Nebevî İhsanın İslam’a Isındırdığı Gönüller: Müellefe-i Kulûb

746

Şefkat Peygamberi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Huneyn’in akabinden Tâif problemini de çözmüş ve Ci’râne’ye dönmüştü. Herkesin gözü önünde bambaşka bir tarih yazılıyordu. Muhammedü’l-Emîn, insanları affetmek için âdeta bahaneler üretiyor ve en küçük bir bahaneyi değerlendirip muhataplarını sevindirecek adımlar atıyordu!

Cezalandırmaya muktedir olduğu halde affı tercih etmek, öyle her babayiğidin harcı değildi. Bugüne kadar böyle bir tercihe rastlamamış, atalarından dinlediklerinde de böyle bir âlicenaplığı hiç duymamışlardı! Tam da “Kaleler düştü!” denildiği bir noktada kuşatmayı bile yarıda bırakmış, insanları Tâif’te kendi hallerine bırakmıştı! Hatta, durup dururken başlarına bu kadar gâile çıkaran Tâifliler için kendisinden beddua talep edenlere “Evet!” dememiş ve “Allah’ım! Sakîf’e de hidayet nasip et ve onları da İslâm ile şereflendirip buraya getir!”1 diye dua etmişti. Hezimet yaşayan Hevâzinlilerin peşinden onları takip etmemiş, kendi payına düşen ganimet mallarını bile geri vermişti! Ancak bitmemişti. Hafsalalarını zorlayan nebevî duruş devam ediyordu.

Huneyn’den sonra Ci’râne’de, Hevâzinlilerin geride bıraktığı kırk binden fazla koyun, yirmi dört bin deve bulunuyordu! Bunun yanında dört bin ukıyye gümüş ve miktarı bilinmeyen başka emtia da vardı.2

Tabii olarak o gün savaşın hakkını verenler, haklarının da verilmesini bekliyorlardı. Hatta onlardan bazısı, bunun için Resûlullah’ı zorluyor ve “Yâ Resûlallah! Artık hisselerimizi paylaştırsan da üzerimize düşeni alsak!” diyorlardı. O kadar ki devesine binip de giderken birisi, arkadan ridasını çekmiş ve O’nu bir ağacın altına inmeye mecbur etmişti! Bunun üzerine Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ey insanlar!” diye ses-lendi onlara. Belli ki celâllenmişti; “Ridamı geri verin!” diyordu. “Nefsim, yed-i kudretinde olana yemin olsun ki bugün Ben, yanımda Tihâme ağaçları kadar bile deve sürüsü olsaydı, onların hepsini sizin aranızda dağıtır ve böylelikle sizler de benim cimri ve de sözünde durmayan bir yalancı olmadığımı görmüş olurdunuz!”3

Daha sonra devesinin yanına gelen ve yükünden bir iğne çıkaran Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), onu parmaklarının ucuna alarak kaldıracak ve yeniden, “Ey insanlar!”4 diye seslenecekti. “Vallahi de Benim, “beşte bir”5 dışında şu ga-nimetlerinizde şu iğne kadar bir hakkım yoktur; neticede beşte bir de yine size geri dönmektedir!
Dolayısıyla elinizde, ganimet mallarından, iğneden ipliğe ne varsa, hepsini getiriniz. Sakın ola ki onlardan kendi zimmetinize hiçbir şey geçirmeyiniz! Zira o, onu alan kimse için kıyamet gününde büyük bir âr ve ayıpların en çirkini hâline gelecektir!”6

Aslına bakılacak olursa bu cümleleriyle Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah’ın kendi tasarrufuna verdiği beşte biri de nasıl kullanacağının sinyallerini vermiş bulunuyordu. O’ndan bunları dinleyen ashâb-ı kiram hazretleri, Tâif’e giderken de benzeri uyarılarda bulunduğunu hatırlamıştı. Hatta Medîne’den beri O’nunla birlikte olanların çoğu, Hayber ganimetlerinin taksimi sırasında da benzeri uyarıları duymuş7 ve o günden bu yana, kamu malına el uzatmaktansa açlıktan kıvranmayı tercih eder olmuşlardı.

Efendimiz’in bu uyarısının üzerinden çok zaman geçmemişti ki, ashâbdan biri, elinde bir yumak iplikle huzura doğru ilerlemeye başladı. Yüzünün rengi gitmiş, utancından Resûlullah’ın mübarek yüzlerine bakacak hâli kalmamıştı; “Yâ Resûlallah!” diyordu. “Bu kıl yumağını ben, sırtında yara çıkan devemin üzerine çul dikmek için almıştım!”

Toplumun hiç bir kesiminin ihmal edilmediğini gösteren hadiselerdi bunlar; gelişi gözlenenlere kapılar sonuna kadar açıldığı yerde, merkezdekilerin dışarı çıkmalarına kapılar kapatılmış, hedef olarak herkese kendi ufkunun serhaddi gösterilmiş ve geriye dönüşü olmayan bir yolda mesafe alınıyordu. Onun bu duyarlılığı karşısında, “Onun üzerinde Bana ait olan hakkımı helal ediyorum!” buyurdu Efendiler Efendisi. Ancak sahâbî, her şeye rağmen kararlıydı ve sonucu itibariyle kendisini böylesine ağır bedellerin beklediği bir yerde, geri dön-meye hiç niyeti yoktu; elindeki yumağı getirip görevliye teslim etti.8

Artık sıra, ganimetlerin dağıtılmasına gelmişti. Taksimata başlanmadan önce, Allah’ın emri olan beşte bir hisse bir kenara ayrıldı! Herkes, merakla kime ne kadar düşeceğini bekler olmuştu! Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), alışılmış taksimlerin aksine o gün, hiç kimsenin beklemediği bir yolu tercih etti; kin ve nefret adına o güne kadar başı çeken Mekkelileri öne çıkardı ve onlara, hayallerinden bile geçmeyecek bir muamele yaptı! Santim santim mesafe aldırdığı bu insanları şimdi, bir de ihsanıyla yumuşatacak ve karanlık dünyalarını nurdan şefkatin sıcaklığında nurun aydınlığıyla tanıştıracaktı. Öyle de oldu. Sıra taksimata gelince oradakiler, Resûlullah’ın bazı insanlara daha fazla verdiğine şahit oldular. Hâlbuki, çoğu itibariyle onlar, fırsat buldukları veya düşman tarafından mağlub edildiği takdirde Allah Resûlü’nü öldürmek için can atan insanlardı; gidişata göre hareket etmeyi düşünmüş ve rüzgâr lehlerine döndüğü dakikadan itibaren yepyeni bir hamle daha yapıp, bugüne kadar elde edemediklerine nail olmayı hayal etmişlerdi. Şimdi ise hayal ötesi yepyeni bir süreç yaşamaya başlamışlardı. Allah da (celle celâluhû) O’na, Hevâzinlilerin eliyle bir servet lütfetmiş, O da bu serveti vereni tanıyabilmeleri için o güne kadar bu ufka ulaşamayan Mekkelilere veriyordu!

Fakirlik endişesine kapılmadan dağıttığını fark etmeyen yok gibiydi. Zira o günden sonra “müellefe-i kulûb” olarak tesmiye edilecek olan bu insanlara Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), birer servet bahşetmişti. Mesela o gün, fethin hemen öncesinde Müslüman olan Ebû Süfyân’a yüz deve vermişti. Müthiş bir servetti ve Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri bunu, karşılıksız veriyordu! Üstelik verdikleri, sadece bu develerle sınırlı değildi; o gün ona verdikleri arasında kırk ûkıyye9 gümüş de vardı! Ayrıca oğulları Hazreti Yezîd ve Hazreti Muâviye’ye de benzeri cemîlede bulunmuştu.10 Ebû Süfyân ailesi bir anda, üç yüz deve ile yüz yirmi ûkıyye altın gibi muazzam bir servete sahip oluvermişti! O güne kadar Âhiret’leri adına ellerinden tutan Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), şimdi de dünyalarına el atıyor, ihsanlarıyla şenlendirdiği Ebû Süfyân’ı, kaybettiği liderlik koltuğunu aratmayacak bir iltifata mazhar ediyordu! Bu kadar cemîle karşısında mahcup olan Ebû Süfyân, “Annem-babam Sana feda olsun!” diyordu. “Sen, ne kadar da kerîmsin! Bugüne kadar ben, hep Seninle harp ettim ama kendisiyle harp edilenlerin en hayırlısı yine Sensin! Daha sonra Seninle oturup güven iklimine girdim; gördüm ki semtine uğrayanlara güven dağıtanların en hayırlısı da yine Sensin! Allah (celle celâluhû) Sana, hayr-ı kesîriyle mukabelede bulunsun!”11

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), gelişmeleri yakın takibine almış, şahısları bile adım adım izliyordu. Bilhassa gözü, henüz kararını verememiş ve kritik noktada duranların üzerindeydi; Ci’râne vadilerinde otlayan koyun ve develere gözü takılan Safvân İbn-i Ümeyye de bunlar arasındaydı. Yanına yaklaştı ve “Vadideki bu görüntü, hoşuna gitmiş olmalı, ey Ebâ Vehb!” dedi. Candan ve içten gelen bir sesti; “Git, dört ay düşün!” derken duyduğu sesin aynısıydı. Sıcaklığıyla içini ısıtan bu sesin sahibine doğruyu söylememek olmazdı; döndü ve başını sallayarak, “Evet!” dedi. Safvân için yeni bir şok dalgası daha geliyordu; santim santim mesafe aldırdığı Safvân İbn-i Ümeyye’ye Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “İçindekilerle birlikte hepsi senin olsun!”12 deyiverdi!

Küçük dilini yutacak gibi olmuştu Safvân. Bir insan bu kadar cömert olamazdı; nebevî şefkat çağlayan olmuş, âdeta Mekkelilerin yüreğine doğru akıyordu! Zira “Hepsi senin olsun!” dediği yerde, yüz tane kızıl deve duruyordu! Üstelik bu, dün aldığı borçların karşılığı değil, karşılıksız olarak verilen bir servetti.

Yakın takipteki Safvân için vakit tamamdı; “Ben şehâdet ederim ki!” dedi. “Allah’tan başka ilâh yoktur ve Sen de O’nun Resûlü’sün!”13

Ardından da yeryüzündeki en hayırlı sözü kendisine söylettirmeye vesile olan son hamleyi vurgularcasına, “Çünkü!” dedi. “Böylesine bir cömertliği, ancak bir Nebi yapabilir.”14

İstediği iki aya mukabil kendisine dört ay süre verilen Safvân İbn-i Ümeyye, henüz bir ay bile geçmeden çözülmüştü. Yakın takip, sürekli irtibat, üst üste jestler ve nihayet dünya malıyla yapılan cemîleler karşısında o da erimiş, yıllardır “düşman” olarak baktığı Allah Resûlü’nün safına geçmişti. O günkü ruh haletini anlatırken, soranlara şöyle diyecekti:

“Huneyn günü bana o ganimetleri vereceği ana kadar Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), benim için yeryüzündeki en buğzedilecek insandı; karşılıksız o kadar malı bana vermeye başlayınca sanki bir anda O (sallallahu aleyhi ve sellem), benim için dünyadaki en sevgili kişi hâline geliverdi!”15

Safvân İbn-i Ümeyye gibi yine kendilerinden borç para aldığı Süheyl İbn-i Amr16 ve Huvaytıb İbn-i Abdiluzzâ’ya da Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri, o gün yüzer deve vermişti.17

Bu centilmenlikte Ebû Cehil ailesi de unutulmamıştı; Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) o gün, Ebû Cehil’in kardeşi Hâris İbn-i Hişâm’a yüz,18 huzura gelirken mal-mülk yerine istiğfar talep eden İkrime’ye de elli deve19 vermişti. Ebu Cehil’in bir diğer kardeşi Hâlid İbn-i Hişâm da o gün nebevî cemîleye mazhar olanlardandı. Ebû Cehil’in amcazadesi Hâlid İbn-i Velîd’in kardeşi Hişâm İbn-i Velîd de onlardan birisiydi.

Hakîm İbn-i Hizâm, Hâris İbn-i Hâris, Alâ İbn-i Câriye, Esîd İbn-i Câriye, Abbâs İbn-i Mirdâs, Kays İbn-i Adiyy, Nu-dayr İbn-i Hâris, Esîd İbn-i Hârise, Uyeyne İbn-i Hısn ve Akra’ İbn-i Hâbis’e de yüzer deve vermiş; Cübeyr İbn-i Mut’im, Hişâm İbn-i Velîd, Ebû Cehm İbn-i Huzeyfe, Mutî’ İbn-i Esved, Nevfel İbn-i Muâviye, Ahnes İbn-i Şerîk, Uhayha İbn-i Ümeyye, Cedd İbn-i Kays, Kays İbn-i Mah-reme, Ka’b İbn-i Ahnes, Lebîd İbn-i Rebîa, Hâtıb İbn-i Abdi-luzzâ, Harmele İbn-i Hevze, Hâlid İbn-i Hevze, Hakîm İbn-i Tulayk, Hâlid İbn-i Esîd, Hâlid İbn-i Kays, Half İbn-i Hişâm, Rakîm İbn-i Sâbit, Züheyr İbn-i Ebî Ümeyye, Zeyd İbn-i Hayl, Sâib İbn-i Ebî Sâib, Sayfiyy İbn-i Âiz, Süfyân İbn-i Abdi’l-Esed, Tulayk İbn-i Süfyân, Abdurrahmân İbn-i Yerbû’, İkrime İbn-i Âmir, Amr İbn-i Hişâm, Alkame İbn-i Ulâse, Ebû Senâbil Amr İbn-i Ba’kek ve Umeyr İbn-i Vekeka’ya da elli ilâ yüz deve arasında ihsanda bulunmuştu.

Saîd İbn- Yerbû’, Osmân İbn-i Vehb, Umeyr İbn-i Vehb, Hişâm İbn-i Amr, Mahreme İbn-i Nevfel ve Adiyy İbn-i Kays da ellişer deve verilenler arasındaydı.

İşin garip tarafı, Huneyn’in baş mimarı ve bu kadar sıkıntının yaşanmasına sebebiyet veren Mâlik İbn-i Avf’a da Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), yüz deve vermişti. Çoluk çocuğu da kendisine iade edilmiş, sanki hiçbir şey olmamışçasına memleketine geri giderken, yanında yüz deveyle dönüyordu. Hâlbuki, normal şartlarda bu şahıs, savaşı kaybeden tarafın lideri olarak esir alınması ve bundan sonraki hayatını, kendisini esir alana veya onların köle pazarında sattığı bir başkasına hizmet ederek geçirmesi gereken bir konumdaydı.

Bir o kadar ilginç olan bir husus daha vardı; Uhud’dan bu yana intikam hırsıyla yanıp tutuşan ve Huneyn günü babasının intikamını almak için Resûlullah’ın arkasından dolaşıp yanına kadar sokulan ve nihayet kınından sıyırdığı kılıcını kaldırıp Fahr-i Âlem Efendimiz’i alenen öldürmeye teşebbüs eden Şeybe İbn-i Osmân’a da iltifat etmiş, cemîlede bulunmuştu.20

Hâlbuki, “müellefe-i kulûb” olarak bu insanlara bu kadar mal-mülk veren Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), kendi ashâbına dört deve veya kırkar koyun vermişti. Süvariler için bu rakam, on iki deve veya yüz yirmi koyun idi. Bunun anlamı, gönüllerine dünya malıyla girmek istediği Mekkelilere Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osmân ve Hazreti Ali’ye verdiklerinin belki yirmi, hatta elli katını veriyordu.

Bir tarafta bu civanmertliklerle gönüllere girilirken diğer yanda Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs, “Yâ Resûlallah!” demişti. “Uyeyne İbn-i Hısn ve Akra’ İbn-i Hâbis gibilere yüzer deve verirken Cuayl İbn-i Sürâka’ya herhangi bir ihsanda bulunmadın!”

Hazreti Sa’d’ın bu cümlesini duyunca Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yeni Müslüman olan veya Müslüman olacağını umduğu yahut zararından emin olmak istediği bu insanlara niçin verdiğini ifade sadedinde şunları söyledi:

“Hayatım yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki yeryüzü, Uyeyne ve Akra’ gibi kişilerle dolup taşsa, Cuayl İbn-i Sürâka onların bütününden daha hayırlıdır! Bunlara verirken ben, onları İslâm’a ısındırmak ve alıştırmak için yapıyorum; Cuayl İbn-i Sürâka gibileri ise sımsıkı bağlı olduğu müslümanlığına ve Âhiret’te kendisi için hazırlanmış üstün mükafaatlara havale etmiş bulunuyorum!”

Aynı zamanda bu, kendisine daha az pay verilen herkesin gönlünü alacak bir yaklaşımdı; zaten Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “Herkes koyun ve develerle evine giderken siz Resûlullah ile dönmek istemez misiniz?” demiş ve o gün herkesin gönlünü almıştı.

O gün, kendi payına düşeni azımsayan Abbâs İbn-i Mirdâs, alınganlık göstermiş ve bu alınganlığını şiirine yansıtarak açıkça ifade etmişti; kendisine akran olarak gördüğü Akra’ İbn-i Hâbis ve Uyeyne İbn-i Hısn’a verildiği gibi kendisine de yüz deve verilmesini istiyordu. Statü farklılığı olarak algıladığı bu uygulamayla, kendi atının payına düşen hissesin, Akra’ İbn-i Hâbis ile Uyeyne İbn-i Hısn arasında bölüştürüldüğünü söylüyor ve hakkının yenildiğinden yakınıyordu! Hâlbuki ne Akra’ İbn-i Hâbis ile Uyeyne İbn-i Hısn’a verilenler bir hak edişin neticesiydi ne de o gün, kalbi İslâm’a ısındırılmak istenen müellefe-i kulûbün dışındakilere verilenler birer zulüm sayılabilirdi! Böyle bir durumda herkesin, payına düşenle iktifa et-mesi ve kendisini bir başkasına verilenle kıyaslamaması gerekiyordu. Zira Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah’ın (celle celâluhû) kendisine emrettiğinin dışında bir icraat yapmıyordu. Ancak, bilenle bilmeyen bir değildi ve huzursuzluğundan haberdar olur olmaz Abbâs İbn-i Mirdâs’ı yanına çağırdı; şiirini kendisine hatırlatarak, “Az önce ‘Sonra da benim hissemle atım Ubeyd’in hissesini, Akra’ ile Uyeyne arasında bölüştürüyor!’ diyen sen misin?” diye soracaktı.21

Bunları o söylemişti; Hazreti Ebû Bekir de buna şahitti. Za-ten Abbâs da bunu inkar etmiyordu. Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Gidin ve onun dilini kesin!” buyurdu. Bu arada Hazreti Bilâl’e işaret etmiş, “Ey Bilâl!” demişti. “Haydi, onu götür ve dilini kes! Kendisine bir kat da elbise ver!”

Başta Abbâs İbn-i Mirdâs olmak üzere Efendimiz’den bu cümleyi duyan herkesin gözü dört açılmış, yaptığı taksimatta Resûlullah’ı açıkça tenkit eden Abbâs’ın, dilinin kesileceğini düşünmeye başlamıştı. Zaten bu arada Hazreti Bilâl de elinden tutmuş onu bir tarafa doğru götürüyordu. Arkasını dönen Abbâs, “Yâ Resûlallah!” diye bağırıyordu. “Gerçekten de dilimi mi kesecek? Ey Muhâcir topluluğu! Şimdi benim, dilim mi kesilecek?”

Emr-i nebevî karşısında olabildiğince duyarlı olanlar, o gün Abbâs İbn-i Mirdâs’ın dilinin kesileceğine kesin gözüyle bakıyordu. Hâlbuki, Resûlullah’ın bu türlü harcamalarını organize eden Hazreti Bilâl, meseleyi öyle anlamamıştı; zira, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ona bunu söylerken mecazı kastetmişti. Bu arada, elinden tutup da götürdüğü Abbâs’ın iki de bir, “Dilim kesilecek!” diye tekrarlaması karşısında ona, “Sus be adam!” diyecekti. “Zannettiğin gibi dilin falan kesilmeyecek! Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bana, sana ihsanda bulunarak dilini kesmemi emretti!”

Gerçekten de öyle oldu; onu bir yere götüren Hazreti Bilâl, Abbâs İbn-i Mirdâs’a, ihtiyacı kadar elbise verdi ve akabinden de kendisine, Uyeyne İbn-i Hısn ve Akra’ İbn-i Hâbis gibi yüz deve ihsan edildi.22


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/Buzdan Dağları Eriten ŞEFKAT GÜNEŞİ kitabından alınmıştır.

 

Dipnot:

  1. Tirmizî, Menâkıb 74 (3942); Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 23/50 (14702); İbn-i Hişâm, Sîre 2/305
  2. Vakıdî, Megazî 627; İbn-i Sa’d, Tabakât 2/116; İbn-i Kayyım, Zâdu’l-Meâd 3/473
  3. Buhârî, Cihâd 24 (2821); Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 27/321 (16756); Taberânî, Kebîr 2/130 (1551); Beyhakî, Kübrâ 6/547 (12933); Taberî, Târîh 3/190; İbnü’l-Esîr, Kâmil 2/269
  4. Resûlullah’ın o gün bu şekildeki hitâbı, O’nun sadece mü’minleri kastetmediğini göstermektedir.
  5. “Bir de malumunuz olsun ki savaşta elde ettiğiniz ganimetin beşte biri Allah’ındır. Yani Resûlullah’a, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara (gariplere) aittir.” (Enfâl Sûresi 8/41) meâlindeki âyetle sabit hükmü hatırlatmaktadır.
  6. Vakıdî, Megazî 627; Taberî, Târîh 3/190; Beyhakî, Kübrâ 6/547 (12933); Halebî, Sîre 3/153
  7. Ebû Dâvud, Cihad 143 (2711); Beyhakî, Kübrâ 6/547 (12932); İbn-i Sa’d, Tabakât 2/88
  8. Beyhakî, Kübrâ 6/547 (12933); Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ 5/395
  9. Ûkıyye, Rıtl’ın on ikide biridir. Rıtl ise şehirlere göre farklılık arzetmekte, Mısır rıtlı, 449,28 gram; Suriye rıtlı, 3,202 gram; Beyrut ve Halep rıtlı ise 2,566 gram olarak bilinmektedir.
  10. Vâkıdî, Megâzî 628; İbn-i Sa’d, Tabakât 2/116
  11. Bkz. Vâkıdî, Megâzî 628; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe 2/14; İbn-i Abdilberr, İstîâb 2/714; Halebî, Sîre 3/170
  12. Vâkıdî, Megâzî 629
  13. Bazı kaynaklara göre o gün Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Safvân İbn-i Ümeyye’den borç alınan ve Huneyn savaşı ile Tâif kuşatmasında zayi olan silahlarının bedelini o gün ona ödemek istemiş ve o da bu titizlik karşısında Müslüman olmuştur. Bkz. Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 24/13 (15302)
  14. Vâkıdî, Megâzî 629; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ 5/398
  15. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe 3/25; İbn-i Kesîr, Bidâye 4/389; İbn-i Hibbân, Sahîh 11/159; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl 13/183
  16. Bkz. Hâkim, Müstedrek 3/317
  17. Vâkıdî, Megâzî 629; İbn-i Sa’d, Tabakât 2/116;Taberî, Târîh 3/190
  18. Vâkıdî, Megâzî 629; İbn-i Hişâm, Sîre 2/308; İbn-i Sa’d, Tabakât 2/116; Taberî, Târîh 3/190
  19. Bkz. Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ 5/396, 399
  20. İbn-i Hişâm, Sîre 2/310
  21. İbn-i Hişâm, Sîre 2/309
  22. Vâkıdî, Megâzî 630; Taberî, Târîh 3/191. Bazı kaynaklar deve sayısını kırk olarak beyan etmektedir. Bkz. Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ 5/398
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.