Sakîf Hey’eti
Sakîf kabilesinin reisi olan Urve İbn Mes’ûd, Efendimiz’in Tâif seferinden dönüşünde gelmiş ve Müslüman olmuştu. Büyük bir heyecan duyuyor ve bir an önce kavminin arasına dönüp onları da İslâm’a davet etmek istediğini söylüyordu. Ancak Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), onun içinde bulunduğu ruh hâlini okumuş ve Sakîf kabilesinin genel karakterini de nazara alarak ona:
– Onlar seni öldürürler, diye ikazda bulunmuştu. Zira tebliğin de belli kuralları olmalıydı; yeni doğmuş bir çocuğa verilen gıdalar konusunda gösterilen hassasiyet ve duyarlılık kadar hassas davranılmalı ve insanları Allah’a davet ederken de belli kurallar uygulanmalı, muhatabın ihtiyacı mutlaka göz önüne alınmalıydı. Ancak Hz. Urve’nin heyecanı, muhtemel arızaları görmesine mâni idi ve:
– Yâ Resûlallah, diye seslendi. Onlar katında ben, insanların en sevimlisiyim ve kesinlikle onlar benim sözümden dışarı çıkmazlar!
Konumundan dolayı kimsenin kendisine karşı çıkmayacağı ve davet ettiği İslâm’a hepsinin müspet cevap vereceği düşünceleriyle memleketine dönen Hz. Urve, daha onlara ilk seslendiği andan itibaren tepki almaya başlayacak ve neticede kavminin hışmına uğrayıp şehit edilecekti. Üzücü bir durumdu; bunca yıldır el üstünde tutulan liderlerini, sırf Müslüman olduğu için hunharca öldürüyorlardı!
Ancak gidişat onlar açısından hiç de iyi gözükmüyordu; Mekke’nin fethi ve Huneyn’den sonra şimdi de Müslümanlar, Bizans’a meydan okumuş ve Tebûk’ten mutlak bir zaferle dönmüşlerdi! Her geçen gün, etraflarındaki çember daralıyordu ve mutlaka bir gün kendileri de bu çemberin içinde kalacaktı. Aradan birkaç ay geçtikten sonra bu düşüncelerle aralarında oturup durumu müzakere etmeye başladılar ve içlerinden birisini Resûlullah’a gönderip kendileri adına bir anlaşma yapmasını kararlaştırdılar. Bunun için çalınan kapı, Abdiyâleyl İbn Amr’ın kapısıydı; durumu ona arz edip kendileri adına elçilik yapmasını istiyorlardı! Ancak Abdiyâleyl, Hz. Urve’nin başına gelenlerin kendi başına da geleceğinden endişe duyarak yalnız başına bu işi yapamayacağını beyan edecekti. Bunun üzerine onlar, yanına beş kişi daha katarak Abdiyâleyl’i Medine’ye gönderme kararı aldılar. Bu sırada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Tebûk’ten yeni dönmüş, Ramazan orucunu tutuyordu.
Onların Medine’ye gelişlerini gören ashâb, müjdeli haberi Allah Resûlü’ne ulaştırmak için birbirleriyle yarışıyorlardı; zira Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), Sakîflilerin Müslüman olmasını çok arzuluyordu.
Onları bir anda karşısında bulan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Mescid-i Nebevî’nin bir köşesinde onlar için çadır kurduracak ve böylelikle onların, Allah kelamını duyup ibret almalarını, namaz vakitlerine muttali olup kulluktaki derinliği görmelerini hedefleyecekti. Nihâyet bir gün Abdiyâleyl Efendimiz’e gelip:
– Bize de bir emânname yazsan da memleketimize geri dönsek, diye talepte bulunmuştu. Bunun üzerine Efendimiz ona:
– Evet, yazarım ama şu durumda olmaz; zira sizler hâlâ Müslüman olduğunuzu beyan etmediniz! Bu durumda ne aramızda bir sulh olabilir ne de size bir emânname yazarım, dedi.
