İman Esaslarının Özellikleri ve İtikatta Asimilasyon (2)

664

İman Esasları, Akla ve Fıtrata Uygundur!

İnsan, donanımı ve tecrübeleri dolayısıyla inancını/imanını aklî ve mantıkî temellere dayandırma ihtiyacı duyar. Bu açıdan iman esasları, akıl ve fıtrata, en uygun muhtevaya sahiptir. Allah’ın dini, insan aklına ve fıtratına ters düşen; akıl ve mantığın temel ilkeleriyle çelişen prensipler içermez. Getirdiği esaslar, ortalama insan aklının kavrayabileceği, makuliyetini anlayabileceği ilkelerdir. Bundan dolayıdır ki Kur’ân, “Şüphesiz “Allah katında (hak) din İslam’dır”1 buyurmuş; “..Kim İslam’dan başka bir din ararsa bu kendisinden kabul edilmeyecektir…”2 hükmünü vererek, İslam’ın, insanlar için en makbul ve makul din olduğunu da ilan etmiştir.   

Dünden bugüne İslam’ın getirdiği iman esaslarını, ibadetleri ve ahlakî kriterleri, tenkit etmeye yeltenenler olduysa da başarılı olamamışlardır. Çünkü onun getirdiği esaslar arasında ilme zıt bir esas, emir ya da nehiy yoktur. Kur’ân’ın beyanıyla o, fıtrata uygun, dosdoğru dindir: “O halde Sen hanif olarak bütün varlığınla, batıl dinlerden uzaklaşarak yüzünü ve özünü hak din olan İslam’a yönelt. Allah’ın insanları yaratmasında esas kıldığı o fıtrata uygun hareket et. Allah’ın bu hilkatini kimse değiştiremez. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”3 Allah Resûlü de “Her doğan İslam fıtratı üzere doğar!” buyurur ve aynı hakikati dile getirir. Yani İslam, insan tabiatına yerleştirilen “inanç DNA’sının” ete kemiğe bürünmüş halidir.

Yine Allah Resûlü, “Allah, kullarımın hepsini hanif olarak yarattım.’ buyurdu.”4 diyerek hem insanların hem de gönderilen son dinin, birbirine muvafık ve mutabık olduğunu belirtmiş, insanla İslam arasındaki uyuma dikkat çekmiştir. Nitekim İslam’a, “Hanîf” isminin, verilmesinin temel sebeplerinden birisi de insanın yaratılıştan ve doğuştan kendisine verilen mizaç ve tabiata uygunluğunu ifade içindir.5 Zaten o, akla, mantığa ve insan fıtratına en uygun ilkelere sahip olmasıyla, “ألدين القيم  ” yani “Hak din” ya da “Dosdoğru, makul ve gerçek din”6 olma vasfıyla anılmıştır.7

Dolayısıyla İslam, bir beşer tarafından kendi zamanı dikkate alınarak inşa edilmediği ve sonradan tahrif edilerek kendi içinde çelişkili bir hale getirilmediği için ilk günkü saflık ve duruluğunu, akıl ve mantığa uygunluğunu bugün de korumaktadır. İslam’ın emir ve nehiyleri için muhataplarında akıl şartını araması, takatinin fevkinde mükellefiyetlerle onları sorumlu tutmaması ve sürekli insanları, varlık ve yaratılış üzerinde araştırmaya ve düşünmeye davet ve teşvik etmesi de bunun apaçık göstergelerinden biridir. 

Kur’ân da insanlardan, dogmatik bir şekilde değil akla, ilme ve kati delile dayalı olarak iman etmelerini ister. Bunun için inanılması gerekli olan konular bile açıklanırken çoğu zaman aklî ve mantıkî deliller serdedilir. Mesela, Allah’ın varlığı ve birliği meselesi ifade edilirken herkesin anlayabileceği bir şekilde, “Gökte ve yerde, Allah’tan başka tanrılar olsaydı oraların nizamı bozulurdu. Demek ki o yüce arş ve hükümranlığın sahibi Allah, onların zanlarından, onların Allah’a reva gördükleri vasıflardan münezzehtir.”8 buyurur.   

Mesela, öldükten sonra insanlar tekrar dirilip ebedi bir hayata mazhar olmalıdır ki onlara verilen ebed hissi abes olmasın. Allah, abesten (boş iş) münezzeh olduğuna göre insanlara böyle ebedi bir hayat bahşedecektir. Yeniden diriltmeye gelince, “..O çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diye soranlara, “De ki: ‘Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek.’ Hem O, yaratmanın her türlüsünü bilendir.”9 buyurarak, herkesin çok rahatlıkla anlayacağı bir basitlikte en zor bir hakikati akıllara yaklaştırmıştır. Bundan dolayıdır ki İslam’ın iman, amel ve ahlakî esasları, birbiriyle tam bir uyum içerisinde ve her insanın gönül huzuruyla kabul edip kolaylıkla uygulayabileceği, fıtratıyla çelişmeyen esaslardır.

