Allah-Kâinat-İnsan ve Nübüvvet

704

Varlık ve hâdiseleri iyi okuyup isabetli yorumlayarak insan, kâinat ve ulûhiyet hakikati arasındaki dengeyi koruma, peygamberlerin en önemli derinliklerinden biridir ve en aşkın yanlarıdır. Evet varlığın bir “küll” hâlinde duyulup sezilmesi, eşyanın birbirinin modeli olarak umumî şekildeki tecellisi ve mevcudat çapındaki “evrensel” vahdet kanunlarının tam kavranması sadece enbiyâ-yı izâm’a müyesser olmuştur.. ve onların, hususiyle de Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi ekmelüttehâyâ) en bâhir bir mucizesidir.

Günümüzde insanoğlu, onca ilmî inkişaf ve teknolojik gelişmelere rağmen, insan, kâinat ve maverâ-i tabiatla (tabiat ötesi âlemlerle) alâkalı hakikatleri hâlâ heceleyedursun, peygamberler, o fevkalâde donanımları, Hak nezdindeki özel konumları ve sürekli ötelerden bilgilendirilmeleri sayesinde, kimisi icmâlen, kimisi de tafsîlen, hem de binlerce yıl önce bu konular üzerinde ciddî ciddî durmuş ve her şeyi Sahibine bağlama çerçevesinde, söylenmesi gerekli olanların hemen bütününü ümmetlerine duyurmuşlardır.

Peygamberler, şimdilerde oldukça yaygın olan ilmî araştırma yolları ve tecrübî metotlarla bu hakikatlere ulaşmadılar; onlar, bu ilim ve mârifete insanoğlunun idrak ufkunu çok çok aşkın akıl, his, şuur ve idrak mükemmeliyetlerinin yanında, kalblerinin vüs’ati ve Allah’la özel münasebetleri sayesinde ulaştılar; ulaştı ve bütün varlığın kâhir bir kudretin tasarrufunda bulunduğunu gördü.. her yerde ve her şeyde hâkim bir ilim ve iradenin vahdetini temâşâ etti.. her nesne ve her hâdisenin çehresinde Hazreti Vâhid u Ehad’i haykıran şahid, emare ve işaretleri okuyup yorumladı; sonra da duyguda, düşüncede, inançta birer tevhid dellâlı olduklarını ortaya koydular. Onların, yüzlerce-binlerce yıl önce haber verdikleri insan-kâinat-ulûhiyet hakikati ile alâkalı konularda bilimin, henüz kayda değer bir tespitte bulunmuş olduğunu söylemek oldukça zordur. Şöyle ki ilim, pek çok mevzuda hâlâ bir emekleme yaşamakta ve bugün doğru dediklerini yarın tashihe tâbi tutmakta, muhakkak yanılmalarını yine muhtemel yanlışlarla düzeltmeye çalışmakta, dahası sürekli kendi kendini sorgulamakta, nisbî doğrularını değişik faraziyelerle sıyanet etmekte ve bir türlü cüz’iyatı tahlil sınırları dışına çıkamamaktadır. Diyebiliriz ki bugüne kadar o, yukarıdaki konularla alâkalı değiştirme mecburiyetini duymadığı tek bir hüküm ortaya koyamamış ve hiçbir zaman mutlak hakikati ifadeye muvaffak olamamıştır. Onun bulup tespit ettiği şeyler yoldakilere sırf bir zâd u zahîre ve araştırmacılara da birer avans türünden şeylerdir.

Şunu da hemen arz etmeliyim ki, bunları ifadeden maksadımız, ne bilimi ve onun ürünlerini hafife alma ne de ilmî araştırmaların kayda değer bir şey olmadığını vurgulamadır. Aksine, bize göre bilim de, onun ürünleri de çok önemli ve saygı duyulması gerekli olan bir değerler mecmuasıdır; dolayısıyla da, mutlaka takdirle karşılanmalıdır. Bizim maksadımız, insan, varlık ve yaratılış hakikatini ifadede en doğru, en mükemmel, en muhît ve yanıltmayan, ama günümüzde hep gözardı edilen önemli bir bilgi kaynağını hatırlatmaya mâtuftur. İşte bu kaynak, geçmişte tahrife uğramış bazı kitaplar müstesna, her zaman taze kalabilmiş nübüvvet kaynağıdır. Şimdilerde modern ilimler, bir kısım küllî görüş ve genel değerlendirmelere bağlayarak varlık ve hâdiselerdeki düzen, ahenk ve işleyişle alâkalı önemli şeyler keşfedip ortaya koymuş olabilirler. Biz bunların bütününü takdirle karşılarız; ama, çağın en ileri teknolojilerini kullanarak ulaşılan bu bilgi ve yorumları, icmâlen dahi olsa, bir kısım özel donanımlı kimseler, hem de çok erken bir dönemde ortaya atmışlar ve bazı ilim çevreleri de bunlara karşı lâkayt kalmış veya kadirnâşinas davranmışsa; işte o zaman biz, edebimiz çerçevesinde böylelerine karşı sesimizi yükseltir ve mutlaka doğru bildiklerimizi haykırırız.