Ancak onların birtakım takıntıları vardı; Müslüman oldukları zaman kendilerini bekleyen namaz gibi mükellefiyetler konusunda muafiyet beklentisi içindelerdi. Hâlbuki ibadet olmadan dindarlık da olamazdı. Kaldı ki onlar, kendi elleriyle inşa ettikleri putlara tapıyorlar, senenin belli günlerinde onun yanına gelip kurban kesiyorlardı! Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), onlara:
– Bünyesinde namaz olmayan bir dinde hayır yoktur, buyuracak ve kapıyı kapatacaktı.
İbadet konusundaki kapı kapanmıştı ama onlar, yasaklar konusunda da bir taviz peşine düşmüşlerdi; Allah Resûlü’ne yaklaşan Abdiyâleyl:
– Peki, zina konusunda ne diyorsun? Bizler, sıklıkla yolculuk yapan bir topluluğuz ki bunu yapmamız kaçınılmaz; bu uzun ayrılıklara dayanamayız, diyordu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
– O, Allah’ın mü’minlere haram kıldığı bir cürümdür; Allah (celle celâluhû) bu konuda, “Zinaya da yaklaşmayın; zira zina, apaçık bir kötülük, aynı zamanda da yolların en kötüsüdür!”[1] buyuruyor, cevabını verdi.
Zina konusunda arzu ettiği tavizi koparamayan Abdiyâleyl bu sefer de:
– Peki, fâiz konusuna ne diyorsun, diyerek buradan bir pay koparmayı denedi. Efendimiz’in duruşundaki netlikte hiç değişiklik yoktu. Önce:
– Faiz de haramdır, buyurdu. Abdiyâleyl:
– Bizim mallarımızın hepsi de faizdir, diye tepki gösteriyordu. Ancak hükm-ü ilahî, şahısların arzusuna göre şekil alamazdı ve Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Sadece ana paranızı geri alabilirsiniz, buyurarak faiz alış verişlerindeki fazlalığın kendilerine de haram olduğunu hatırlatıyor ve onlara, “Ey iman edenler! Allah’a itaat konusunda daha titiz ve duyarlı olun ve şâyet mü’min iseniz fâizden arta kalan paraya el sürmeyin!’”[2] meâlindeki âyeti okuyordu.
Bu kapının da kendilerine kapalı olduğunu görmüştü; bu sefer yeni bir konu daha ortaya attı:
– Öyleyse içki konusuna ne diyorsun? Bizler, üzümlerimizi sıkıp şırasını içiyoruz ve bizim için bundan kaçma imkânı da yok!
Aynı temkinle yaklaşan Sultan-ı Rusül Efendimiz:
– Şüphe yok ki Allah (celle celâluhû), Ey iman edenler! Şüphesiz ki içki, kumar, fal okları ve Allah’tan başkası adına kesilip de putlara adanan sunaklar, şeytan işi pisliklerdir; onlardan sakının ki kurtuluşa eresiniz![3] demek suretiyle onu da haram kılmıştır!
Bu kapı da kapalıydı ve attıkları her adımın kendilerini çıkmaz sokağa götürdüğünü gören Sakîf hey’eti, huzurdan kalkıp durumu kendi aralarında müzakere etmeyi denedi. Abdiyâleyl onlara:
– Yazıklar olsun size, diye çıkışıyordu. “Şu üç konudan da mahrum olarak memleketimize geri döneceğiz! Vallahi de, billahi de Sakîfliler, ne içki içmeden durabilir ne de zinadan uzak kalabilirler!”
Süfyân İbn Abdullah onun gibi düşünmüyordu; ayağa kalktı ve:
– Ey adam, diye başladı sözlerine. “Şâyet Allah Sakîf heyeti hakkında hayır murâd etmişse, onlar da bu konularda sabreder ve el uzatmazlar! Baksana, O’nunla birlikte olanlar da farklı değiller ama onlar sabredip eski alışkanlıklarını bir kenara bırakabiliyorlar! Biz, bu adamdan çekinmeliyiz; baksanıza O, yeryüzünü bir baştan bir başa hükmü altına alırken bizler, dünyanın bir köşesinde kalemizin içinde sıkışıp kaldık ve her geçen gün İslâm, etrafımızı kuşatıyor! Vallahi de şâyet O, bir ay gelip bizi kalemizde kuşatıverse, hepimiz açlıktan ölürüz! Ben, Müslüman olmaktan başka bir yol görmüyorum. Aksi hâlde başımıza, Mekke günü gibi bir günün gelmesinden korkarım!”
Bu sırada Allah Resûlü onları yemeğe davet etmişti; ancak onların, yemekten daha önemli bir işleri vardı ve her şeye rağmen kendilerine gösterilen bu civanmertlik karşısında gelip Müslüman oldular!
Müslüman olmuşlardı olmasına ama bu sefer de, ‘Rabbe’ ismindeki meşhur putlarını dile getiriyor:
– Rabbe konusunda ne düşünüyor ve ne yapmamızı istiyorsun, diye soruyorlardı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kesin konuşuyordu:
– Onu da yıkmalısınız!
– İmkânsız, diyorlardı. Arkada kalan Sakîflilerle kadın ve çocukların buna müsaade etmeyeceklerini düşünüyor ve böyle bir hareketin çok büyük problemleri beraberinde getireceğine inanıyorlardı. Onun için önce üç yıl, ardından iki yıl, daha sonra da bir yıl zaman isteyecek; bütün bunlara olumsuz cevap alınca da, en azından kendilerine bu konuda bir ay zaman tanınması talebinde bulunacaklardı. Ancak Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bunların hiçbirine ‘evet’ demiyor ve O’na şerik koşulmasına razı olmuyordu! Hatta Abdiyâleyl’in bu ısrarları karşısında dayanamayan Hz. Ömer:
– Yazıklar olsun sana ey Abdiyâleyl, diye çıkışacaktı. “Rabbe dediğin bir taştan ibaret; kimin kendisine ibadet edip kimin etmediğini bile bilmekten âciz!”
Doğru söylüyordu ve bu kapının da kendilerine kapalı olduğunu görmüşlerdi; anlaşılan İslâm, şek ve şüphesiz dupduru yaşanması gereken bir sistemdi. Artık namaz kılıp oruç tutmaya da başlamışlardı; yaklaşık on beş gün Medine’de kaldıktan sonra memleketlerine geri döneceklerdi.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara, aralarında yaş itibariyle en küçükleri olan Osman İbn Ebi’l-Âs’ı imam tayin etti; zira Osman, İslâm’ı anlayıp kavramada hepsinden daha titiz duruyor ve meseleleri özümsemede yürekten bir duruş sergiliyordu!
Diğerlerinde olduğu gibi, memleketlerine geri dönen Sakîf hey’eti de, kavimlerini İslâm’a davetle işe başlayacak ve kısa zamanda bu kabileler de gelip Müslüman olacaklardı.[4] Çok geçmeden Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara, Hâlid İbn Velîd, Muğîre İbn Şu’be, Ebû Süfyân gibi ashâbından önemli isimleri göndererek putlarını da kırmalarını emredecek ve onlar için zor da olsa, böylelikle Sakîfliler de şirkten temizlenmiş olacaklardı.
Dipnotlar:
[1] İsrâ, 17/32
[2] Bakara, 2/278
[3] Mâide, 5/90
[4] Memleketlerine geri geldiklerinde Sakîf hey’etinin, Müslüman olduklarını gizledikleri ve Efendimiz’e yaptıkları tekliflerden bahisler açarak onları Allah Resûlü’nün kabul etmediğini söyleyip neticede savaştan başka seçenek kalmadığını ifade etmeleri üzerine Sakîflilerin, savaş için hazırlıklara başladıkları da anlatılmaktadır. Üç gün sonra gelip de savaşmanın makul olmadığında karar kıldıklarında, kendilerine gerçek söylenecek ve onlar da bu durum karşısında Müslüman olacaklardı. Bkz. İbn Kayyim, Zâdu’l-Meâd, 3/521 vd; Zehebî, Tarihu’l-İslâm, 1/350