Oruç ve zekâtın farz kılınışı
Kıblenin tahvilinin üzerinden bir ay geçmişti. Hicretin ikinci yılının Şaban ayıydı. Cibril-i Emîn, yeni bir müjdeyle geliyordu. Efendimiz, vahiy hâli sona erip de ashâbıyla gelenleri paylaşmaya başladığında, ashâb Ramazan ayı boyunca gündüzleri oruç tutma emrinin geldiğini öğrenmişti. Gönderdiği âyetle Yüce Mevlâ, mü’minlere şöyle sesleniyordu:
“Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi oruç tutmak, size de farz kılındı.”1
Onlar için oruç, yabancı oldukları bir ibadet değildi; bugüne kadar ayın belli günlerinde oruç tutmaya başlamışlar, önceki peygamberlerin de oruç tuttuklarının haberini alarak kendilerinin de oruç tutacakları zamanı bekler olmuşlardı. İşte bugün, bu emir geliyordu. Sayılı günler kalmış olan Ramazan ayında, hep birlikte oruç tutacaklardı.
Çok geçmeden zekât verme mükellefiyeti de, farz bir ibadet olarak devreye girecekti. Gelen âyetlerde, namaz kılmak gibi zekât vermenin de farz olduğu ifade ediliyor, zekâtın verileceği alanlar da teker teker sayılıyordu. Anlaşılan, mali durumu disiplin altına almak için bundan böyle yeni bir organizasyona ihtiyaç vardı ve bu ihtiyaç, zekât memurlarının devreye girmesiyle karşılanmış oluyordu.
Namaz, oruç ve zekât, dinin üzerinde bina edildiği en temel ibadetlerdi ve zekât, namaz ve oruçtan farklı olarak mali yönü öne çıkan bir ibadetti. Gerçi sahabîler, ihtiyaç olduğu yerde ellerindeki her türlü imkânı ortaya koyuyor ve hiçbir meseleyi ortada bırakmıyorlardı. Şimdi ise, yaptıkları bu işi, çerçevesi belirlenmiş ölçüler içinde yerine getirecek ve buna mukabil de, farz bir ibadeti yerine getirmenin huzurunu yaşayacaklardı.
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz