Uhud’dan ayrılış ve Medine’nin sabrı
Uhud’dan Ayrılış
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) o gün, kendisinden önce Medine’ye elçi olarak gönderdiği Mus’ab İbn Umeyr’in yanına da gelecekti. Mus’ab, Allah davası uğruna kol ve kanadını feda etmiş olmasına rağmen, arkada Resûlullah’ı yalnız bırakıp da gidiyor veya O’na uzanacak bir elin önüne geçip de engelleyemeyecek olmanın hacaletiyle yüzünü saklamaya çalışmış Uhud’da yatıyordu. Şefkat ve merhametle uzun uzun süzdü onu. Ardından:
– Müminlerden öyle yiğitler vardır ki Allah’a verdikleri sözü yerine getirip sadakatlerini ispat ettiler. Onlardan kimi, üzerine düşeni eda edip yiğitçe gitti, kimi de o ânı intizar etmekteler. Onlar, verdikleri sözde zerre miktar inhiraf yaşamadılar,1 meâlindeki âyeti okudu.
Uhud’un sancaktarı Hz. Mus’ab’ı örtecek kefen bulunamıyordu. Meşakkatli günlerin yükünü omzunda buraya kadar taşımıştı ama bugün, nimetlerinden istifade etmeden ukbaya yürüyordu. Durumdan Allah Resûlü’nü haberdar ettiklerinde:
– Üzerindekilerle baş kısmını örtün ve ayaklarına da izhir otundan koyun, buyurdu. Denilenler yerine getirilince onun başucunda durarak Hz. Mus’ab’ın yarı ot yarı hırka kefenine uzun uzadıya baktı ve dudaklarından şu cümleler döküldü:
– Seni Mekke’de ilk gördüğümde, üzerinde ne paha biçilmez kıymetli elbiseler vardı. Senden daha güzel giyinen yoktu Mekke’de!.. Şimdi ise sen, saçların dağılmış ve sadece eski bir hırkanın içinde, başın bile dışarıda, açıkta yatıyorsun!
Sonra da Uhud meydanına döndü. Bu seferki hitabı, Mus’ab dâhil bütün şehitlere idi. Allah için bedenini ortaya koyanlara Allah’ın Resûlü şehâdette bulunuyordu:
– Allah’ın Resûlü şehâdet ediyor ki, kıyamet gününde sizler, Allah katında da şehitlersiniz.
Herkesin üzerine düşen bir şeyler vardı ve Allah Resûlü’nün, arkada kalanlara da diyecekleri olacaktı. Döndü ve herkesin kulağına küpe olacak şu cümleleri söylemeye başladı:
– Ey insanlar! Onları ziyaret edin ve gelin buralara!.. Onlara selâm verin. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin olsun ki bunlar, kıyamet gününe kadar kendilerine selam veren her bir Müslüman’ın selamını alır ve onlara bu selamı iade ederler.
Belli ki ashâbdan bazıları mahcubiyet yaşıyordu; zira Uhud’a çıkıp savaşmayı onlar istemiş ve bu sebeple Uhud’da yetmiş tane arkadaşlarını bırakmışlardı. O, Resûlullah’tı ve diyeceği her şeyi daha baştan kabullenmiş görünüyorlardı. Ancak Allah Resûlü, onlara en küçük bir imada bile bulunmadı ve asla öncesine dönüp de, “Ben size dememiş miydim?” manasına gelebilecek bir tek kelime bile etmedi. Çünkü O (sallallahu aleyhi ve sellem), insanlar arasında yerleştirmek istediği istişareyi, sonucu ne olursa olsun her şeyden daha önemli görüyordu. Bunun için Müsebbibü’l-Esbâb’a yönelecek ve ashâbını Uhud’a emanet ettikten sonra:
– Hep beraber saf tutun; Rabbime senada bulunacağım, diyecekti. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ister de ashâb onu yapmaz mıydı hiç? Daha bu kelimeler dudaklarından dökülür dökülmez, önde erkekler ve arkada da kadınlar2 olduğu hâlde Uhud’da saf tutuvermişlerdi. İşte bu sırada Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yönünü kıbleye çevirecek ve uzun uzadıya dua edecekti.3
Medine’den Sabrı
Bütün bu olup bitenlere rağmen Medine, beklenmedik bir metanet ortaya koyuyor ve Uhud’a emanet edilen yakınlarını öne sürerek asla Uhud’dan dönenleri baskı altında tutmayı düşünmüyordu. Hatta bunun da ötesinde, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyor ve Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sağ salim dönmüş olmasının sevincini duyuyordu.
Gün ortasında Resûlullah’ın öldürüldüğü haberini duyan Ensâr’dan bir kadın, Uhud’dan dönüşü duyunca heyecanla ashâb-ı Resûlillah’ı karşılamaya çıkmıştı. Onun gelişini gören biri, kardeşiyle babasının; diğeri de oğluyla kocasının şehit olduğunu söylüyordu. Ancak o, bunları sanki duymamış gibi yine koşturmaya devam ediyor ve önüne gelene:
– Resûlullah nerede? O’nun durumu nasıl, diye soruyordu. Onun hâline Uhud’dan dönenler de şaşırmıştı:
– Allah’a hamd ü senalar olsun ki hayır üzerinde ey filanın annesi, diye cevapladılar. Bunun üzerine o:
– Bana O’nu gösterin; mübarek yüzlerine bakıp da O’nu görmek istiyorum, diye mukabelede bulundu. Efendiler Efendisi’nin yanına gelip de O’nun nur cemalini temaşa edince, tarihe tanıklık edecek şu cümleyi söyledi:
– Anam babam Sana feda olsun yâ Resûlallah! Seni sağ salim gördükten sonra artık bana bütün musibetler hafif gelir!
