İlâhî İnâyet ve Hendek’ten Ayrılış

548

İlâhî inâyet yeniden kendini göstermişti; Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Cibril-i Emîn’i görmüş ve ashâbına dönerek üç kere:

– Dikkat edin; Allah’tan gelen müjde ile sevinin, buyurmuştu. Cümlelerini bitirir bitirmez Hendek’te göz gözü görmez hâle gelmişti; çadırlar yerinden kopup uçuyor, göz gözü görmüyordu. Zira fikren büyük bir darbe alıp da kendi aralarında ihtilâfa düşen Ahzâb ordusunun bulunduğu yerde o gece büyük bir fırtına kopmuştu; kazanlarını ters yüz ediyor, kaplarını da sağa sola savuruyordu; ateşleri sönmüş ve yuvaları da dağılmıştı! Birden ortalık kararmış ve hendeğin bulunduğu yerde, yürekleri ağza getiren bir gürültü hâkim olmuştu! Hava o kadar kararmıştı ki, parmaklarının ucunu bile göremez olmuşlardı. Zaten soğuktan titremekte olan müşrikler, fırtınanın da tesiriyle iyice üşümüş ve perişan olmuşlardı.1

O ana kadar görmedikleri ordularla karşı karşıya kalmışlardı; büyük bir telaş yaşıyorlardı! Toz dumana karışmış, kimin ne yaptığı anlaşılmaz hâle gelmişti! Kopan çadır iplerini bağlamaya çalışıyor, direkleri yeniden yere çakmak istiyorlardı ama her defasında yeni bir fırtınaya tutuluyor ve bir türlü buna imkân bulamıyorlardı.

Korkudan titremeye başlamışlardı; her kabilenin lideri, kendi adamlarını yanına çağırıyordu ama bu da onları tatmin etmiyor, sürekli baskın yaşayacakları endişesiyle:

– İmdat! İmdat! Kuşatılıp saldırıya uğradınız, diyerek yanlarında toplananları da paniğe sevkediyorlardı.

Artık Hendek’in hâkimi, Allah’ın inâyet olarak gönderdiği rüzgârdı; Allah Resûlü ile mü’minleri yok etmek üzere gözü dönüp de Medine’ye saldırmak isteyen müşriklerin gözlerini kumla doldurmuş ve Allah düşmanlarını dayanılmaz acılar içinde bırakmıştı!

Korkudan yürekleri ağzına gelen münafıklar da, ailelerinin yalnızlığını bahane ederek izin istiyor, birer ikişer sıvışıp ortadan kayboluyorlardı.

Ancak mü’minler, Allah’ın inâyetinin kendilerini kuşatacağı ümidiyle kendilerini daha güçlü hissediyorlardı. Çünkü fırtına, mü’min­lerin kuvve-i maneviyesini takviye ederken müşriklerde korku hâsıl etmişti!

Gecenin bir vakti Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), teker teker ashâbını yokladı ve:

– İçinizde şu topluluğun haberini getirecek kimse yok mu, diye sordu ve bunu yapacak kimseye de, Cennet’te kendisine komşuluk lütfedileceğinin müjdesini verdi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir ileri atıldı ve belki de gözüne ilişen Hz. Huzeyfe’yi göstererek:

– Huzeyfe’yi göndersen, diye Resûlullah’a teklifte bulundu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, yanında oturmakta olan şahsa dönerek:

– Sen kimsin, diye sordu. Allah Resûlü’nün dönüp de kim olduğunu sorduğu kişi:

– Ben Huzeyfe’yim, diye cevap verdi. Tam da aranan insandı; bunun üzerine ona:

– Kalk ve şu sağa sola koşturup duran insanların haberini getir, buyurdu. O ana kadar utancından ayağa kalkamayan Hz. Huzeyfe, mahcup bir eda ile:

– Seni hak ile gönderene yemin olsun ki ben, Senden hayâ ettiğim ve soğuktan korktuğum için ayağa kalkmadım, diyebildi. Zira üzerinde, hanımına ait bir entari vardı ve bu, ancak dizlerine kadar bedenini örtebiliyordu.2 Bunun üzerine Allah Resûlü, ona:

– Bana geri dönünceye kadar sana ne soğuk ne de sıcak bir zarar verecektir, müjdesini verdi. Hz. Huzeyfe, öldürülüp şehit olmaktan değil de esir alınmaktan çekiniyordu ve bunun için de Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:

– Sen, esir de alınmayacaksın, diye ikinci bir müjde daha verdi. Ardından da belli başlı talimatlar vererek gönderdi.

Bu müjdelerle Allah Resûlü’nün talimatlarını alıp da yola koyulan Hz. Huzeyfe’nin arkasından bakarken Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), ayrıca ellerini açacak ve:

– Allah’ım! Onu, önünden, arkasından, sağından, solundan, üstünden ve altından gelebilecek tehlikeler karşısında Sen muhafaza eyle, diye dua edecekti.

Artık Hz. Huzeyfe, içindeki bütün endişeleri bir kenara bırakmış, sanki kırlarda yürürcesine bir rahatlıkla düşmanın bulunduğu tarafa doğru ilerliyordu. Arkasından Efendimiz seslendi:

– Ey Huzeyfe!

Huzeyfe, hemen olduğu yerde durup geri döndü ve Allah Resûlü’nün diyeceklerini dinlemeye durdu; sulh insanı, şunu tembihliyordu:

– Bana geri dönünceye kadar sakın onların arasında bir problem çıkarma!

Resûlullah’ın son talimatını da alan Hz. Huzeyfe, bir çırpıda karşı tarafa geçecek ve ortada yanan ateşin yanındaki kalabalığa yaklaşacaktı. Ateşin etrafında iri yarı bir adam durmuş (Ebû Süfyân), etrafındakilere telaşla:

– Haydi yola çıkalım! Haydi yola çıkalım, diye sesleniyordu. Belli ki önemli bir adamdı ve Huzeyfe sadağından bir ok alarak yayına yerleştirdi. Nişan alıp tam atacaktı ki, Allah Resûlü’nün son ikazı aklına geldi; eli kolu bağlanmıştı; bir problem çıkarmadan geri dönmeliydi ve okunu yeniden sadağına koydu.

Bu sırada, karartının olduğu yerden gelen ses Ebû Süfyân’ı işkillendirmiş ve Ebû Süfyân aralarına bir casusun girmiş olabileceğinden endişelenmişti. Bunun için yanındakilere:

– Herkes yanındakinin elinden tutsun ve onun kim olduğuna bir baksın, diye seslendi. Akıllıca bir yaklaşımdı bu ve neredeyse Hz. Huzeyfe, kendisini ele vermek üzereydi! Hemen sağ ve sol tarafında bulunan iki adamın ellerinden tuttu; önce sağındakine sordu:

– Sen kimsin?

– Muâviye İbn Ebî Süfyân.

Sonra solundakine döndü ve ona da aynı soruyu sordu; aldığı cevap:

– Amr İbn Âs, şeklindeydi. Herkesten önce davranmış ve böylelikle kendisini ele vermekten kurtulmuştu!

Rüzgâr, ortalığı kasıp kavuruyordu. Artık Ahzâb ordusu, geri dönmekten başka kurtuluşun olmadığına inanmış, alelacele yüklerini toplama yarışına girişmişlerdi. Ebû Süfyân, devesine binmiş onu kaldırmaya çalışıyor; ancak fırtınanın şiddetiyle deve ayağa kalkamıyordu.

O kadar korkmuşlardı ki, arkalarına bile bakmadan kaçacaklardı; ne umutlarla geldikleri Medine’den dönerken üç günlük mesafeyi bir günde alacak ve yorgunluktan pul pul döküleceklerdi!

Müşriklerin içine kadar sızıp da haberlerini toparlayan Hz. Huzeyfe, gördüklerini anlatmak için yeniden yola çıkmış, Resûlullah’ın huzuruna geliyordu. Yolda gelirken, yaklaşık yirmi kişilik bir süvari grubuna denk geldi; ona şöyle diyorlardı:

– Arkadaşına haber ver; rüzgâr ve ordularla Allah (celle celâluhû) o topluluğun hakkından gelmiştir!

Tanımadığı kimselerdi bunlar. Hz. Huzeyfe hayretler içinde kalmıştı. Huzura geldiğinde Allah Resûlü’nü yine namaz kılarken buldu.

Vazifesini tekmil eden Hz. Huzeyfe yeniden üşümeye başlamıştı; soğuktan tir tir titriyordu! Uzaktan mübarek elleriyle işaret etti; yanına çağırıyordu. Daha sonra da, üzerine giydiği elbisenin bir parçasını Hz. Huzeyfe’nin üzerine atıp sardı onu. Ardından da neler görüp duyduğunu dinlemeye başladı!3

Hendek’ten Ayrılış

Ahzâb ordusuna yine, geldikleri gibi gitmek düşmüştü! Uhud ve Hamrâü’l-Esed’i unutamayan müşrikler, arkadan takip ederler korkusuyla Hâlid İbn Velîd ve Amr İbn Âs kumandasındaki iki yüz kişilik bir süvariyi orada bırakmış ve böylelikle kendilerini bir nebze garanti altına almak istemişlerdi. Sabah olduğunda, karşı tarafta bir tek düşman askeri bile kalmamıştı!

Arkalarından bakarken Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), hamd makamında şunları söyleyecekti:

– O ki, O’ndan başka ilâh yoktur; askerlerini aziz kılmış, kuluna inâyetiyle mukabelede bulunup yardım etmiş ve düşmanlarını hezimete uğratıp Ahzâb’ın da hakkından gelmiştir! Bundan sonra böyle bir şey olmayacaktır; bundan böyle artık, savaş için üstümüze gelenler onlar olmayacak, savaş meydanlarında belirleyici, biz olacağız!

Hendek’ten ayrılırken Ebû Süfyân, Ebû Üsâme el-Cüşemî eliyle Efendimiz’e bir mektup bırakmıştı; şöyle diyordu:

– Lât ve Uzzâ’ya yemin ederek ve Allah’ın adıyla başlarım! Büyük ve kalabalık bir ordu ile üzerine yürüdüm; bir daha Seninle karşılaşmamak üzere ve kökünü kesmek için gelmiştim! Görüyorum ki, bizimle karşılaşmayı istemiyorsun; hendeğin arkasına sığınmışsın! Ancak benimle Senin aranda, kadınların bile boğazlanacağı Uhud gibi bir gün mutlaka olacaktır!

Er meydanında yenilgiye uğrayanın güreşe doymayacağı âşikârdı; bunca hezimete rağmen Ebû Süfyân da, erliğine halel getirmemek için uzaktan meydan okumaya devam ediyor ve kaçarken bile tehdit savurmayı ihmâl etmiyordu.

Mektubu Allah Resûlü’ne Übeyy İbn Ka’b okumuştu; sonuna kadar dinledikten sonra cevaben şunları yazdırdı Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Sadede gelince; senin mektubun Bana ulaştı. Çokluğuna güvenerek hâlâ gururunun esiri olmaya devam ediyorsun; hâlbuki sözünü ettiğin gibi sen, üzerimize yürürken kökümüzü kazımaktan başka bir şey düşünmüyordun! Oysa ki bu, seninle bizim aramızda Allah’ın takdir edeceği bir meseledir ve Allah (celle celâluhû), afiyeti bizim için takdir etmiştir! Unutma ki Allah, Lât, Uzzâ, İsâf, Nâile ve Hübel’i yerle bir edeceğim günü sana gösterecektir! Bugünden Ben, bunu sana hatırlatıyorum, ey Benî Gâlib’in sefihi!

Demek ki, er meydanlarında kılıcın hakkını vermek gerektiği gibi sair zamanlarda da kalemi konuşturma lüzumu vardı ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de, bunca gelişmeye rağmen hâlâ horozlanan Ebû Süfyân’a ağzının payını veriyor ve bundan sonra başına gelecekleri hatırlatarak aklını başına almasını istiyordu!

Müşrikler geri çekildiğine göre artık Hendek’te kalmanın da bir manası kalmamıştı; bunun için Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), Medine’ye dönüş emri verdi. Ancak Benî Kurayza’yı düşündüğü için henüz ashâbının yüzünde geri dönüş sevincinin tezahür etmesini istemiyordu; zira onlarla görülecek bir hesap vardı!

Aslı astarı olmayan bahanelerle savaştan kaçan münafıklar ise, hâlâ Ahzâb ordusunun geri çekilmesinden habersizlerdi ve:

– Hâlâ yok olup gitmediler, diyerek mü’minlerin hezimete uğrayacağı haberini almak için sabırsızlıkla bekleşiyorlardı! Efendimiz ve ashâbının, sağ salim olarak geri dönüş haberine en çok üzüleceklerin başında yine onlar, bir de yaptıkları ihanetin neticesi olarak Efendimiz’in üzerlerine yürüyeceğinden şüpheleri olmayan Benî Kurayza vardı. Kendilerine çok umut bağladıkları Ahzâb ordusu da eli boş gittiğine göre şimdi meydanda tek başlarına yapayalnız kalakalmışlardı!

Neredeyse bir aydır devam eden bu savaşın neticesinde sadece üç tane müşrik öldürülmüş ve ashâb-ı kirâmdan da sekiz kişi şehit verilmişti. Bu arada Cibril-i Emîn de gelmiş, âdeta Hendek’i özetler mahiyette her bir grubun iç yüzünü de deşifre ederek baştan beri yaşanılanları anlatıyordu.4

Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.

Dipnot:

  1. Bkz. Ahzâb, 33/9. Bu olayın akabinde Allah Resûlü de, “Ben, Sabâ rüzgârıyla yardım gördüm; Âd kavmi ise Debûr rüzgârıyla helâk edilmiştir.” buyuracaktı. Bkz. Buhârî, Sahîh, 1/350 (988), 3/1172 (3033), 3/1219 (3165); Müslim, Sahîh, 2/617 (900); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/223 (1955), 1/228 (2013), 1/324 (2984)
  2. Hz. Huzeyfe, o gün üzerinde ne bir zırh ne de kalkan olduğunu, sadece dizlerine kadar bedenini örtebilen hanımının entarisi ile oraya geldiğini anlatacaktır. Belki de, Efendimiz’in ilk seslenişinde bunun için ayağa kalkmak istememiş ve soğuktan da çekindiği için bu hâliyle düşman içine kadar gitmeyi uygun bulmamıştı. Bkz. Hâkim, Müstedrek, 3/33 (4325); Bezzâr, Müsned, 7/317 (2916), 7/346 (2943)
  3. Verilen vazifeyi tamamlayıp da olup bitenleri Allah Resûlü’ne anlattıktan sonra Hz. Huzeyfe, oracıkta uyuya kaldığını ve o hâlde sabahladığını anlatmıştır. Sabah olunca Allah Resûlü (s.a.s.) yanına gelmiş ve ona: “Ey uykucu! Kalk!” diye seslenmiş ve onu namaza kaldırmıştır! Bkz. Müslim, Sahîh, 3/1414 (1788); İbn Hibbân, Sahîh, 16/76 (7125); Bezzâr, Müsned, 7/317-318 (2916)
  4. Bkz. Ahzâb, 33/9 vd.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.