Evet, bugün modern bilimlerin ortaya koyduğu nice gerçekler var ki, çok önceleri, icmâlî birer fezleke hâlinde de olsa, peygamberler, bunların hemen hepsini vahye açık o engin ledünniyâtlarına ve müstesna fetanet derinliklerine dayanarak küllî (bütüncül) bir nazarla, değişik şekillerde ortaya koymuşlardı. Günümüzün, modern laboratuvarları ve çok ileri teknolojilerle çalışan araştırma merkezleri, onların ortaya koydukları gerçeklerin neresinde bulunurlarsa bulunsunlar, hâlâ bugün milyonlarca insan her şeyi onların mesaj ve yorumları çerçevesinde değerlendiriyor; hususiyle de insan-kâinat-Allah konusunda bilâkayd u şart onları takip ediyor ve onların arkasından gidiyor. Buna mukabil, bilim ve felsefe adına ortaya atılan en yeni faraziyeler ise, her gün farklı bir kısım nazariyelerle yer değiştiriyor; yani şimdilerin ilim adamları dünkü meslektaşlarını sorguluyor ve tabiî bu arada yıkılmaz ve sarsılmaz gibi görülen pek çok hipotez yerlerini bir bir daha farklı görüşlere bırakıyor ve bilim adına başlarda gezen en sağlam tespitler birer birer geldikleri gibi birer birer de yıkılıp gidiyorlar. Nebilerin getirdikleri gerçekler ise –bir kısım dar idrakli müntesiplerin tâli’siz yorumları müstesna– her zaman müracaat edilegelen sabit esaslar olarak dünkü kıymetlerini şimdilerde dahi devam ettiriyorlar; devam ettiriyorlar çünkü, onların ortaya koydukları esaslar bütünüyle varlığı bir meşher gibi tanzim eden, bir kitap gibi yazan, bir saray gibi düzenleyen Yüceler Yücesi bir Zât’ın mesajlarına dayanıyor.

Bu sebepledir ki, insan, varlık ve Yaratıcı hakkında bilgilendirme vazifesi, söz söyleme salâhiyeti, özel donanımlı ve Kudreti Sonsuz’la hususî münasebetleri bulunan bu zatlara bırakılmalı ve varlığın perde önü, perde arkası mânâ ve mahiyetiyle alâkalı açıklamaları da sadece onlar yapmalıdırlar.

Hiç şüphesiz bu zatların en önemli vazifelerinden biri de, kâinat ve hâdiselerle, insan hayatı ve onun davranışları arasındaki münasebeti, ahengi ve bu ahengin bağlı bulunduğu biricik kuvvet kaynağı Zât’ı ve insanların o Zât’a karşı sorumluluklarını tayin ve tespit edip ortaya koymaktır. Evet, bütün varlığın, hususiyle de insanoğlunun nereden gelip nereye gittiğini/gideceğini, neden geldiğini, neden gittiğini en doğru şekilde ve inandırıcı bir üslûpla sadece onlar ifade edebilmişlerdir.

Bu itibarladır ki bizler, dünyaya gönderilişimizdeki gâye ve hikmeti, yürüdüğümüz yolda uymamız gerekli olan yol kurallarını ve bu yolculuğun sonuyla alâkalı en sağlam bilgileri sadece ve sadece Hak Elçileri’nin sundukları mesajlarda arama mecburiyetindeyiz. Bunu yapabildiğimiz takdirde, o genişlerden geniş kâinat dairesinin işleyişini, varlığın perde arkası ve muhtevâsını, yeryüzündeki bu baş döndürücü gelip gitmelerin gâye ve hedefini tam kavrayabilir, duyguda, düşüncede huzur, esenlik ve selâmete ermiş oluruz; varlığın içini-dışını, önünü-arkasını bilip değerlendirmeye bağlı bir esenlik ve selâmete.. kâinatın önemli bir parçası olarak yeryüzündeki konumumuzu kavrayıp eşya ve hâdiselerin tâbi bulunduğu umumî ahenge uyma selâmetine.. dünyevî ve uhrevî mutluluğumuzun zemin ve sebeplerini hazırlayan Zât’a yönelme ve bağlanma selâmetine.. ebediyet arzularımızın yerine getirileceği inancıyla hiçbir zaman inkisar yaşamama selâmetine…

İnsan olarak bize bahşedilen bütün bilgi yolları, bilgi vasıtaları belli ve sınırlıdır. Böyle sınırlı imkânlarla elde edeceğimiz bilginin mahdut olduğu/olacağı da açıktır. Zannediyorum, bu ölçüdeki bilgi ve mârifetle değil yaratılışımızın gâyesini, dünyada bulunuşumuzun hikmetini ve kâinatla münasebetlerimizin temel esprisini idrak etmek; yeryüzündeki genel ahengi ve ekosistemin ruhunu kavramamız dahi mümkün değildir. Oysaki insan, kendi hayatını, varlık içindeki konumuna göre düzenleyip yaşama mecburiyetinde olduğu gibi, bütün varlığa hâkim görünen “nizam-ı âlem” kanunlarına ve yaratılış seviyesinin gereği bir kısım ulvî gayelere göre tanzim etme sorumluluğunu da taşımaktadır. Eğer o, bu çok inişli-çıkışlı, rampalı-virajlı ve bir hayli de belirsiz yanları bulunan hayat yolculuğunda, kendi için meçhul bir seyahatin dününü-bugününü, önünü-arkasını iyi bilen bir rehbere teslim olmazsa çok yanılır ve ciddî sıkıntılara maruz kalır; ihtimal hiçbir zaman da yaratılışıyla hedeflenen gâyeye ulaşamaz.

Evet, yürüdüğümüz bu hayat yolunu ve yolculuk süresince karşılaşmamız muhtemel sürprizleri hiçbir zaman tam kestiremeyen bizler; eğer insanoğlunu ötelerden alıp buraya getiren, buradan da başka bir diyara sevk eden o çok merhametli Yaratıcı’nın elçi ve rehberlerine uymazsak dökülüp yollarda kalır, zikzaklar çizmeden kurtulamaz, varlık kitabını doğru okuyamaz, bu kâinat meşherini bereketlendirici bir nazarla temâşâ edemez, dünya sarayının mânâ, muhteva ve içyüzündeki esrârı kavrayamaz; dahası, her biri başlı başına birer kudret harikası olan eşya ve hâdiseleri, hâdiselerin farklı tezâhürlerini bir kısım tabiat kanunlarına bağlayarak bütün o fevkalâdelikleri alelâde şeyler gibi görmeye başlar ve kendi ufkumuzu karartmış oluruz.

Hak rehberleri ve onlara uyan tâli’lilerdir ki, her zaman varlık ve hâdiseleri doğru okumuş, şekil ve sureti aşarak her şeyin ruhuna yürümüş; maddede mânâyı görüp, müşâhede ettikleri her şeyin özüne nüfuzla her nesnenin zâhirî ve dış yüzü yanında içini ve özünü de mütalaa edebilmişlerdir. Değişik bir ifadeyle onlar varlığı yorumlamalarında, sürekli muhtevayı öne çıkarmış ve her eserde, müessiri gösteren değişik tecelli dalga boyundaki şualardan mesajlar almışlardır. Ayrıca, bu ruhî seyahat ve tefekkür yolculuğunu Yüce Yaratıcı’ya bağlı götürdüklerinden, elde ettikleri bütün bilgi parçacıklarını mârifete çevirip, erdikleri irfan ufku seviyesine göre Hazreti Mâruf’la sımsıkı bir kalbî alâka ve münasebete geçmiş ve bu cennet-âsâ atmosferde her şeye yetebilecek bir ünsiyete ulaşarak kendilerini her lâhza derin bir muhabbet ve zevk-i ruhânî çağlayanında hissetme heyecanıyla O’na yürümüşlerdir.

Evet, bu kutluların varlığa, varlık ötesine bakışları çok farklıdır; onlar her şeyi basiretlerinin aydınlığında temâşâ eder; eşya ve hâdiseleri Yaratıcı Kudret’in vaz’ettiği çerçevede değerlendirir; neyin ne olduğunu, onun hakikat-ı nefsü’l-emriyesi (her nesnenin hakikati) açısından ele alır; cüz-küll bütün varlığı yorumlamada her şeyin birbiriyle muvazenesini, tenâsübünü, Hâlık’la münasebetini gözetir ve kat’iyen iç çelişkiye düşmezler. Bu itibarla da denebilir ki, dünden bugüne insan, kâinat ve ulûhiyet hakikati konusunda, doğru görmek, doğru düşünmek ve doğru ifade etmek sadece onlara müyesser olmuştur: Tevhidi, bütün gerek ve lâzımlarıyla sadece onlar seslendirebilmiş, esmâ-i ilâhiye, sıfât-ı sübhâniye, şuûnât-ı zâtiye ile Zât-ı Ulûhiyet arasındaki en sağlam muvazeneyi de ancak onlar kurabilmişlerdir.. evet, ulûhiyet ve rubûbiyet dairelerine ait hususiyetler, aynı menbaın farklı tecellileri olarak en doğru şekilde yine sadece onlar tarafından ifade edilebilmiştir.

Eğer irade-i ilâhiyenin peygamber gönderme gibi ihsan buudlu böyle bir tecellisi olmasaydı, en velûd dimağlar dahi asırlar ve asırlar boyu onca gayret ve himmetlerine rağmen kat’iyen böyle bir sonuç elde edemezlerdi; zaten edemedikleri de meydanda… Önümüzdeki günlerde bilimlerin daha bir inkişafı ve bir kısım farklı bakış açılarının gelişmesi sayesinde onların şimdiki yorumları değişir mi, değişmez mi onu kestiremeyeceğim ama, hiçbir şeyin bugünkü haliyle sürüp gitmeyeceği açıktır. Keşke, bugüne kadar büyük ölçüde şaşkınlık yaşayan insanoğlu, varlığın hakikati ve ötesi gibi beşerî idraki aşan derin konularda biraz da ilâhî mesajlara ve peygamberlerin yorumlarına yönelerek, şimdiye kadar içinde bocalayıp durduğu yanıltıcı bilgilerin sisli-dumanlı atmosferinden sıyrılıp peygamberâne ilhamların esip durduğu semavîliklere açılabilseydi.! İhtimal, işte o zaman, varlığın hakikatini, kâinat içindeki kendi konum ve sorumluluğunu, eşyâ ve hâdiselerin perde arkasını, eşyânın birbiriyle münasebetini, tekvinî emirler arasındaki umumî tenasüp ve genel ahengi daha net görecek, daha iyi anlayacak; anlayacak ve bir taraftan Yaratıcısıyla münasebete geçme vetiresi yaşarken, diğer yandan da, kâinat çapındaki umumî nizama zıt tavırlar almayacak ve hiçbir zaman varlıkla müsâdeme yaşamayacaktı. Ne var ki insanoğlu, hususiyle de günümüzdeki bir kısım âsî ruhlar bu genel yönelişi gerçekleştiremedi ve çok defa Allah’a başkaldırmanın yanında, eşyâ ve hâdiselere karşı da sürekli çelişki yaşadı; yaşadı ve bir türlü ızdıraptan kurtulamadılar. Kurtulamazlardı da; zira onlara bahşedilen bilgi vasıtaları sınırlı, sahip oldukları imkânlar da, karşılarına çıkacak problemleri çözmeye yeterli değildi. Onlar, ilmin sebepleri de diyebileceğimiz, ellerindeki vasıta ve imkânlarla varlığın çok az bir kısmını –o da sürekli yanılma ve tashih etme çerçevesinde– ancak keşfedebilirlerdi ve öyle de oldu.

Oysaki insan, kendini kuşatan bütün kâinatlara, içinde yaşadığı dünyaya, ekosisteme, umum eşyanın birbiriyle mü­nasebetlerine kendi ufkunun darlığı, bilgisinin sınırlılığı, düşüncelerinin değişkenliği çerçevesinde değil; kâinatın vüs’a­ti, hâdiselerin iç içeliği; sonra kendi arzu, istek ve emellerinin genişliğine göre bakmalıydı; bakmalıydı ki, yaşadığı hayatta, yürüdüğü yolda ve yolun sonu itibarıyla da tabiatının gereği beklentileriyle alâkalı ümitlerinde herhangi bir inkisara düşmesin. Ama o, yığın yığın inkisar yaşadı, yaşıyor; yürüdüğü yol ve kendi akıbetine karşı lâkayt kaldığı sürece de bu kırılıp dökülmelerden kurtulamayacaktır.

Evet, ruhlar âleminden kalkıp dünyaya, oradan berzaha ve berzahtan da ebediyete yürüyen insanoğlunun, bu upuzun ve her bölümüyle ayrı bir hususiyet arz eden yolculuğunu şa­şırmadan, sarsılmadan, paniklemeden ve herhangi bir endişeye kapılmadan emniyet ve güven içinde devam ettirebilmesi, insanüstü, hatta zaman ve mekânüstü bir mârifet ister. Hâlbu­ki o, çok defa, iyi bildiğini iddia ettiği şu âlemde dahi, iki adım ötede nelerle karşılaşacağından habersiz âcizlerden âciz bir zavallıdır.. ve böyle birinin ciddî bir program ve plan isteyen bu upuzun yolu kat’edip gönlünce bir noktaya ulaşmasıysa tamamen imkânsızdır. Evet, yolculuk uzunlardan uzun, konulup kalkılan menziller oldukça fazla, geçilecek yollarda ise bir hayli aşılmaz tepeler ve azgın dereler var. Bu kadar problemli bir yolun aşılıp gerçek menzile ulaşılması için yol âdâb ve erkânını bilen rehberlere ihtiyaç olduğu izahtan vârestedir.

İşte tarih boyu peşi peşine gelen bütün nebiler böyle bir rehberlik misyonuyla gelmiş; insanlığın geçeceği yollara ışıklar saçmış; yoldakilerin gözlerinden perdeyi kaldırmış; Allah, kâinat ve eşyânın hakikati adına arkalarındakilerin ufuklarını aydınlatmış ve onları yalnızlık tasasından, kederinden ve akıbetleri itibarıyla da belirsizlik endişelerinden kurtarmışlardır.

İlk insan ve ilk nebiden itibaren her nübüvvet hareketi temel konularda müşterek bir yol takip etmiş: sürekli, tevhid, haşr ü neşir, peygamberlik, kulluk ve adalet gibi esasları nazara vermiş; füruata ait meselelerde de zaman, umumî şartlar ve insanlığın ulaşabildiği seviyeye bağlı irşad, tembih ve değişik ikazlar televvünüyle yoluna devam etmiş; etmiş ve müntesiplerine hep yüksek hedefler göstermiştir. Böylece her zaman dinî hayatta temel konular açısından hep aynı çizgi takip edilmiş, onlara nispeten teferruat sayılan mevzularda ise, belli ölçüde bir kısım farklılıklar yaşanagelmiştir ki, aslında bunun böyle olmasında da zaruret vardır.

Kur’ân, rüşdünü idrak etmiş insanlığa son mesaj ve son çağrıdır. En son gelen bu ilâhî risalet, bütün dinlerde aynı olan değişmez muhkem esasları hatırlatmanın yanında, inkişaf buudlu füruattaki emirleriyle de, bütün zaman ve mekânların ihtiyacını karşılama vaadiyle gelmiş ve dinî düşünceye son noktayı koymuştur. Bundan sonra artık insanlık, bu son mesajın ışığı altında yoluna devam edecek; gelişme ve değişme enerjisini bu yeni nizama bağlı kullanacak ve mutlak hakikate ulaşma cehdini de onun vesâyeti altında gerçekleştirmeye çalışacaktır.

Evet, artık bundan sonraki çağlar Kur’ân çağı ve bundan sonraki devran da İnsanlığın İftihar Tablosu’nun devranıdır. Kulak verilecek mesaj O’nun mesajı ve önümüzdeki upuzun yollarda hep par par yanacak çerağ da O’nun çerağıdır. Evet, şimdi ferman her şeyi halis tevhide ircâ eden bu En Büyük Muvahhid’de…

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.