Sahabe-i Kiramın Peygamber Yolunda Yürüme Hassasiyeti
Sahabe-i kiram efendilerimiz, O’ndan gelen her şeyi kemal-i hassasiyetle kabulleniyor, korumaya alıyor ve neşrediyorlardı. Ne Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirdiği esâsâta muhalif bir şey ortaya koymayı düşünüyor, ne de O’na muhalif bir beyanda bulunmayı akıllarının köşesinden geçiriyorlardı. Kur’ân-ı Kerim’in tabiriyle, O’ndan gelen her şeyi “içiyor” gibi alıyor ve belliyorlardı. Evet, İsrailoğulları’nın ruhuna buzağı sevgisi içirildiği gibi, onların ruhuna da hakikat sevgisi, hakikatin yeryüzündeki tek temsilcisi Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevgisi öyle içirilmişti.
Dolayısıyla, sünnet mevzuunda çok titizdiler. Nasıl titiz olmasınlar ki, Kur’ân-ı Kerim, meseleyi bir iman mevzuu olarak ele alıyor ve:
فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ يَجِدُوا فِي أَنْفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيمًا
“Hayır hayır; Rabbine andolsun ki, aralarında anlaşmazlığa bâdî meselelerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde en ufak bir burkuntu duymadan ve tam bir teslimiyetle sana teslim olmadan iman etmiş olmazlar.”[1] buyuruyordu.
Onların yaşadıkları hayatın saniyeleri, saliseleri, âşireleri hep bu hassasiyet içinde geçiyordu. Hayatlarını bu ölçüde bir hassasiyet içinde geçiren insanların, O’nun sünnetine karşı lâkayt kalmaları düşünülemez.
Şimdi, bir-iki misalle bu hususu biraz daha açalım:
1. Üsame Seriyyesi
Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerinde teşyî’ buyurdukları en son seriyyeleri, Üsame Seriyyesi olmuştu. Mübarek hayatlarının son günlerinde, Roma üzerine göndermeyi kararlaştırdığı ordunun kumandanlığına, “Evlâdım!” deyip evinde büyüttüğü Mute kahramanı Zeyd İbn Hârise’nin o çok sevdiği ve kucağında büyüttüğü oğlu Üsame’yi getirmiş ve kendisine: “Allah’ın ismi ve bereketiyle babanın öldürüldüğü yere kadar git ve oraları atlarına çiğnet!” buyurdu.[2]
Üsame’nin emrine verilen bu ordu içinde, Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman gibi namlılar da vardı. Ordu hareket etmeden önce Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) rahatsızlanmışlardı. Medine dışında hareket hazırlıkları yapılıyordu ki, hastalığın ağırlaştığı duyuldu…
Bunun üzerine, Üsame sancağı getirip O’nun kapısının önüne dikti ve huzura girdi. Efendimiz artık konuşamıyordu. Üsame diyor ki: “Ellerini semaya kaldırdıktan sonra üzerime indirdi. Bana dua ediyor olduğunu anladım.” Bu esnada Efendimiz’de biraz iyileşme emareleri belirince, Üsame yola çıkmak üzere ayrıldı. Ama, tam orduya hareket emrini verdiği sırada idi ki, Güneş’in, İki Cihan Güneşi’nin gurubu haberiyle her yan inledi.[3]
Evet, Üsame’yi Mute’ye gönderen artık gitmişti. Gitmişti ama, arkasında, davasını, eserlerini, mirasını bihakkın, arızasız, kusursuz temsil edecek insanlar bırakıp öyle gitmişti. Hazreti Ebû Bekir halife seçilince, o yanık sinelerin iniltileri arasında hemen bu işi ele aldı. Öyle kritik bir andı ki, vefat haberi sağda-solda duyulur duyulmaz, bazı yerlerde irtidat hâdiseleri baş göstermişti. Müseylimetü’l-Kezzab, Esvedü’l-Ansî ve daha niceleri Efendimiz henüz hayatta iken, peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkmışlardı. Bunlar, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefat haberini alınca, her tarafta fitne ateşlerini körüklemeye başladılar.
İşte İslâm ordusu tam bu hengâmede, her zaman Medine üzerine gelebilecek olan Bizanslılara karşı gönderilecekti. Orduyu Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) hazırlamış; sonra da:
“Üsame ordusu’nu gönderin.” buyurmuştu. Sahabe ve başta Hazreti Ebû Bekir, başka mülâhazalarla O’nun emrinden kıl kadar sapamazlardı. Halife-i Müslimîn:
“Vallahi, canavarlar dört bir yandan üzerimize saldırsalar, Resûlullah’ın dalgalandırdığı bu bayrağı indirmek istemem.” diyerek, orduya hareket emri verdi. Hem de o ordunun teşyî’ine hususî bir önem vererek; öyle ki, genç komutan at üstünde giderken, kendisi yaya olarak, onu teşyî’ ediyordu.
Evet, işte sahabe, bu idi; en hassas dönemlerde dahi, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelen emirlere bu ölçüde hassasiyetle uyarlardı.
2. Fedek Arazisi ve Hazreti Fatıma (radıyallâhu anhâ)
Medine, Efendimiz’in vefatının ardından nisbî bir şok yaşıyordu. Sahabe, hususiyle de Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) içi cayır cayırdı. Bu esnada, Peygamberimiz’in biricik kızı, ciğerpâresi, Ehl-i Beyt’in annesi Hazreti Fatıma Validemiz: “Babamın Fedek’teki mirası…” diyerek Halife-i Müslimîn’in kapısına dayandı.
Şimdi o, çok sevdiği, herkese ve her şeye tercih edeceği Hazreti Fatıma’ya ne cevap verecekti? Onu incitemezdi; Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) hâtırası olan bu ince, bu müstesna anamızı incitmeyi gönlünden bile geçirmezdi. Ama, Resûlullah’ın sünneti, kendi mirası mevzuunda bıraktığı sünneti en kıymetli şahıslar için bile feda edilmezdi. “Ben, Resûlullah’ın yaptığı hiçbir şeyi terk edemem.”[4] diyen İslâm’ın bu Yüce Halifesi, Hazreti Fatıma Validemiz’e Resûlullah’tan duyduğu: “Biz peygamberler topluluğu miras bırakmayız; bizim bıraktığımız, sadakadır.”[5] hadisini nakletti. O’ndan kalan, O’nun sağlığında sarfettiği yere sarfedilecekti. Evet, bu en nazik anda bile sünnete muhalefet düşünülmüyordu.
3. Zekât Vermek İstemeyenlere Karşı Tavır
Yine aynı günlerde, namaza karşı tekâsül gösterenler ve “Zekât vermeyiz!” diyenler vardı. Hatta, Hazreti Ömer Efendimiz’in (radıyallâhu anh), dehasına esen değişik ilham esintilerinin tesiriyle, “Şimdilik zekâta müsaade etsek?” dediği rivayet olunur. Bu mevzuda sahih rivayetlerle gelen:
أُمِرْتُ أَنْ أُقَاتِلَ النَّاسَ حَتَّى يَشْهَدُوا أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاََّ اللّٰهُ وَأَنَّ مُحَمَّداً رَسُولُ اللّٰهِ، وَيُقِيمُوا الصَّلاَةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ، فَإِذَا فَعَلُوا ذَلِكَ عَصَمُوا مِنِّي دِمَاءَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ إِلاَّ بِحَقِّ اْلإِسْلاَمِ وَحِسَابُهُمْ عَلَى اللّٰهِ
“Ben, Allah’tan başka ilâh olmadığına, (O’ndan başka Mâbud-u bi’l-Hak, Maksud-u bi’l-İstihkak bulunmadığına) ve Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah’ın kulu ve Resûlü olduğuna şehadet edinceye ve namazlarını eda edip, zekâtlarını tastamam verecekleri âna kadar insanlara karşı savaşmak ve yaka-paça olmakla emrolundum. Bunu yaptıkları takdirde, mallarını ve canlarını bana karşı korumuş olurlar; şu kadar ki, İslâm’ın bir hakkı vardır (zekât verecekler, sadaka verecekler, öşür verecekler…). Hesapları, (bu mevzudaki samimiyetleri) ise Allah’a kalmıştır.”[6] hadis-i şerifinden haberdar olan Hazreti Ebû Bekir Efendimiz (radıyallâhu anh):
وَاللّٰهِ لَأُقَاتِلَنَّ مَنْ فَرَّقَ بَيْنَ الصَّلاَةِ وَالزَّكَاةِ، فَإِنَّ الزَّكَاةَ حَقُّ الْمَالِ،وَاللّٰهِ لَوْ مَنَعُونِي عَنَاقاً كَانُوا يَؤَدُّونَهَا إِلَى رَسُولِ اللّٰهِ r لَقَاتَلْتُهُمْ عَلَى مَنْعِهَا
“Allah’a yemin olsun ki, kim namazla zekâtın arasını ayırırsa, onunla harbederim. Şüphesiz zekât, malın hakkıdır. Resûlullah’a verdikleri bir dişi oğlağı bile benden esirgerlerse, vallahi onlarla harbederim!”[7] buyurarak, her mevzuda olduğu gibi, bu mevzudaki hassasiyetini de ortaya koyuyordu.
Hazreti Ömer Efendimiz (radıyallâhu anh) de, şüphesiz ondan daha az hassas değildi. O, sünnetin hükümleri karşısında öylesine titizdi ki, konuşurken, talimat verirken, hutbe okurken, konuşmasının en can alıcı noktasında kendisine Kitabullah’tan ve Sünnet-i Resûlullah’tan bir hüküm hatırlatıldığında hemen dururdu. Bu yüzden onun için: اَلْوَقَّافُ عِنْدَ الْحَقِّ “Hak mevzubahis olunca hemen durup inkıyat eden.” derlerdi. Hadis ve tarih kitaplarında: “Ömer hata etti, kadın doğruyu söyledi; bir kadın bile senden daha fakih ey Ömer; çarşılarda rızık peşinde dolaşmak, Ömer’i Resûlullah’ın meclislerinden, dinini öğrenmekten alıkoydu.”[8] şeklinde, bizzat onun ifadesi olan ve o yüce kametini daha da yücelten pek çok misaller vardır. O dev insan, hak karşısında en ufak itirazda bulunmaz, bulunmayı aklının ucundan bile geçirmezdi.
4. Sünnete İttibadaki Hassasiyet
a. İşte bu büyük mantığın, büyük firasetin, büyük kiyâsetin ve büyük dehanın temsilcisi zat, bir gün el parmaklarının diyeti mevzuunda içtihatta bulunmuştu. Sahabeden biri ona itiraz edip: “Ey Mü’minlerin Emîri! Ben Resûl-i Ekrem’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) duydum, buyurdular ki: Bir elin beş parmağı, iki elin on parmağı, el için kararlaştırılan diyet ne ise onu eşit olarak bölüşürler. İki el tam bir diyet, bir el de onun yarısıysa, tek tek her parmağa on deve düşer.”[9]
Hazreti Ömer, beyninden vurulmuşa dönmüştü ve: “Ey Hattaboğlu! Resûl-i Ekrem’in eserinin olduğu yerde, sen nasıl içtihat edersin?” demişti. Evet, sünnet, sünnet insanında kendisini bütün ağırlığıyla hissettiriyordu.
b. Sahabenin, İbn Ümmi Mektûm gibi, Sevbân gibi, binek üstündeyken ellerinden kamçı düştüğünde dahi, “Ver!” dememek için inip kendileri alacak kadar istemekten hayâ ve hazer eden fakirlerinden Abdullah İbn Sa’dî naklediyor: “Hazreti Ömer ganimetlerden bana bir pay ayırdı. Ben: ‘Ey emîre’l-mü’minin, beni bu mevzuda zorlama!’ dedim. Bana dedi ki: ‘Vallahi, ben de senin gibiydim. Bir defasında, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bana bir şey vermek istediğinde istiğna gösterdim. Buyurdular ki: ‘Al bunu, mal edin kendine, istersen tasadduk edersin. Sen istemeden, beklemeden, dileyip dilenmeden sana bu dünya malından gelirse al, bunda beis yoktur.’ Ben, sana Resûlullah’ın sözünü tekrar ediyorum. Onun, hakkımızda bu mevzuda verdiği hüküm budur.’ “[10]
c. Yine bir defasında, Hazreti Ömer (radıyallâhu anh), şerefli sahabi Zeyd İbn Halid el-Cühenî’nin mescitte ikindi namazından sonra namaz kıldığını gördü. Namaz mü’minin miracıdır, nurudur, sefine-i dinin direğidir. Namazla nâmütenâhiye yürünür, namazla sonsuzluklara yelken açılır. Ama, namazın da kılınacak vakti vardır, kılınamayacak vakti vardır; o, sünnete uygun kılındığında ibadet olur. Yoksa bid’at olur. Cumhura ve cumhur-u sahabeye göre ikindiden sonra nafile namaz kılınmaz; bu yüzden Ömer, elindeki kılıçla Zeyd İbn Halid el-Cühenî’ye vurur ve sünnet mevzuundaki hassasiyetini ortaya koyar. O’nun bu hassasiyetine karşı, Hazreti Zeyd de aynı hassasiyetle cevap verir: “Başımı parça parça da etsen, Allah Resûlü’nü ikindiden sonra nafile namaz kılarken gördüğüm için, bu iki rekâtcığı asla terk etmeyeceğim.”[11]
Bu mevzuda Ümm-ü Seleme Validemiz’den gelen bir rivayet vardır: Efendimiz, evrâdını, nafilelerini, hatta âdet edindiği ibadetlerinin hiçbirini terk etmezdi. Şayet geceyi ihya edememişse kalkar, namazla-niyazla gündüzü nurlandırırdı. Bu cümleden olarak, bir gün misafir heyetler bastırdı ve öğlenin son sünnetini kılamadı. Derken ikindi oldu ve mescidde ikindi namazını eda ettikten sonra hücre-i saadete çekilip, öğlenin geçen son sünnetini kıldı. Ümmü Seleme Validemiz: “İkindiden sonra namaz var mı?” diye sordu ve şu cevabı aldı. “Gelen heyet, beni meşgul etti. Öğlenin son iki rekâtını kılamadım; eksik kalmasın diye şimdi kıldım.”[12]
İhtimal, Zeyd İbn Halid el-Cühenî’nin, Efendimiz’den gördüğü de, bu veya buna benzer bir vak’aydı. Evet, bu fıkhî meselenin menşei her ne olursa olsun, önemli bir hususu hatırlatmakta ki o da, sahabe-i kiramın her ferdinin sünnet mevzuunda gösterdiği derin hassasiyettir.
Sünnet mevzuunda son derece hassas olan Hazreti Ömer (radıyallâhu anh), secdedeyken hançer yemiş ve öyle bir yolla Rabbisine yürümüştü. Son dakikaları ki O’nun o vaziyetini en iyi anlatan “Nabzıma el vurdu binbir tabîbân/ Dediler, derman yok buna, ne çâre?” mısralarıydı. İşte, o esnada: “Yâ emîre’l-mü’minin, yerine birini tavsiye eder misin?” dediklerinde, verdiği cevaplar, onun nasıl bir sünnet kahramanı olduğunu göstermesi bakımından çok mânidardır: “Eğer yerime birini bırakacak olursam, gerçek şu ki, benden hayırlı olanı da bırakmıştı; bırakmayacak olursam, benden hayırlı olan da bırakmamıştı.”[13]
Resûlullah Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bırakmadığını, Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) ise bıraktığını ve her ne şekilde davranırsa davransın, sünnete muhalefet etmiş olmayacağını ifade ediyordu. Ancak, Resûlullah’la (sallallâhu aleyhi ve sellem), -Hazreti Ebû Bekir de olsa- bir başkası bahis mevzuu edildiğinde, tercih, Resûlullah’ın sarîh yolu istikametinde olacaktı.
İşte, Hazreti Ömer de böyle yapmakla beraber, ümmetin salâhı adına orta bir yol tutmuş: Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefat ederken kendilerinden razı olduğu Cennet’le müjdelenmiş on sahabiden altısı o gün henüz hayattaydı ve oğlu İbn Ömer’i hakem, Ka’ka’ayı da kapılarında nöbetçi yaparak: “Daha benim cenazem kalkmadan bu işi aranızda halledin!” deyip, meseleyi onlara havale etmişti. Zira, ümmet-i Muhammed’in çok kısa bir süre için bile olsa, başsız kalmasını istemiyordu.
d. Yine, Hazreti Ömer, devr-i hilâfetpenâhîlerinde Kâbe’yi tavaf ederken geçmiş peygamberlerin bûselerine mazhar olmuş bulunan Hacerü’l-Es’ad’e (Saadetli Taş) yaklaştı. Bu her ne kadar Allah’ın sırrını ve nurunu ihtiva ediyor da olsa bir taştır. Cihanı idare eden o muhteşem dimağ, yaklaştı ona ve şöyle dedi:
إِنِّي أَعْلَمُ أَنَّكَ حَجَرٌ لاَ تَضُرُّ وَلاَ تَنْفَعُ، وَلَوْلاَ أَنِّي رَأَيْتُ رَسُولَ اللّٰهِ يُقَبِّلُكَ مَا قَبَّلْتُكَ
“Biliyorum ki, sen bir taşsın; fayda da vermezsin, zarar da. Eğer, Resûlullah’ı seni öperken görmemiş olsaydım, ben de seni öpmezdim.”[14] Evet, Hazreti Ömer’in o mübarek taşı öpmesine sebep, sünnete olan bağlılığıydı.
e. Sünnet, sahabe-i kiram için mukaddes bir emanetti ve ona riayet ölçüsünde Allah’a ve Resûlullah’a kurbiyet kazanacaklardı. -Allah korusun!- riayet etmezlerse, belki de hain muamelesi göreceklerdi. İşte, Hazreti Ali (radıyallâhu anh), Meysere İbn Yakub’un rivayetine göre, Kûfe’deyken bir defasında ayakta su içti. Meysere: “Ayakta su mu içiyorsun?” diye sorunca da şu cevabı verdi: “Ayakta içmişsem, Resûlullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayakta içerken gördüğümdendir; otururken içersem, Resûlullah’ın oturarak içtiğini gördüğümdendir.”[15]
Sınırları korumak gerekiyordu; evet o nasıl yapmışsa öyle yapmak ve aynı şekilde gelecek nesillere intikal ettirmek iktiza ediyordu. Gerçi, Efendimiz’in oturarak içme hususunda tavsiyeleri ve buna terettüp eden birtakım faydalar varsa da, bu bir vecibe değildi ve “Ayakta hiç su içilmez.” diye, âdâb‑ı nebevî’yi farz yerine koyup herkesi bir noktaya zorlamanın mânâsı da yoktu.
f. Abd İbn Hayr naklediyor: “Hazreti Ali, mestlerin üstünün meshedilmesi mevzuunda şöyle buyurur: ‘Resûlullah’ı mestlerin üstünü meshederken görmemiş olsaydım, bana göre onların altını meshetmek daha uygun olurdu.’ “[16]
Onun bu ferdî görüşü sünnete teslim olmanın ve sünnetin olduğu yerde içtihada tevessül edilemeyeceğinin ifadesiydi; ve işte onlar, sünnet mevzuunda bu kadar hassas idiler.
g. Hazreti Ali olsun, Hazreti Osman olsun, Hazreti Ebû Bekir veya Hazreti Ömer olsun, ya da bütün sahabiler olsun, ne zaman kendi görüşlerinin aksine sünnetten bir hüküm rivayet edilse, hemen o anda sünnete ittiba eder ve çevreye yayılmış da olsa, kendi görüşlerini derhal terk ederlerdi.
İşte, yine Hazreti Ömer; İslâm’da bilhassa hatâen öldürmelerde diyet, âkıleye düşer; yani, bir kişi hatâen birini öldürse, öldürülenin diyetini vermek, öldürene değil: بِحَسَبِ الْمَغْرَمِ الْمَغْنَمُ ‘Borç ve harç ölçüsünde fayda’ kaidesi gereği, öldürenin mirasçılarına düşer ve bunlara ‘âkıle’ denir. Hazreti Ömer Efendimiz, bu mevzuda kadının kocasının diyetine mirasçı olamayacağı kanaatinde idi. Fakat, Dahhâk İbn Ebî Süfyan kendisine: “Yâ emîre’l-mü’minîn, siz böyle hüküm veriyorsunuz ama, Eşyem İbn Dıbâbî vefat edince, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun diyetinden zevcesine miras verdi.” deyince, Hazreti Ömer kararını değiştirmiş ve: “Bundan sonra, kadınlar kocalarının diyetinden miras alacaklardır.”[17] diye ilanatta bulunmuştur.
ğ. Ümmetin emîni Ebû Ubeyde İbn Cerrah (radıyallâhu anh), Hazreti Ömer’in en çok sevdiği dostlarından biriydi. O kadar ki, ölümle pençeleştiği demlerde: “Ebû Ubeyde hayatta olsaydı, yerime onu tavsiye ederdim.” buyurmuştu.[18] Evet, onca sıkıntıdan sonra Müslümanlara yönelen dünya, Ebû Ubeyde’de en ufak bir değişiklik yapmamıştı. Bir defasında, Hazreti Ömer, bu şerefli sahabenin çadırına girdiğinde, fatih ordulara kumanda eden bu büyük zatı, kumların üzerinde okunu hazırlayıp, yayını gererken bulmuş ve: “Dünya herkesi değiştirdi ama, seni değiştiremedi yâ Ebâ Ubeyde!” diyerek ağlamıştı.[19]
Evet, Hazreti Ömer onu o kadar seviyordu. Ebû Ubeyde (radıyallâhu anh) başkumandanken, Amvâs’ta İslâm ordusuna veba musallat oldu. Hazreti Ömer, Amvâs’a kadar gelmiş ve vefakâr dostu Ebû Ubeyde’yi ziyaret etmek istemiş ama, salgın vebadan dolayı Amvâs’a girmesi uygun görülmemişti. Görülmemişti ama, askerlerini ve hele Ebû Ubeyde’yi görmeden oradan ayrılmayı hazmedemiyordu. O, bu düşünceler içindeyken, Abdurrahman İbn Avf geldi ve: “Yâ emîre’l-mü’minîn, ben Resûlullah’tan şunu işittim, buyurdular ki:
إِذَا سَمِعْتُمْ بِالطَّاعُونِ فَلاَ تَدْخُلُوهَا، وَإِذَا وَقَعَ بِأَرْضٍ وَأَنْتُمْ بِهَا فَلاَ تَخْرُجُوا مِنْهَا
“Bir yerde vebâ çıktığını duyarsanız, oraya adımınızı atmayın; bulunduğunuz yerde vebâ başgösterirse, o zaman oradan çıkmayın.”[20]
Hazreti Ömer Efendimiz (radıyallâhu anh), Yezid İbn-i Ebî Süfyan (radıyallâhu anh) ve Muaz İbn-i Cebel (radıyallâhu anh) gibi sahabenin büyüklerinin de içinde bulunduğu, o güzîdeler güzîdesi kudsîler ordusundan pek çoğunu önüne katıp götüren vebâlı şehre girmedi ve sünnet hatırına vefakâr dostunu göremeyerek, içi yana yana bulunduğu yerden geri döndü.
İşte sünnet, bu hassas ruhlar meşcereliğinde, şok seviyesindeki hâdiselerle beslene beslene ve hayatla yoğrula yoğrula hadis muhakkiklerinin kitaplarına aktı… Ve gelip bize ulaştı.
Dipnotlar:
[1] Nisâ sûresi, 4/65.
[2] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 2/190-191.
[3] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 2/191; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 4/301.
[4] Buhârî, ferâiz 3; Müslim, cihad 52.
[5] Buhârî, humus 1; megâzî 14; Müslim, cihad 52.
[6] Buhârî, iman 17; Müslim, iman 36.
[7] Buhârî, zekât 17; Müslim, iman 32.
[8] Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 7/233; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, 4/284.
[9] Abdürrezzak, el-Musannef, 9/383, 385.
[10] Buhârî, ahkâm 17; Müslim, zekât 111.
[11] Abdürrezzak, Musannef, 2/431; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/115; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 5/228.
[12] Buhârî, mevâkît 33; Tirmizî salât 21.
[13] Buhârî, ahkâm 51; Müslim, imâret 11.
[14] Buhârî, hac 50; Müslim, hac 248-251.
[15] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/134.
[16] Ebû Dâvûd, tahâret 63.
[17] Tirmizî, ferâiz 18; Ebû Dâvûd, ferâiz 18.
[18] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 6/391; İbn Sa’d, et-Tabakatü’l-kübrâ, 3/343.
[19] İbn Esîr, Üsdü’l-gâbe, 6/206.
[20] Buhârî, tıb 30; Müslim, selâm 92, 94, 98.
Yazar: Sonsuz Nur’dan alınmıştır.