Efendimiz’in bindiği atın yularından tutan Sa’d İbn Muâz’ın annesi, Uhud’dan gelenleri istikbal için koşmuş geliyordu. Onu görünce Hz. Sa’d:
– Annem, yâ Resûlallah, dedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de, Sa’d’ın annesini teselli etmek için hatırını soracak ve gönlünü almaya çalışacaktı. Bu sırada kadın Allah Resûlü’ne daha da yaklaşmıştı; mahzun ve düşünceli duruyordu. Zira bir diğer oğlu Amr İbn Muâz Uhud’da kalmıştı. Onu teselli etmek için alttan alarak konuşmak ve oğlu Amr’ın şehadet haberini onunla paylaşmak istemişti. Ancak o metin insan, Uhud’u baştan sona kadar yaşayan ve yetmiş tane ashâbını orada bırakıp da gelen Habîb-i Zîşân Hazretlerine dönecek ve şunları söyleyecekti:
– Seni sağ ve salim olarak gördüm ya, bundan sonra hangi musibet bizi sarsabilir ki!
O gün bu hadiseler, yaşanılan sıkıntılar karşısında yılmayıp metanetle duruşun ifadesiydi. Hadiselerin şokunun hâlâ devam ettiği bu ilk anlarda böyle davranmak, ancak mert insanların yapabileceği bir şeydi. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), böyle davranıp olgunluk gösteren bir kadını yine de teselli etmek istiyordu. Onun için şunları söyledi:
– Yâ Ümme Sa’d! Hem sana hem de şehitlerin ailelerine müjdeler olsun! Çünkü onların şehitleri Cennet’te, omuz omuza birlikte arkadaş olacak ve kendi ailelerine de şefaat edecekler!
– Biz Senden razıyız yâ Resûlallah, diyordu Hz. Sa’d’ın annesi. Aramızda Sen olduktan sonra onlara kim ağlar ki! Sadece Senden, arkada kalanlar için dua istiyorum.
Onun bu talebini de kırmayacaktı Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem); ellerini kaldırdı ve şöyle dua etti:
– Allah’ım! Onların kalplerindeki hüznü silip kaldır, başlarına gelen musibet yarasını sarmalarını kolaylaştır ve arkada kalanların bundan sonraki günlerini de ihsanınla tezyin et!
Sonra da Hz. Sa’d’a döndü:
– Yâ Ebâ Amr, diyordu. Senin ev halkının yarası açık! Unutma ki onlardan bugün yara alan her bir fert kıyamet gününde, bu hâllerinden daha güzel bir durumda haşrolacak; renk, kan rengi ama koku, misk kokusu gibi! Haydi, aranızdan kimler yaralı ise gitsin ve evinde yaralarını tedavi etsin! Beni düşünerek kimse evime kadar gelme zahmetinde bulunmasın!
Bunun üzerine herkes evlerine çekilmiş ve yaralarını tedavi ile meşgul olmaya başlamıştı. Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri de artık, hane-i saadetlerine gelmişti. Çok geçmeden de Hz. Bilâl, akşam namazı için ezan okudu ve bunun üzerine mescide gelerek akşam namazını kıldılar.
Akşam namazından sonra Abdieşheloğulları yurduna giden Sa’d İb Muâz, kendi hanımı başta olmak üzere Abdieşheloğullarının kadınlarını toplamış, Hz. Hamza’ya ağlamak için Mescid-i Nebevi’ye geliyordu. Çünkü o, Medine’ye girerken Abdieşheloğullarının kadınlarını toplanmış ve kendi şehitlerinin arkasından ağladıklarını gördüğünde Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Hamza’ya gelince onun hiç ağlayanı yok, dediğini duymuştu. Sahabe hassasiyetiydi ve o andan itibaren herkes, önce Hz. Hamza için ağlamaya duracak ve sonra da kendi şehitlerinin üzerine ağlayacaktı.
Yatsı namazına çıktığı sırada Mescid-i Nebevi’den gelen ağlama seslerini duyan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bunun sebebini soracak ve Hz. Hamza için ağlayan Ensâr kadınları olduğunu duyunca da önce onlara dua edecek ve ardından da evlerine dönmelerini emir buyuracaktı.
Yatsı namazını da kıldıran Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), istirahat etmek için hücre-i saadetlerine yöneldi. Bu sırada ashâb-ı kirâm hazretleri, Mescid-i Nebevi ile hücre-i saadetleri arasında saf tutmuş O’nu teşyi’ ediyorlardı. Bilhassa Evs ve Hazreç’in gözü, muhtemel tehlikelere karşı sürekli bu kapının üzerindeydi: Mescid-i Nebevi’ye otağlarını kurmuş nöbetleşe Allah Resûlü’nü bekliyorlardı.
İşte, başlangıçtan buraya kadar ifade edilen bütün hadiseler, hicretten otuz iki ay sonra, Şevval ayının bir cumartesi günü başlamış ve aynı gün nihâyete ermişti. Demek ki zaman, bir güne bu kadar gelişmeyi sığdırabilecek kadar genişti ve dilerse insan, zamanını bu kadar bereketli kılabilirdi!
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz