Toplumsal Problemlerin Çözümünde Nebevî Metod
İnsan Odaklı Çözüm
Allah’ın gönderdiği vahyi harfiyyen tatbik eden Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), işe en temel noktadan, “insan”dan başladı. Zira her türlü problemi üreten, insanın bizzat kendisiydi ki bu durumda insanı çözmeden hiçbir problem çözülemezdi. Başka bir ifadeyle insan unsurunun çözüldüğü yerde, problemlerin büyük bir kısmı kendiliğinden çözülecek demekti.
Allah’ın en mükerrem varlığı olarak yaratılan insanın ise, çok girift bir yapısı vardır ve bu yönüyle o hayra da şerre de açık durmaktadır. Onun şerre giden yolları kapatılıp hayır güzergâhına yönlendirildiğinde insan, meleklerin bile imrendiği bir varlığa dönüşebilmektedir. Ancak bunun için onun, Allah’ın kendisine lutfettiği latifelerini keşfetmesi, bunları hayır istikametinde kullanma iradesini ortaya koyabilmesi ve önüne çıkan engelleri de aynı azim ve kararlılıkla aşabilmesi gerekmektedir.
Potansiyel olarak her insana Allah (celle celâlühû), kemâlât istikametinde bir serhad belirlemiş ve onun bu noktaya ulaşması istikametinde teşviklerde bulunmuştur. Her yönüyle iman, ihsan, vicdan, muhasebe, îsâr, zühd, takvâ, murâkabe, ihlas, istikamet, tevazu, hayâ, şükür, sabır, rıza, yakîn, verâ, sadakat, vefa ve irfan gibi konular, insanı bu serhadde yükselten en önemli dinamiklerdir ve bu dinamiklerle muttasıf fertlerden oluşan bir ailede, huzurdan başka bir şey bulmak mümkün değildir.
Bu değerler hesaba katılmadan ve sadece bir tarafın yanında durarak, üstelik güç kullanılarak meseleye mualece, hiçbir zaman çözüm getirmeyecek, bilakis problemlerin katlanarak artmasına sebebiyet verecektir. Evet, bu da bir yoldur; ancak zahirde işi çözüyor gibi olsa da bu, ortaya konulan irade ve güç nispetinde bir çözümdür ve aynı zamanda bu irade ve gücün olmadığı yerde daha büyük bir problem olarak nüksetme ihtimali de çok yüksektir.
Dünden bu yana sürekli kaşınan ve derin yaraların açılmasına sebebiyet veren kadın ve aile konusu, bugün de aynı tehlike ile karşı karşıyadır. Ne yazık ki çoğu zaman mesele, bir tarafın diğer tarafa düşmanlığı noktasında ele alınmakta ve çözüm adına bir neticeye gidilememektedir. Hâlbuki aile, ne sadece kadının ne de sadece erkeğin gözüyle bakılamayacak kadar hassas bir konudur; problem, bir insanlık problemidir ve mutlaka “insan” özelinde ele alınmalı ve Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yaptığı gibi insanı, insan yapan değerlerle yeniden buluşturarak bir çözüm üretilmelidir!
“Ben” Yerine “Biz”
Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) tebliğ ve temsilini yaptığı İslâm, “ben” düşüncesini bir kenara koymuş ve meseleleri hep “biz” ekseninde çözmüştür. Üstelik bu, sadece aile ile sınırlı değil bilakis hayatın bütün alanlarında geçerli bir akçedir. Zaten problemlerin büyük ölçüde çıkış noktasını, bencillik düşüncesi oluşturmaktadır; aile fertlerinden birisinin sürekli “ben” dediği yerde öbürünün de benliği harekete geçmekte ve sonuçta aile, benliklerin çarpışıp durduğu bir savaş alanına dönüşüvermektedir! Hâlbuki kıymeti bilindiğinde “biz”, hem Allah (celle celâlühû) hem de insanlar nezdinde fertlere kıymet üstü kıymetler kazandıran bir rampa gibidir!