Bu hakikatin birçok örneğini Allah Resûlü’nün hayatında göstermek de mümkündür. Mesela, Necran Hristiyanlarını temsilen bir grup Medine’ye Efendimiz’i ziyarete gelmişti. Peygamberimiz kendilerini bizatihi Mescid-i Nebevî’de misafir etmiş, on beş gün kadar onlarla ilgilenmişti. Onlar görüşmelerinde Hz. İsa’nın, (haşa) “Allah’ın oğlu” olduğunu söylüyor ve Efendimiz’den de bu sözü onaylamasını istiyorlardı. Her defasında onları sükûnetle dinleyen Efendimiz, bir gün akıl, mantık ve sağduyularına şöyle hitap etmişti: 

– “Allah’ın ölmeyeceğini ve İsa’nın (aleyhisselam) ise ölmeye mahkûm olduğunu bilmiyor musunuz?” 

– “Evet, biliyoruz!” 

– “Rabbimizin her şeyin koruyucusu olduğunu bilmiyor musunuz?” 

– “Evet, biliyoruz!” 

– “Peki! İsa (aleyhissselam), bunlardan herhangi birisini yapabilir mi? 

– “Hayır, yapamaz!” 

– “Peki! Ne yerde ne gökte hiçbir şeyin Allah’a gizli kalmadığını bilmiyor musunuz?” 

– “Evet, biliyoruz!” 

– “Peki! İsa (aleyhissselam), bu gizli şeylerden hiçbir şeyi kendiliğinden bilebilir mi?”

“Hayır, bilemez!” 

“Rabbimizin dilediği şekilde İsa’yı ana rahminde sûretlendirdiğini, ne yemek yediğini ne su içtiğini ve ne de abdest bozduğunu bilmiyor musunuz?”

 – “Evet, biliyoruz!” 

– “Peki, o zaman! Her anne gibi, İsa’nın annesinin de ona hamile kaldığını, sonra her annenin çocuğu gibi onu doğurduğunu, sonra her çocuk gibi emzirdiğini, yemek yiyip su içtiğini ve abdest bozduğunu bilmiyor musunuz?” 

– “Evet, biliyoruz!” 

– “Öyleyse İsa (aleyhissselam), iddia ettiğiniz gibi ilah olabilir mi?”

“Evet, olamaz!” deme cesaretini sergileyemeyen ve Efendimiz’in aklî, felsefî ve mantıkî bu yaklaşımları karşısında şaşırıp kalan heyet, teslim olmuş ancak Müslüman olamamıştı. Bir türlü eski inançlarından vazgeçemeyen ekip, diyecek bir şey bulamamış ve kendi aralarında anlaşarak Peygamberimiz’e, 

– “Bizi sen yönetir misin?” diye teklifte bulunmuşlardı.10

İman Esasları, İfrat ve Tefritten Uzaktır!

Burada üzerinde durulması gerekli bir konu da İslam iman ve ibadet esaslarının, her türlü ifrat ve tefritten, aşırılıklardan uzak olmasıdır. Dinde zorluk yoktur. İtidal, orta yol ve denge vardır. Allah Resûlü’nün beyanıyla “İşlerin en hayırlısı vasat olanıdır.”11 Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak, İslam toplumunu “ümmet-i vasat” olarak nitelendirmiştir.12

Ümmet-i vasat, “Her türlü ifrat ve tefritlerden uzak, inancıyla, ahlakıyla ve adalet anlayışıyla dengeli, sağduyulu, insaflı ve başkalarıyla uyumlu geçinen toplum” demektir. Ayette geçen “vasat” kelimesi, aynı zamanda “hem maddî ve bedenî tutkulara kapılıp zevk ve eğlence peşinde sürüklenmeyen hem de dünyevî ihtiyaçları büsbütün reddedip bir tür ruhbanlık hayatına kendilerini kaptırmayan toplum” olarak da yorumlanmıştır.13

Bu açıdan Müslüman, “Her hak sahibine hakkını veren.”  kimsedir. Bedenin hakkını bedene, ruhun hakkını ruha, kulların hakkını kullara ve Allah haklarını da Allah’a ibadetle yerine getiren istikamet ve denge insanıdır.  İslam, getirdiği iman, ibadet ve ahlak esaslarıyla her çeşit aşırılıkları reddederek dengeli bir din ve dünya görüşü ortaya koymuş ve herkesle uzlaşıp ünsiyet peyda edebilecek örnek bir toplum inşa etmeyi hedeflemiştir.

Müslümanların, her türlü aşırılıktan ya da tefritten uzak durmak için Allah Resûlü’nün kendilerine emanet ettiği iki kaynağı iyi bilmeleri ve onlara sarılmaları şarttır: “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sıkıca sarılırsanız dalalete düşmezsiniz. Allah’ın kitabı Kur’ân ve Sünnet’im…”14

 Aksi takdirde Kur’ân ve Sünnet’in olmadığı yerde müminler, zamanla hidayetten uzaklaşacak ya ifrata sapacak ya da tefrite düşecektir. Sünnet üzere yol aldıklarında ise manen güçlenecek, istikamet üzere yaşayacaklardır. Bunun sonucunda dünyadaki farklı zihnî, fikrî çalkantılara kapılmayacak, İslâm üzere kalb ve duyguları sabit-kadem kalacaktır.

Hz. Abdullah İbn-i Abbas anlatıyor: “Veda haccında, Mina’da şeytan taşlanacağı sabah Resûlüllah ile beraberdim. Bana taş toplayıver demişti. Ben de şehadet parmaklarıyla atılabilecek büyüklükte irili ufaklı taşlardan topladım ve getirip avucuna koydum.  Bu esnada bana: ‘İşte bunlar gibi’ dedi ve şöyle buyurdu: “Dinde aşırılıktan sakının! Çünkü sizden önceki ümmetleri dinde aşırılıkları helak etmiştir.”15

Bu konuda dengeyi yitirmiş ya da yitirmekle karşı karşıya bulunan Ehl-i Kitab’a da Kur’ân aynı uyarıda bulunmaktadır: “..Ey Ehl-i Kitap! Dininize ait konularda haksız yere haddi aşmayın. Daha önce gelip geçenlerden hem kendisi sapmış hem de birçok insanları saptırmış olan atalarınızın ve şimdiki durumda da doğru yoldan sapan birtakım kimselerin heva ve hevesine de uymayın.”16

Abdullah İbn-i Mes’ud da aşırılığa karşı ilmi adres göstererek şöyle demiştir: “Dürülüp ortadan kaldırılmadan önce ilmi öğreniniz. Onun dürülüp kaldırılması, ilim sahiplerinin ölüp gitmesidir. Dikkat edin! Aşırılığa kaçmaktan, didik didik etmekten, bid’atlardan sakının! Kitabullah’a yapışın.”17

Sonuç 

İki makaleden de anlaşılacağı üzere İslam’ın iman esasları, ilk insandan Allah Resûlü’ne ondan da kıyamete kadar zamana ve mekâna göre değişmeyen sabit ve evrensel hakikatlerdir. Kesin, sade ve insaflı her akıl sahibinin anlayıp kabul edeceği, akıl, mantık ve muhakemeye uygun, ilmi malumatlarla çelişmeyen bilakis ilimde derinleştikçe hakkaniyeti daha da belirginleşen ilkelerdir. Bölünme kabul etmeyen, her türlü ifrat ve tefritten uzak, insan fıtratıyla çelişmeyen düsturlar mecmuasıdır. 

Bugün dünyanın dört bir tarafına dağılan ve çok farklı fasit akım ve ideolojilerle muhatap olan Müslümanların hem kendilerini hem de gelecek nesilleri korumak için yapması gereken ilim, araştırma ve ibadet ile imanda derinleşmektir. Bunun için de İslam’ın temel kaynaklarını (Kur’ân’ı, Allah Resûlü’nü ve ashâbın hayat felsefesini) çok iyi bilmek, bu kaynakları, insanlığın geldiği noktayı da dikkate alarak tekrar şerh eden eserlerimizle sürekli irtibat halinde olmak ve müzakere etmek; iman esaslarıyla ilmî hakikatleri birlikte ele alan çalışmaları takip etmek faydalı olacaktır.

Yazar: Dr. Selim Koç 

Dipnot:

  1. Âl-i İmrân Sûresi 3/19
  2. Âl-i İmran Sûresi, 3/85
  3. Rûm, 30/30; Ayette geçen “فطر” fiili Allah’a nispet edildiğinde “varlığı yaratmak, ortaya çıkarmak” anlamına gelir. Fıtrat ise, “İlk baştan yaratmak, yapmak; hilkat, temiz tabiat; çocuğa anne karnında Allah’ın verdiği ilk yapı; insanın özündeki Rabbini tanıma yeteneği” gibi manalara gelmektedir. (Bkz. İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, F-t-r mad.)
  4. Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, IV/162
  5. Hanifi Özcan, Maturidî’de Dinî Çoğulculuk, M. Ünv. İ.F.V. Yay., s. 51, İstanbul 1999
  6. Tevbe Sûresi, 9/36; Yusuf Sûresi, 12/40; En’am Sûresi, 6/161; Beyyine Sûresi, 98/5
  7. Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’an, II/572
  8. Enbiya Sûresi, 22/21
  9. Yâsîn Sûresi, 36/78-79
  10. Vâhidî, Esbabu’n-Nüzûl, s. 61-62
  11. Irâkî, Tahrîcu’l-İhya, III/209
  12. Bakara Sûresi, 2/143
  13. Bkz. Reşit Rıza, Tefsiru’l-Menâr, Bakara Suresi 143. ayetin tefisiri.
  14. Hâkim, Müstedrek, I/93 (319); İmam Malik, Muvatta, Kader 3
  15. Nesâî, Hac 217 (3057)
  16. Maide Sûresi, 5/77
  17. Dârimî, Mukaddime 19; Beyhakî, Sünenu’l-Kübra, II/27
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.