Necrân Hey’eti

195

Bunlar arasında, on dördü eşraftan olmak üzere toplam altmış kişilik bir hey’etle Medine’ye gelen Necrân grubu ayrıca dikkat çekiyordu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara mektup yazmış ve:

– Ben sizi, kullara kulluğu bırakıp da Allah’a ibadet etmeye, insanların yakınlığını bir kenara bırakıp da Allah’ın velâyetine davet ediyorum; şâyet kabul etmezseniz cizye verirsiniz. Bunu da kabullenmezseniz, bilin ki bu, sizin için savaş sebebidir! Vesselam, diyerek maksadını ifade etmişti.

İşte, Allah Resûlü’nün bu mektubundan sonra Necrânlılar, meseleyi kendi aralarında müzakere etmiş ve bir hey’et göndererek durumu netleştirmelerini istemişlerdi. Şimdi ise onlar, üstlerinde ipek elbiseler giyip parmaklarına da altın yüzükler takmış olarak şair, vezir ve din adamlarıyla birlikte Medine’ye gelmişlerdi. Mescid-i Nebevî’ye girince doğu cihetine dönmüş ve duaya durup namaz kılmaya başlamışlardı. Ashâb için bu, büyük bir yanlıştı; Resûlullah’ın mescidinde yanlış bir kıbleye dönülür müydü hiç! Hemen müdahale etmek istemişlerdi. Onların bu hâlini gören hoşgörü insanı Allah Resûlü ise:

– Onları kendi hâllerine bırakın, diyecek ve ashâbını ikaz edecekti. İbadetlerini rahatlık içinde eda ettikten sonra da gelip Efendimiz’e selam vermişlerdi; selamlarını alan Efendiler Efendisi onları İslâm’a davet edecek, ancak onlar:

– Biz, sizden önce de zaten Müslüman’dık, diyerek bu davete icabet etmeyeceklerdi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara:

– Sizi Müslüman olmaktan alıkoyan üç şey; haça ibadet etmeniz, domuz eti yemeniz ve Allah’a oğul isnat etmenizdir, diyecekti. Mescid-i Nebevî’de büyük bir gürültü kopmuştu; en temel meselelerini dile getiren Allah Resûlü’nün bu yaklaşımından hiç hoşlanmamışlardı! Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara Kur’ân okuyor ve yalan yanlış anlayışlarını tadil etmeye çalışıyordu.

Ortada nebevî bir cömertlik vardı ve bu süreç, günlerce devam edecekti. Efendimiz’e soru üstüne soru soruyorlardı! Ne soruları soruya benziyor ne de aldıkları cevap karşısında takındıkları tavrın anlaşılır bir yanı vardı; sorularının ardı arkası kesilmeyince Efendimiz de onlara soru sormaya başlamış ve karşılıklı soru cevap şeklinde devam eden meclisler günlerce sürer olmuştu!

– Nasıl olur da Sen, bizim sahibimiz hakkında kötü söz söyler ve onun, Allah’ın oğlu olmadığını ifade edersin, diyorlardı. Garip bir yaklaşımdı ve Efendiler Efendisi onları:

– Evet, şüphesiz ki o, Allah’ın kulu ve resûlü, bekâr ve iffetli Meryem’e Allah’ın ilka buyurduğu bir ruhtur, diye cevaplayacaktı. Kızmışlardı:

– Babasız bir insan gösterebilir misin; şâyet sözünde doğru isen bize bir örneğini göster, diyorlardı.

Yine imdada Cibril-i Emîn yetişmiş, Efendimiz’e şunları tebliğ ediyordu:

– Allah yanında Îsâ’nın durumu, aynen Âdem’in durumu gibidir. Allah Âdem’i topraktan yaratıp ‘ol’ dedi, o da derhal oluverdi. Hakikat, Rabbinin tarafından gelir. Bunda hiçbir tereddüdün olmasın. Artık sana bu ilim geldikten sonra, kim seninle Îsâ hakkında tartışmaya girerse de ki: “Haydi gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, hanımlarımızı ve hanımlarınızı ve bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra da gönülden Allah’a yalvaralım da bu konuda kim yalancı ise Allah’ın lânetinin onların üzerine inmesini dileyelim!”1

Her şey açıktı ama onlar, Kur’ân’ın haberlerine inanmıyor ve söylenilenlerin doğru olmadığını ileri sürüyorlardı. Buna rağmen sabır gösteren Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), düşünmeleri için bir gün daha mühlet tanıdı onlara. Ancak ertesi gün geldiklerinde de durum farklı değildi ve bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), başta Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olmak üzere ehl-i beytini yanına alıp mescide gelecek ve onlara:

– Ben dua edince sizler de ‘Âmîn’ deyin, diyerek Necrân hey’etinin kararını beklemeye başlayacaktı! Açıkça bu, bir meydan okumaydı ve duruma muttali olan Necrânlılar, düşünmek için müddet isteyeceklerdi. Zira iş, sandıklarından daha ciddi idi; başlarındaki sözcülerine dönüp:

– Sakın böyle bir şeyi tercih etme; zira O, gerçekten de bir Nebi ise, bu duayı yaptığı zaman ne bizler ne de bizlerden sonra gelenler iflah olabilir! Bizim adımıza yeryüzünde en küçük bir kıl veya tırnak bile bundan etkilenip yok olur, diyorlardı.

Gerçekten de doğruydu; bunca alâmet O’nun, beklenen Nebi olduğunu gösteriyordu! Öyleyse bir inat uğruna helâke doğru sürüklenecek bir tercihte bulunmak olmazdı ve Efendimiz’in huzuruna gelip:

– Bizden ne istiyorsan Sana onu vereceğiz, diyorlardı!

Müslüman olmasalar da teslim oluyor ve İslâm’ın hükmüne göre yaşamaya rıza gösteriyorlardı. Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) onlarla, Receb ve Safer aylarında getirip teslim etmek üzere iki bin hulle ile bir o kadar da gümüş cizye takdir edip yeni bir sözleşme yapacaktı. Geri dönerken ellerinde, Allah Resû­lü’nün kendileri için yazdığı emânnâme vardı; hem kendilerine tanınan hakları hem de onların Efendimiz’e karşı olan mükellefiyetlerini ihtiva ediyordu!

– Bize, sulh gereği ödememiz gerekenleri teslim edebileceğimiz emin bir adam gönder, diyorlardı. Sultan-ı Rusül Efendimiz:

– Sizinle birlikte Ben, gerçek manada emin bir adam göndereceğim, buyurdu. Daha sonra da:

– Ayağa kalk yâ Ebâ Ubeyde İbn Cerrâh, diye seslenecekti. Arkasından da onlara dönerek:

– İşte bu, ümmetin eminidir, diyecekti.


Dipnot:

  1. Âl-i İmrân, 3/59-61
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.