Bunun adına “istiğnâ” ve “îsâr” denilmektedir ve bu, insanın başkasını kendisine tercih etmesi, toplumun çıkarlarını şahsi çıkarlarının önünde tutması ve yaşama zevklerini bir kenara bırakarak yaşatma azmiyle var olması demektir. Cibrîl’in getirdiği Kur’ân bunu, “Onlar, mü’minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kaygı duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” demek suretiyle inanan insanın en duru davranışı olarak bayraklaştırmaktadır ve bunu zivrede temsil eden, hiç şüphe yok ki Allah’ın Resûlü’dür (sallallahu aleyhi ve sellem). O’nun bu müstesna duruşuna şahit olan her bir sahâbîsi, âdeta birbiriyle yarışırcasına bu meydana girmiş, yemeyip yedirmeyi hayatının gayesi bilmiş, içmeyip içirme meziyetiyle mahmûr ve giymeyip giydirmeyi de dünya nimeti adına en büyük zevk telakki etmiştir.
Şimdi insanlık, dünkü Câhiliyye’yi esir alan bu amansız kanserden kurtulma sürecine girmiş ve Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) mualeceleriyle yaralarını sarıyordu. Dünden bu tarafa buz gibi kendini hissettiren enaniyet çağı geride kalmaya başlamış ve yerini, “biz” merkezli bir medeniyete bırakmaya başlamıştı. Bundan böyle ortada bir mefkûre birliği, bir dava birlikteliği söz konusuydu.
İşte, bütün bunları görüp bilen birisi olarak Hazreti Hadîce (radıyallahu anhâ), kendini unutmuş ve Allah Resûlü’nün davasından başka bir şey düşünemez olmuştu; Resûlullah’ın tebliğ ve temsil ettiği bu davaya kendini öylesine fedâ etmişti ki önünde, hiç kimsenin ulaşamayacağı bir bekâ kendisine el sallıyordu!
Duyarlılık Kazandırma
O günün insanı, sadece kendi dünyasına odaklanmış ve başkasının sözünü duyamaz hâle gelmişti. Hâlbuki söylediklerinin boşa gitmemesi için insana duyarlılık kazandırmak gerekiyordu. Aksi halde ne konuşursanız konuşun, dinliyor gözüktüğü halde sizi duymuyordu! Sözün anlamını yitirdiği yerde konuşmak ise beyhûde idi. Öyleyse insan, söylenilecek her türlü meseleyi ciddiye alan ve muhtevanın gereğini yapan bir keyfiyete, her türlü problemin üstesinden gelebilecek bir duyarlılık seviyesine ulaştırılmalıydı.
Zaman alsa da Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bunu da gerçekleştirdi; onları öyle muhatap aldı, oturup konuştu, dikkatlerini çekecek unsurları devreye koydu, olmadı dönüp tekrar anlattı ve neticede meâliyata giden yollarda onları öylesine besledi ki dünün duymaz, işitmez ve hatta kimin ne dediğini umursamaz toplumunu, bir müddet sonra insanlığın baş tacı ve en duyarlı insanları haline getiriverdi.
Duyarlılık itibariyle istenilen seviyeye gelen insana, yapması gerekeni tarif etmeye gerek yoktu; o zaten durumdan vazife çıkarıyor ve yapması gerekeni en güzel şekilde yapıyordu!
Aynı zamanda bu duyarlılık, Allah ve Resûlü’nden gelen en küçük bir emir veya nehyi göz ardı etmemeyi, denilen ne ise aynen yapmayı da beraberinde getiriyordu. Bunu ifade sadedinde, Bakara Sûresi’nin son¬larındaki âyetler geldiğinde sahâbenin ortaya koyduğu şu hassasiyet, ne kadar manidardır:
Cibrîl-i Emîn:
– Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır, hükmünü getirmiş ve ardından da:
– Ey insanlar, deyip şunu ilan etmişti:
– Siz içinizdeki şeyleri açığa vursanız da gizleseniz de Allah sizi onlardan dolayı hesaba çeker. Sonra dilediğini affeder, dilediğini azaba uğratır. Doğrusu Allah her şeye kadirdir!
Her yeni gelen emirde olduğu gibi bu mesaj da dalga dalga Medîne ufuklarında yankılandı ve ashâb-ı kirâm arasında yeni bir heyecan tufanı meydana getirdi. Ancak bu seferki heyecan daha başkaydı; zira âyeti duyanın rengi soluyor ve âdeta dizlerinin bağı çözülüveriyordu. Çünkü gönderdiği âyette Yüce Mevlâ (celle celâluhû), sadece amel olarak dışa vurulanlardan değil, aynı zamanda akıl ve kalpten geçen düşüncelerden de hesaba çekeceği¬ni bildiriyordu!
Çok geçmeden Mescid-i Nebevî’ye bir insan seli akın etmeye başladı; gelen, bir kenara çekiliyor ve sessizlik murâkabesine da¬lıyordu! Derken, renkleri atmış ve dizlerinin de dermanı kesilmiş bu insanlar:
– Yâ Resûlallah, dediler. “Bugüne kadar namaz, oruç, Allah yolunda mücâhede etme ve zekât gibi, üstesinden gelebile¬ceğimiz nice amellerle mükellef tutulduk; ancak bugün Sana öyle bir âyet geldi ki bunun üstesinden gelmeye güç yetiremeyiz!”
Elbette bu, gelen âyete itiraz manası taşımıyordu; bilakis bu, âyetin muhtevasındaki ağırlık karşısında çizgiyi tutturamama telaşından hareketle, emr-i ilâhîyi yerine getirememe korku¬sundan dolayı yeniden Rahmânî şefkate sığınmanın adıydı! O şefkatin biricik Sultanı Efendimiz de (sallallahu aleyhi ve sellem), dizi¬nin dibinde yetiştirdiği bu insanların ruh dünyasını çok iyi bili¬yordu; ancak O’nun muhatabı, sadece kendi devrinde Mescid-i Nebevî’ye koşanlar değil, dünyayı küllî manada bir mescide çevirecek olan her bir mü’mindi. Onun için, ilk etapta ashâbını muhatap alarak şunları söyledi:
– Yoksa, sizden önceki ehl-i kitabın söyledikleri gibi sizler de “İşittik; ama isyan ediyoruz!” mu demek istiyorsunuz? Bilâkis size düşen, “İşittik ve koşulsuz itaat ediyoruz! Ey kerim Rabbimiz! Her hâlükârda bizi bağışlamanı diliyor ve dileniyoruz; çünkü Senden baş¬ka müracaat edilecek kapı yoktur ve dönüş de Sanadır.” demektir!
Zaten farklı düşünmüyorlardı; sadece kalplerine hâkim olama¬maktan çekinmiş ve ellerinde olmadan Allah’ın emirlerini yerine getiremiyor olmaktan endişe duymuşlardı! Efendiler Efendisi’nin bu yönlendirmesiyle birlikte Mescid-i Nebevî lerzeye gelmiş, her bir köşesinden:
– İşittik ve itaat ediyoruz, sesleri yükseliyordu.
İşte, muhataplarını bu ölçüde bir duyarlılık zeminine taşıyan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), onları da çözümün birer parçası hâline getirmiş ve başlangıç itibariyle zaman alsa da sonuçta muhataplarını, yapmaları gerekeni hatırlatmaya gerek kalmadan en güzel şekilde icra eden ustalar olarak yetiştirmiştir. Hatta denilebilir ki muhatabı olduğunuz halde “işittik ve itaat ettik!” konumuna getiremediğiniz insanlar, bugün itibariyle yanınızda duran bir destekçi gibi görünse de işlerin sarpa sardığı en kritik noktada sizi yalnız bırakıp kaybolma adayı birer kuru kalabalıktır!
Zamanlama Hassasiyeti veya Tedrîcilik
Problem çözmede zamanlama çok önemlidir; kime, neyi, ne zaman ve ne kadar vereceğinizi bilemez ve önceliklerinizi iyi ayarlayamazsanız mualecelerinizde neticeye gidemezsiniz. Zira problem, bir yönüyle vücutta kendini gösteren çıbana benzer; erken mualece onun vücudun diğer taraflarına sıçramasına sebebiyet verirken geç kalmak ise vücudu kaybetmek anlamına gelir. İşin burasında zamanlama çok öne çıkmaktadır ve öyle bir zamanda müdahale edilmelidir ki tereyağından kıl çekercesine mesele çözülsün, problem olmaktan çıksın!
Yemeğin bile bir âdâbı vardır; sofraya oturduğunuzda hemen tatlıdan başlamaz, imkân nispetinde var olan yemekleri tercih edersiniz. Çocuğun sıhhatli doğabilmesi için haml müddetine sabretmek gerekmektedir; ancak bu sabır da durağan değil, aktif bir sabır olmalıdır! Üstelik yemesi için yeni doğan çocuğun önüne mükellef sofra kurulmaz; onun nâzenin vücudunun kaldırabileceği cinsten gıdalarla işe başlanır ve yine vücudunun gelişimine paralel bir değişim söz konusudur.
İnsanı muhatap alırken Cenâb-ı Mevlâ, bir metot olarak bunu ortaya koymuş ve aslında bize yol göstermiştir. Faiz ve içki gibi problemleri toplumdan söküp atarken hemen son sözü söylememiş ve bu problemli zeminlerden insanları, kademeli olarak uzaklaştırmıştır. Konuyla ilgili olarak Âişe Validemiz’in şu ifadeleri oldukça dikkat çekicidir:
“Kur’ân’dan ilk nâzil olan, içinde Cennet ve Cehennem’den bahsedilen Mufassal bir sûredir. Ne zaman ki insanlar, İslâm’ı ka¬bullenip yaşamada daha yatkın hâle geldiler; işte o zaman helâl ve harâm hükümleri de gelmeye başladı. Şayet ilk inen hükümlerde:
– İçki içmeyin, denilmiş olsaydı insanlar:
– Biz, içkiyi asla bırakamayız, derlerdi. Aynı şekilde ilk gelen âyetlerde şayet:
– Zina etmeyin, hükmü yer almış olsaydı o zaman da bazı kimseler:
– Zinadan biz vazgeçemeyiz, der ve buna da itiraz ederlerdi.”
Adına “tedrîcilik” dediğimiz bu zamanlama hassasiyeti, sadece belli başlı konularla sınırlı değildir; bilakis hayatın bütününü ilgilendiren bir husustur ve Allah’a imandan başlayarak ölüm sonrasında bu hayatın hesabını verme inancına kadar geniş bir yelpazeyi ifade etmektedir.
Görmezden Gelmeme
Şu da bir gerçek ki bu, problemin üstünü örtme veya onu görmezden gelme gibi bir sonucu da doğurmuyordu. Ortada asırlar süren uygulamalarla kökleşmiş problemler vardı ve gündelik çözümlerle ortadan kalkmayacak kadar kökleşmiş bu problemler, ancak uzun vadeli ve kalıcı adımlarla çözüme kavuşturulabilirdi. Üstelik mevcut ve gündelik problemlerle boğuşurken yarınki günlerin daha karışık ve içinden çıkılmaz girift problemlerine kapı aralama riski de vardı.
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), var olan her türlü problemi çözmeyi gündemine almış, bunların üstesinden gelebilmek için bir sıralamaya tabi tutmuş ve esas itibariyle bu problemlerin kaynaklarına yönelmiş ve daha ilk günden itibaren hangi gün ne kadar mualece gerektiriyorsa o kadarını devreye koymak suretiyle neticede hepsinin kökünü kurutmuştur.
Mesela Câhiliyye yıllarında da var olduğunu gördüğümüz, “Kardeşin zâlim de olsa mazlûm da olsa yardım et!” söz ve anlayışının içeriği Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından geliştirilip zenginleştirilmiş ve “Haklı da olsa haksız da olsa kendi adamına yardım et!” anlamından kurtarılarak, “Zâlim de olsa mazlûm da olsa kardeşine yardım et!” ufkuna çekilmiştir. Ancak burada bir ayrıntı daha dikkat çekmektedir; mesele, zâlimin zulmüne yardım değil, zâlimi zulmünden kurtaracak adımlar atılmak suretiyle esas hedef, zulmü tamamen ortadan kaldırmaktır.
Hadîslerinde Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem), zâlime de “kardeş” demesi, ayrıca üzerinde durulması gereken bir husustur.
İşin en doğrusunu öğrenmeye teşne ve her konuda duyarlı hâle gelen sahâbe, o gün Peygamber Efendimiz’den (sallallahu aleyhi ve sellem) bu cümleleri duyunca sormuştur:
– Yâ Resûlallah! Tamam, mazlûmu anladık; peki zâlime nasıl yardım edelim?
Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) cevabı, çok manidardır:
– Elinden tutmak suretiyle yaptığı zulme engel olmakla!
Beyanlardan açıkça anlaşılacağı üzere merkezine benliğin taht kurduğu Câhiliyye kültürü, haklı olup olmadığına bakmaksızın kendini ve kendi adamını savunmakta, elindeki gücü başkasının hakkını gasp veya muhatabını yok etme istikametinde kullanacak bir fikri zemin oluşturmaktadır. Hâlbuki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), onların kullandığı aynı materyali alıp içeriğini değiştirmekte, idrak ufuklarının üst noktasından işe başlamakta ve alışık oldukları dili kullanarak muhtevaya farklı anlamlar yüklemektedir.
Bunun anlamı açıktır; hedef, potansiyel problem olan bütün unsurların problem olmaktan çıkarılmasıdır ve Efendimiz’in 23 yıllık risâlet hayatına baktığımızda uyguladığı genel politika da bu istikamettedir. Var olan problem, bir kenarda problem olarak bırakılmamış, bilakis onun çözümü de gündeme alınmak suretiyle çözülmedik problemin kalmaması hedeflenmiş, sonuç da aynen hedeflendiği gibi gerçekleşmiştir.
Görmezden gelinmeyen ve kendi haline bırakılmayan bugünkü her türlü problemin, günün birinde mutlaka çözüleceğinin sinyallerini veren adımlar atılmış, duyarlılık kesbedenlerin rahatlıkla anlayabileceği şekilde kulağa kar suyu akıtılmıştır. Perşembe’nin geleceğini gören hassas ruhlar, bu sinyalleri aldıkları andan itibaren bu zeminden uzaklaşmaya başlamış ve henüz son söz söylenmeden önce toplum, Câhiliyye’ye ait olumsuzluklardan arınma sürecine girmiştir.
Temsil Keyfiyeti ve Şok Tedavi
İnsanlara sözden daha çok tesir eden güç, söyleyenin söylediğini bizzat yaşamasıdır ki o gün söylenilen her şeyin, başta Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) olmak üzere ilklerden itibaren Ashâb’ın hayatında hemen karşılık bulduğu da bir gerçektir. Aslında, gerek baştan itibaren İslâm’ı kabul etmiş olsun isterse sonuna kadar düşman cephede yer alıyor olsun, o günün muhataplarına en çok tesir eden de belki budur. Kadın ve aile özelindeki örneklerini gelecekte daha detaylı vermeye çalışacağımız bu duruş, zihinlerde yer eden putların yıkılmasını netice vermiş, toplumu, dem ve damarlarına yerleşmiş Câhiliyye tortularından çok hızlı bir şekilde arındırmıştır.
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), söylediği her şeyi bizzat yapardı. Ancak söyledikleri arasında öyle şeyler vardı ki bunları yapma imkânı yoktu. Mesela köleler konusunda ashâbını uyarmış ve hemen her fırsatta kölelikten kurtuluş yollarını göstermişti; onların da insan olduğunu ifade ediyor ve eşit bir insan muamelesi görmelerini istiyordu! Ancak bu, mazinin derinliklerinden bu yana uygulanagelen bir gelenekti ve öyle hemen hayata geçebilecek gibi durmuyordu.
Evet, başta Ümmü Eymen ve Zeyd İbn-i Hârise gibi kendi tasarrufunda olanları hürriyete kavuşturmuş ve başkalarından farksız birer muamele ile muhatap olmuştu ama bu, öyle herkes tarafından hemen görülebilecek gibi durmuyordu. Zihinlere yerleşmiş bir kast sistemi vardı ve yıkılması imkânsız gibi duran bu putun da parçalanması gerekiyordu. Günü geldi Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), bu puta öyle bir darbe indirdi ki gümbür gümbür çöküşünden hâsıl olan gürültüyü, Hicâz’da duymayan kalmamıştı.
Ne idi bu darbe?
Bu darbe, 30 yılı aşkındır yanından ayrılmayan dünkü köle Zeyd İbn-i Hârise’yi Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem), halasının kızı Zeyneb Bint-i Cahş ile evlendirmesiydi! O günün toplumunda bu evliliği duyan herkesin, şaşkınlıktan gözü fırlayacak gibi oluyordu! Zira Zeyneb Bint-i Cahş, Mekke’nin en asil ailelerinden birisiydi; ailecek İslâm’a ilk koşanlar arasında onlar da vardı. Üstelik geleceğin Mekke koltuğuna aday Ebû Süfyân, hiç tereddüt etmemiş ve kızını, bu aileye gelin olarak vermişti. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekke’nin yakışıklı ve zengin genci Hazreti Mus’ab’ı da bu ailenin bir ferdi olan Hamne Bint-i Cahş ile evlendirmişti.
Ailenin bu konumunu bilen ve Zeyd İbn-i Hârise’nin geçmişine muttali olanların dünyasında fırtınaların kopmasını necice verecek bir tercihti bu! Demek olabiliyordu! Söylenilenler birer ütopya değil, hayatta karşılık bulması gereken realitelerdi ve ilk adımı, nazı geçen iki muhatabı yan yana getirmek suretiyle yine Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) atıyordu!
Huneyn günü yanına kadın ve çocukları da alarak savaş meydanına getiren Mâlik İbn-i Avf, âdeta hayatlarıyla kumar oynarcasına bir hamle yaparak psikolojik üstünlük sağlamayı hedeflemekle birlikte hem onların da katkısına tamah etmiş hem de ailesi ve malı-mülkü cephede olan askerin, savaşın zorluğunu gördüğünde ölümüne savaşacağını düşünmüştü. Hâlbuki beri tarafta Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), savaşmak zorunda kaldığı yerde bile Ashâbı’nı uyarıyor ve onlara:
– Allah’ın adıyla savaşın; Allah’ı inkar edip de O’na karşı koyanlara karşı Allah yolunda cihâd edin! Ancak sakın ola kimseye gadretmeyin! Ahde vefasızlık gösterip de kimseye zulmetmeyin! Çocuklarla kadınları, pîr-i fâni adamlarla kendini kilisede ibadete adamış din adamlarını sakın öldürmeyin! Sakın ola ki ne bir ağaç kesin, ne de bir hurmalığı yok edin! Ve sakın ola ki binaları yakıp yıkmayın, şeklinde tembihte bulunuyordu.
Savaşın devam ettiği sıralarda Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), kendilerine saldıran kadın ve çocuklara da kılıç çekildiğini görünce hemen yanındakilere döndü ve o manzarayı göstererek:
– Şu insanlara ne oluyor ki çoluk çocuklarına varıncaya kadar onları öldürmeye kalkışıyorlar! Dikkat edin ve sakın ola ki onların çoluk çocuklarını hedef alıp da kimse onlara ilişmesin, buyurdu. Resûlullah’tan bunu duyan ve savaş şartlarında böyle hâdiselerin olağan olduğunu söylemek isteyen Üseyd İbn-i Hudayr:
– Yâ Resûlullah, dedi. “Onlar müşriklerin çocukları değil mi?”
Belki de o, daha sonra gelecekler için Efendiler Efendisi’nin bu mevzudaki düşüncesini kendi ağzından istikbale aktarmak istemişti. Ancak Huneyn vâdisi yine Nebevî celâle şahit oluyordu; hiddetinden boyun damarları kabaran Allah Resûlü ona döndü ve:
– Sizin en hayırlılarınız da müşriklerin çocukları değil mi, diye seslendi. Arkasından şunları ilave etti:
– Dünyaya gelen her canlı, tertemiz bir fıtrat üzere doğar ve dili dönünceye kadar da o hâl üzere kalır; onu Hristiyan veya Yahudi yapan ise onun anne ve babasıdır!
Bunun anlamı açıktır; öldürmek değil, insanı, “insan” olma ufkuna yükseltmek ve insanca yaşatmaktır esas olan! Aynı zamanda bu, dünyası itibariyle o güne kadar farklı olan bir toplumda “şok” tesir meydana getirecek bir uygulama anlamına gelmektedir ki bu, Asr-ı Saâdet’in problem çözme adına sadece söylemlerle yetinmediği, aynı zamanda söylenilen her meselenin toplumda karşılık bulabilmesi için konunun titizlikle takip edilerek yaşanılır hâle getirildiğinin bir fotoğrafıdır. Bu duyarlılığı görüp yaşayan ve aynı zamanda o âna kadar sürekli duyarlılık eğitiminden geçirilen hangi insan şiddeti savunabilir ve hele onu bir silah olarak başkalarına karşı kullanabilir!
İkinci Fıtrat
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), muhatabı olduğu hiç kimseyi, dün olduğu yerde bırakmıyor ve onu, idrak ufkunun zirvesinden muhatap alarak meâliyata doğru sürekli yol aldırıyordu. O’nun dünyasında, “Yapamıyorum!”, “Karekterim bu; değiştiremiyorum!”, “Yapıma uygun değil!” gibi mazeretlere yer yoktu! Zaten bunlar, Şeytân ve nefse ait mırıltıların, sûret-i hak libâsı giydirilerek insan tarafından seslendirilmesinden ibaret kuru lakırdılardan ibaretti. Hâlbuki Allah’ın emir buyurup Resûlü’nün tebliğ ve temsilini yaptığı anlayışta bunlara yer olmadığı gibi herkesin yepyeni bir kimliğe bürünme süreci başlamıştı. Önünü aydınlatan bir Rehber’den mahrum kaldığı için dünün karanlık dünyasında kararanlar bile bugün, etraflarını aydınlatan, kamer misal birer kandile dönüşmüşlerdi. Bu pınardan bir kere su içen herkes, âdeta ikinci bir fıtrat kazanıyordu!
Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) yine Cibrîl-i Emîn gelmiş ve kız çocuklarını diri diri toprağa gömen Câhiliyye’nin bu akıl almaz uygulamaların unutulmaması adına dünkü vahşeti şu cümlelerle özetlemişti:
– Onlardan birisine, “Kız çocuğun oldu!” müjdesi verildiğinde, öfke ve üzüntüsünden yüzü kaskatı, mosmor kesilir ve müjdelendiği bu kötü haberin etkisiyle utanıp, eş ve dostundan saklanmaya çalışırdı. Başına bu hal geldiğine göre şimdi ne yapacağını düşünmekteydi; hor, hakir ve itilip kakılan bir belâ olarak hayatta mı bıraksın, yoksa onu toprağa mı gömsün! Dikkat ediniz; ne kötü hükmediyor ve yanlış karar veriyorlardı!
Toplumda “şok” tesiri yapan bir beyandı bu! Aralarında şu veya bu şekilde bu cinayeti işleyenler, işlenen cinayete ortak olanlar, yanlış olduğunu fark ettiği halde sessiz kalanlar ve elinden bir şey gelmediği için boynunu büküp kaderine rıza gösterenler vardı! Bugün için mazi olsa da o gün yaşananlar, başları öne düşüren, yüzleri kızartan acı bir hatıra idi!
Bu haber de dalga dalga yayılmış ve çok geçmeden Habîb-i Zîşân Hazretleri’nin yanına birisi gelmişti; kıvrım kıvrım kıvranıyor ve belli ki hâlini arz etmek istiyordu ama içindeki sıkıntıyı şerhe bir türlü gücü yetmiyordu! Halden anlayan Habîbullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onu gözleriyle süzerken, bakışlarıyla âdeta ona:
– Çekinme, derdini anlat, diyordu. Şefkat dolu bu bakışlardan cesaret alarak:
– Yâ Resûlallah, diyerek söze başladı. “Bizler, Câhiliyye döneminin insanlarıyız; kendi elimizle yapageldiğimiz putlara tapan ve kızlarımızı öldüren kişileriz biz!”
Kesik kesik konuşuyor, esas anlatacağı konuya gelmekte zorlanıyordu. Nihayet, ağzındaki baklayı çıkardı ve:
– Benim de bir kızım vardı, dedi. Bunu söylerken sesi çatallaşmış ve iki gözü iki çeşme ağlıyordu! Öylesine kopmuştu ki kelimeler boğazında düğümlenmiş ve arkasını getirememişti. Nihayet kendini topladı ve anlatmaya başladı:
– Cehâlete ait bu baskılara dayanamayıp bir gün kızımı yanıma ben de çağırdım. Koşarak geldi; çağırıp onunla ilgilenmemden o kadar mutlu olmuştu ki! Elinden tuttum ve uzaklarda bildiğim bir kuyunun yanına götürdüm onu. Eli avuçlarımın içinde olduğu halde kuyunun kenarında otururken, birden arkasından vurup onu kuyuya atıverdim. Aşağıya düşerken bile kuyudan, “Babacığım! Babacığım!” diyen sesi yükseliyordu!
Huzur-u âlileri birden hüzne bürünmüş, dünyanın en rakîk kalbinin sahibi Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri de ağlıyordu. O kadar ağladı ki gözyaşlarıyla mübarek sakalı ıslanmıştı. O’nun bu kadar hüzünlendiğini gören ve üzüntüsüne yüreği dayanmayan bir başka sahâbî kalktı ve hâdiseyi anlatan adama dönüp:
– Ne yaptın sen, dedi. “Neden Resûlullah’ı hüzünlendirip ağlattın!”
Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), aynı kanaatte değildi. Güzel bir duyarlılık olsa da ortada tedavi edilmesi gereken bir durum vardı. Eliyle de işaret ederek:
– Bırak onu!” buyurdu ve ilave etti:
– Zira o, geçmişinde yaşadığı önemli bir yanlışı sorguluyor!
İtab görüp azar işiteceğini düşündüğü yerden gördüğü bu olağan üstü şefkat adamı rahatlatmıştı. Ancak Resûlullah’ın bir talebi vardı; adama döndü ve:
– Yaşadıklarını Bana birkez daha anlatır mısın, dedi.
Bunun üzerine adam yeniden anlatmaya başladı. Hüzün, artarak devam ediyordu; Efendiler Efendisi’nin iki gözü iki çeşme gibiydi. Göz pınarları kururcasına ağlıyordu! Ardından herkese döndü ve şunları söyledi:
– Şüphesiz ki Allah (celle celâluhû), bugününüzün hakkını vererek O’na kul olduğunuz sürece, Câhiliye döneminde yaptıklarınızı orada bırakır!
Bu arada hâdiseyi anlatan şahıs da içini dökmüş ve en yetkili merciden içini rahatlatacak bir cevap almıştı. Eski hatalarını affettirebilmek için kim bilir neler yapacağının sözlerini veriyordu kendi kendine. İşte burada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), yine adama döndü ve:
– Haydi, dedi. “Şimdi, her şeye yeniden başla!”
İşte İslâm, her şeye yeniden başlayabilmenin, yepyeni bir kimlik kazanabilmenin adıydı!
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz