncülük yapacak ve kendi iradeleriyle haklarından vazgeçmeleri adına ilk adımı yine kendisi atacak ve yine onlara yol gösterecekti; zira bunu duyup gören Kureyş de:

– Bizim payımıza düşenler de Allah ve Resûlü’ne aittir, diyor ve haklarından feragat ettiklerini ilan ediyordu. Bu tabloyu gören Efendiler Efendisi onlara:

– Hangisini tercih edersiniz, diye sordu. “Benim için en sevimli olan şey, sözün en doğru olanıdır; Sizin için kadınlarınızla çocuklarınız mı, yoksa mallarınız mı daha kıymetlidir? İkisinden birini tercih edin! Zaten Ben de, sizin geleceğinizi bekleyerek onların taksimini geciktirmiştim!”

Savaş meydanında kaybettiklerinin tamamını geri alamayacaklarını ve onlardan birini tercih etmek zorunda olduklarını gören Hevâzin hey’eti:

– Yâ Resûlallah, dedi. “Görüyoruz ki Sen, ailelerimizle mallarımız arasında bizi muhayyer bırakıyorsun; bizler için çocuklarımızla kadınlarımız elbette daha önceliklidir ve Seninle, develer ve koyunlar hakkında konuşup ısrar edecek değiliz!”

Efendiler Efendisi için bunlar sürpriz değildi ve:

– İnsanlara namaz kıldırdıktan sonra sizler yanıma gelin ve herkesin huzurunda Müslüman olduğunuzu ilan edin ve “Bizler, sizin din kardeşleriniziz; çocuklarımız ve kadınlarımız konusunda Resûlullah’ı şefaatçi kılarak Müslümanlardan ve Müslümanları da araya koyarak Resûlullah’tan şefaatçi olmalarını diliyoruz!” deyin! O zaman Ben, kendi hissemi size bağışladığım gibi insanların da hisselerini bağışlamalarını talep ederim, diyerek onlara yol gösterecekti. Ayrıca onlara, kelime-i tevhidi nasıl söyleyip de şehadet getirecekleri ve namazdan sonra insanlarla nasıl konuşmaları gerektiği konusunda taktikler veriyordu!

Derken öğle namazı kılınmış ve sıra, Efendimiz’in talim buyurduğu stratejinin uygulanmasına gelmişti; konuşmak için ayağa kalkmış, izin istiyorlardı! İzin verilir verilmez de, hatiplerini ileri sürerek Efendimiz’in kendilerine talim buyurduğu şekilde maksatlarını ifade etmeye başladılar. Etkili bir şekilde ashâba dönmüş, esirlerinin geri verilmesini talep ediyorlardı! Herkesin gözü önünde yeni bir sayfa daha aralanıyordu ve onların bu konuşmalarının üzerine, şefkat nebisi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) insanlara döndü; önce Allah’a hamd edip O’nu noksan sıfatlardan tenzih edip tebcil ettikten sonra:

– Şüphesiz ki onlar, sizin kardeşlerinizdir; tevbe etmiş olarak buraya yanımıza gelmişlerdir, diye başladı sözlerine. “Kuşkusuz Ben, kendi payıma düşen esirleri kendilerine iade etmenin uygun olduğunu düşünüyorum; sizden her kim de, gönlünden gelerek böyle yapmayı uygun görürse aynısını yapsın! Her kim de, Allah’ın bize ihsan edeceği ilk ganimetlerden kendisine vereceğimiz âna kadar kendi payına düşeni elinde tutmak isterse, o da öyle yapsın!”

Ashâb-ı kirâm hazretleri, anlayış itibariyle de ferasetli insanlardı ve Efendiler Efendisi’nin bu ifadelerindeki inceliği çoktan kavramışlardı; esirleri serbest bırakmak istiyordu! Onun için hep bir ağızdan:

– Bu, bizim de hoşumuza gider yâ Resûlallah, diye seslenmeye başladılar; haklarından kendi iradeleriyle vazgeçiyorlardı!

Ancak Sultan-ı Rusül Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bu kabulün sadece mescitte bulunanlarla sınırlı kalmasını da istemiyor, toplumun bütününe mâl etmeyi arzu ediyordu. Onun için:

– Şu anda biz, sizden hanginizin izin verip hanginizin vermediğini tam olarak bilemeyiz; en iyisi mi siz evlerinize dönün ve meseleyi aranızda yeniden görüşün. Sonra sözcüleriniz gelerek durumu bize haber versin, buyurdu.

Çok geçmeden Ensâr ve Muhâcirînin temsilcileri Efendimiz’in huzuruna gelmiş ve:

– Bizim hakkımız, Allah ve Resûlü için helâl olsun, diyor ve herkesin bu teklifi kabul ettiğinin müjdesini bildiriyorlardı.

O gün ashâb-ı kirâm içinde bu teklifi kabul etmeyen Benî Teym’in sözcüsü Akra’ İbn Hâbis, Benî Fezâra’nın lideri Uyeyne İbn Hısn ve Benî Süleym’in temsilcisi Abbâs İbn Mirdâs’tan başka kimse kalmamıştı. Bunlar, kendi haklarına düşen esirleri bırakmayacaklarını söylüyor ve kabilelerinin de aynı şekilde hareket edeceklerini ifade ediyorlardı! Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara, serbest bırakacakları her bir esir için, ilk ganimet malından verilmek üzere altı deve vadedince Uyeyne İbn Hısn dışındakiler de buna razı olacaktı; ancak Uyeyne, buna da yanaşmıyordu! Bu anlamsız ısrar ve dünya malı elde etme hırsı karşısında Sultanlar Sultanı, Uyeyne’yi kastederek:

– Allah’ım! Onun hissesine düşeni azalt, diye dua edecekti.

Teklifleri bir bir reddeden Uyeyne, esirlerin arasına girecek ve zengin bir kabilenin annesi olduğunu sanarak yaşlı bir kadını kendisine tercih edecekti; maksadı, onu geri almaya gelenlerden büyük miktarda para kazanmaktı! Ancak o, aşırı hırsının kurbanı olacak ve ne aldığı bu esirden ne de esiri hürriyete kavuşturmak için yanına gelenlerden beş kuruş bedel alacaktı!

Diğer tarafta ise, Hevâzin hey’eti Allah Resûlü’nün haberini liderleri Mâlik İbn Avf’a ulaştırmış ve onun da gelerek bu emniyetten istifade etmesi gerektiğini bildirmişlerdi. Mâlik’i bir endişe kaplamıştı; Müslüman olarak geldiği takdirde ailesiyle mal ve mülkünün kendisine geri verileceğini, Sakîflilerin de duyacağından ve kaçmaması için kendisini kaleye hapsedeceklerinden endişe ediyordu! Kimseye hissettirmeden bir deve hazırlatarak Dehnâ’ya gönderdi; deveyle gönderdiği köleye, kendisi gelinceye kadar orada beklemesini söylüyordu! Kendisi de, gecenin bir vakti kalkıp bir ata bindi ve doğruca Dehnâ’nın yolunu tuttu; Mâlik İbn Avf’ın çıkıp gittiğini kimse fark etmemişti! Dehnâ’ya gelip de devesine binen Mâlik’in hedefi Ci’râne idi ve doğruca Allah Resûlü’nün yanına geldi; mahcuptu ama gerçek saadete şimdi adım attığının farkındaydı. Onun gelişine sevinen Allah Resûlü de, vadettiği gibi ailesiyle mal ve mülkünü kendisine iade etmiş ve üzerine de yüz deve vermişti! Bu cömertlik ve candan misafirperverlik karşısında şiirle duygularını dile getirmeye çalışan Mâlik İbn Avf, yeryüzünde Efendimiz gibi hayırlı ve cömert birisini hiç görmediğinden bahsedecek ve Efendimiz’in yarın olacaklardan tek tek haber verdiğini anlatmaya çalışacaktı.

Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), Ci’rane’de bulunduğu sıralarda üst üste sürprizler yaşıyordu; zira yine burada olduğu günlerden birinde, yanına bir zamanlar kendisini alıp da Benî Sa’d yurduna götüren süt annesi Halîme-i Sa’diye ile kocası Hâris İbn Abdiluzzâ, yanlarında Efendimiz’in süt kardeşi Abdullah olduğu hâlde çıkagelmişlerdi. Efendiler Efendisi’ni duygulandıran bir buluşmaydı bu ve hemen üzerindeki cübbeyi çıkarıp bir ucunu süt annesine, diğerini de Hâris İbn Abdiluzzâ’ya uzatıp sergi niyetine üzerine oturmalarını isteyecekti. Süt kardeşi Abdullah’ı ise önündeki bir mekâna oturtmuştu.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.