Mekke’nin tehdit mektupları ve Medine’de alınan tedbirler
Mekke’deki Hava
Mekkeliler, hiddetle köpürüp şiddet solukluyorlardı; her türlü gücü ellerinde bulundurdukları hâlde zayıf gördükleri insanlar kazanmıştı. İşin şaka götürür yanı yoktu; ne yapıp etmeli Yesrib’i onların başına yıkmalıydı! Bunun için gerekli olan her türlü yola başvuracak ve mutlak neticeye ulaşma adına her türlü yaptırımı uygulayacaklardı.
İlk olarak, Medine’de reislik hülyaları kuran Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl ile irtibat kuracaklardı. Zira o, Mekke müşrikleri nazarında hâlâ Yesribli Arapların lideri konumundaydı. Gönderdikleri mektupta şunları söylüyorlardı:
– Şüphesiz ki sizler, bizim adamımızı içinizde barındırıyorsunuz. Allah’a yemin olsun ki, ya sizler de O’nunla savaşarak yurdunuzdan çıkarır, ya da bizler, kadın ve mallarınızı elde edip hepinizi esir alıncaya kadar sizinle savaşırız!
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekke’yi geride bırakıp hicret etmiş olsa bile, gelişmeleri yakından takip ediyor ve Mekke müşriklerinin neler çevirdiklerinden haberdar oluyordu. Zira O, mana yanında maddeye de hükmeden bir liderdi. Öyleyse, kıyamete kadar gelecek bütün liderlere rehberlik yapacak stratejileri olmalıydı. Dolayısıyla, mektuptan Efendimiz’in de haberi olmuştu.
Bu mektup kendilerine geldiğinde Abdullah İbn Übeyy ve arkadaşları, durum değerlendirmesi için bir araya gelip meseleyi görüşüyorlardı. Efendimiz, tam bu görüşmenin üzerine gelmişti. Demek ki, Medine’nin nabzını iyi tutuyordu. Şöyle diyordu:
– Kureyş’in size olan tehdit haberi Bana da ulaştı. Onların size hazırladıkları hile ve tuzak, sizin kendi kendinize hazırladığınızdan daha büyük değildir! Sizler, kendi çocuklarınız ve kardeşlerinizle mi savaşacaksınız!
Efendimiz’in bu etkileyici sözleri üzerine, yapmayı planladıkları hususları bir kenara bırakarak dağılıverdiler!
Gerçi Abdullah İbn Selûl, böyle bir hamleyle geri durup her şeyden vazgeçecek bir adam değildi; zira, göz göre göre riyâset makamı elinden giderken Mekke’den gelen bu teklifler iştahını iyice kabartmış, kendisini büyük bir hırs bürümüştü. Ne derlerse yapacak bir ruh hâleti vardı. Mekke için de bu, iyi bir seçimdi; onunla, Müslümanlar arasında fitne kazanları kaynatacak, Müslümanların morallerini bozacak, içten yıkmaya çalışacak ve psikolojik harp adına akla gelebilecek her türlü hileye başvuracaklardı.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, anbean meseleyi takip ediyor ve müşriklerin baş başa vererek kuracakları tuzaklara karşı hazırlıksız yakalanmamak için gelişmelerden günü gününe haberdar olmak istiyordu.
Başka bir gün, Abdullah İbn Übeyy ve arkadaşları oturmuş konuşurlarken, Efendimiz yine üzerlerine gelivermişti; meclis buz kesilmişti. Abdullah İbn Übeyy, bu gelişten de rahatsızlık duyacak ve bunu dillendirmekten geri durmayacaktı. Onun bu çiğ davranışına mukabil, orada bulunan Abdullah İbn Revâha ayağa kalkıp Efendimiz’i müdafaa edince ortalık karışacak ve kısa süreliğine de olsa bir kargaşa yaşanacaktı. Efendimiz yine bu; cehalete kurban giden bu insanlara sükûtla cevap verecek ve Sa’d İbn Ubâde’nin de kanaatini alarak her şeye rağmen af yolunu seçecekti.
Güvenlik Tedbirleri
Artık mesele, farklı bir boyut kazanmıştı; Efendiler Efendisi, aynı zamanda yeni devletin başındaki devlet reisiydi. Mekke’den hicret edenlerle birlikte Medine’de kendisine güvenip de etrafında birleşen insanları koruyup kollamak gibi bir görevi vardı. Üstelik Mekke, Medine’ye hicret edip yerleşen Muhâcirlerle onlara yardım eden Ensârı sürekli rahatsız ediyor ve yarın başlarına gelecekler konusunda tehditler yağdırıyordu:
– Öyle, elimizden kaçıp kurtulduğunuzu sanmayın! Evlerinizin arasına kadar gelecek ve işinizi bitireceğiz, şeklindeki mesajlar, artık sıradan hâle gelmişti.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, kimsenin burnunun kanamasını istemiyor ve âdeta ashâbının üzerine titriyordu. En küçük bir hareketlilik O’nu endişelendiriyor ve meseleyi anlayıncaya kadar rahat yüzü görmüyordu. Bunun için, geceleri uyumadığı oluyordu. Bir gece, sessizce Âişe Validemize,
– Keşke bu gece, ashâbımdan salih birisi çıksa da Beni korusa, demişti. Daha bu cümlesinin üzerinden zaman geçmemişti ki, dışarıda bir ayak sesi duyuldu:
– Kim o, diye seslendi.
– Sa’d İbn Ebî Vakkâs, diye bir ses yükseldi. Demek ki, aynı endişeleri paylaşan başkaları da vardı. Bunun üzerine Efendiler Efendisi:
– Bu saatte seni buraya getiren de ne, diye sordu. Şöyle cevap veriyordu Sa’d İbn Vakkâs:
– Resûlullah’ın güvenliği konusunda bu gece içime bir korku düştü ve O’nu korumak için geldim!
İmamıyla bütünleşmiş bir cemaatin hassasiyetiydi bu! Resûlullah önce, Sa’d İbn Ebî Vakkâs’a dua etti, ardından da hücrelerine çekilerek istirahat buyurdu.
Endişe dayanılmaz boyuta gelince de:
– İnsanlardan gelebilecek tehlikelere karşı şüphe yok ki Allah, Seni koruyacaktır,1 meâlindeki âyet gelmişti.
Mübarek başlarını dışarı çıkardı ve:
– Ey insanlar, diye seslendi. Artık dağılabilirsiniz; zira Allah (celle celâluhû), Beni koruyacaktır!
Ancak, tehlike devam ediyordu. Karşı taraf, âdeta bir yaydan çıkan ok gibi birleşmiş, Müslümanların üzerine birlikte saldırma planları yapıyordu. Aslında, bölük pörçük ve dağınık bir yapıya sahip olan Araplar, ortak düşman olarak gördükleri İslâm karşısında bütünleşmiş, birbirlerine dayanıp destek alarak Efendimiz’e saldırıyorlardı. Her an gelmesi muhtemel bir tehlikeye karşı sahabe artık, yanlarında silahlarıyla birlikte yastığa baş koyuyor ve en küçük bir hareketlenmeye karşı daha duyarlı hareket ediyordu.
Bir gece Medine’de, büyük bir gürültü duyulmuştu. Herkes, kendince hazırlık yapmış ve sesin geldiği yöne doğru hareket etmişti ki, karşılarından gelen birini fark ettiler. Şüphesiz bu, Resûlullah’tan başkası değildi:
– Ben baktım; önemli bir şey yok, diyordu.2
Anlaşılan, yüzyıllardır huzur ve güven ortamına hasret olan Medine’de Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) sadece mü’minlerin değil aynı zamanda çoğunluğunu Yahudi ve müşrik Arapların oluşturduğu yerli halkın güvenliğini düşünüyor ve adımlarını buna göre atıyordu. Zira onlar, böyle bir güven ortamını temin etmesi için O’na yetki vermiş ve kendi adlarına hareket etme salahiyeti tanımışlardı. Medine vesikası bunun en açık deliliydi. Öyleyse iş, sadece din merkezli bir hareket değil, içinde farklı unsurları barındıran devlet yapısının aktif hâle gelme meselesiydi. Ve bu görev, birinci derecede Efendiler Efendisi’nin üzerinde bulunuyordu.
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz