Hicret, Entegrasyon ve Asimilasyon (2)
İlim ve Kültür Merkezleri
Hicret yurdu Medine, Mekke’den farklı olarak birçok inancı ve kültürü içinde barındırıyordu. Yüzlerce yıldır burada yaşayan Yahudi kabileleri, kendilerine ait bir kültür, sokak hayatı ve zengin bir dünya inşa etmişlerdi. Bu baskın kültür ve güçlü iktisadi ortamdan etkilen Arap kabileleri çocuklarını, okuma yazma, dil, sanat ve zanaat öğrenmeleri için küçük yaşta Yahudi ailelerin yanına veriyorlardı. Hatta çocuğu vefat eden kadınlar, peşinden gelen çocukları yaşarsa onu Yahudî olarak yetiştirmeyi adıyordu. Bu yuvalarda yetişen çocuklar, büyük çoğunluğu itibarıyla Arap kültüründen uzaklaşıyor ve her yönüyle onlara tabi oluyorlardı. Mesela Nadiroğulları, ihanet ve isyanlarından dolayı Medine’den uzaklaştırılırken çocukları onların yanında bulunan aileler, Efendimiz’e gelmiş, “Biz çocuklarımızı bırakmayız! Yâ Resûlallah! Onların arasında bulunan oğullarımız ve kardeşlerimiz ne olacak?” diye sormuşlardı. Bunun üzerine “Dinde zorlama yoktur. Doğru yol, sapıklıktan, hak batıldan ayrılıp belli olmuştur. Artık kim tağutu reddedip Allah’a iman ederse, işte o, kopması mümkün olmayan en sağlam tutamağa yapışmıştır. Allah her şeyi işitir, bilir.” ayeti nazil olmuş ve Efendimiz’de “Onları, iki taraftan birisini tercihte serbest bırakın! Eğer sizi tercih ederlerse onlar sizdendir. Eğer Yahudileri tercih ederlerse onları, onlarla birlikte gönderin!” buyurmuştu.1 Yine Hazrec’in başındaki Sa’d İbn-i Ubade ve Evs’in başındaki Sa’d İbn-i Muaz’da hem İbranice hem de Arapça okuyup yazmayı küçük yaşta Yahudilerden öğrenmişlerdi.
Allah Resûlü, Medine’ye geldiğinde Mescid’ini bir eğitim yuvası, ilim ve kültür merkezi olarak da düşünmüş; ilk planda Muhacirlerin barınma ve eğitim ihtiyacını gidermişti. Üstelik burada sadece teorik bir eğitim verilmiyor; talebeler, kapısı bu mektebe açılan odada kalan Allah Resûlü’nün şahsi, ailevi, sosyal ve idari faaliyetlerine şahit oluyor hem dinleyerek hem de görerek yetişiyorlardı. Böylece bütün vakitlerini ibadet, eğitim ve öğretimle değerlendirme imkanına kavuşan çocuklar ve gençler, hem başkalaşmaktan hem de şehre hâkim olan kültürün tesirinden korunuyorlardı. Kur’ân okuyor, ezberliyor ve kendi aralarında inen ayetleri müzakere ediyorlardı. Onların maddi manevi her türlü ihtiyacını karşılayan Efendimiz, eğitim ve öğretimleriyle de yakından ilgileniyor; bizatihi kendisi de Suffe’de dersler veriyordu. Mescid-i Nebevî’de yaşanan her olaya ve nazil olan vahye şahit olan bu ilim talebeleri, Peygamberimiz’e sorular da sorarak birçok İslamî meselenin aydınlanmasına vesile oluyordu.2
Bu eğitim merkezinde, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisi dışında da hocalar görevlendirmişti. Ubâde İbn-i Sâmit, Ubey İbn-i Ka’b, Abdullah İbn-i Mes’ud, Muaz İbn-i Cebel ve Ebu’d-Derdâ gibi sahabiler, bu bereketli ilim yuvasının hocalarındandı. Suffe’de belli bir müfredata bağlı olarak düzenli bir eğitim yapılıyordu. Peygamberimiz’in Suffe’de öğretilmesi için organize ettiği ilimler, Kur’ân ve Tefsiri, yazı, hadis ve fıkıh ilimleriydi. Zamanla burası öyle bir cazibe merkezi haline gelmişti ki ilk başlarda evlerinden Mescid’e gelip giden Ensar’ın kendisi ve çocukları da ashâb-ı Suffe ile birlikle kalmayı tercih etmeye başlamışlardı.
Peygamber Efendimiz, insanları, günde beş vakit Mescid-i Nebevi’ye cemaatle namazı edaya davet ettiği gibi ilim öğrenmek ve öğretmek için de gelmeye teşvik ediyordu. Suffe’nin en meşhur talebelerinden Ebû Hureyre (radıyallahu anh), O’nun bu teşvikini bize şöyle nakleder: “Hayırlı bir şeyi öğrenmek veya öğretmekten başka hiçbir maksadı olmayarak benim Mescidime gelen kimse, Allah yolunda hizmet eden mücâhidin mertebesindedir…”3
Allah Resûlü, bir gün odasından çıkmış ve Mescid’ine girmişti. İçerde iki ayrı grup gördü. Bir grup insan namaz kılıyor ve dua ediyordu. Diğer grup ise başlarındaki hocalarıyla birlikte ilimle meşgul oluyordu. Efendimiz, onları görünce: “Bunların hepsi hayır üzerinedir. Bunlar Kur’ân okuyor, namaz kılıyor ve dua ediyorlar. Allah dilerse onlara verir, dilerse vermez. Şunlar ise ilim müzakeresinde bulunuyor, öğreniyor ve öğretiyorlar. Ben muallim olarak gönderildim.” buyurmuş, ilimle meşgul olanların yanına yaklaşmış4 ve ne yaptıklarını sormuştu. Onlar da “Ya Resûlallah! Kurra bize Kur’ân talim ediyor böylece biz de Allah’ın ayetlerini dinleyip öğreniyoruz.” demişlerdi. Bunun üzerine Allah Resûlü: “Ümmetim arasında, kendileriyle birlikte sabretmem emredilen kimseleri yaratan Allah’a hamdolsun.” buyurarak onları takdir etmiş ve büyük bir tevazuyla aralarına oturmuştu. Ardından da eliyle işaret edip şöyle halka olun buyurmuştu. Cemaat hemen etrafında halka olup yüzlerini O’na doğru çevirince Resûlullah onlara şu müjdeyi verdi: “Ey yoksul Muhacirler! Müjdeler olsun! Sizlere kıyamet gününde tam bir nur müjdeliyorum. Sizler, cennete, zenginlerden yarım gün önce gireceksiniz. Bu yarım gün dünya günleriyle beş yüz sene eder.”5
Dolayısıyla hicret yurdunda Muhacirin iş ve ev meşguliyetlerinin yanında asla aksatmaması gereken bir vazifesi de ilim halkalarıdır. Zira Allah Resûlü’nün ilim meclisleri adına yaptığı tavsiye ve tahşidatlarına baktığımızda O’nun ilmi, cennete giden bir yol olarak ümmetine tavsif ettiğini görmekteyiz: “Kim bir ilim öğreneceği yola girerse Allah da ona cennete gideceği yolu kolaylaştırmış olur. Her kim soy ve sopunun şerefine aldanarak hayır ameller işlemede geride kalırsa nesebi, onu, salih amel işleyenler seviyesine çıkaramaz.”6
Bunun için Hz. Ömer gibi bazı sahabiler, Mescid-i Nebevî’de Allah Resûlü’nün yaptığı ders ve sohbetleri kaçırmama adına Ensar’dan kardeşleriyle aralarında anlaşmış ve nöbetleşe dersleri ve sohbetleri düzenli olarak takip etmişlerdi. Zira tabiat boşluk kabul etmiyordu. İlim ve sohbetlerden mahrumiyet, maneviyatlarının zayıflamasına sebebiyet verebilir bu da zaman içerisinde onlarda farklı kaymalara dönüşebilirdi. Onlar, nefis ve şeytana karşı Allah Resûlü’nün etrafında halka olarak tedbirlerini almışlardı.
Sohbet Halkaları
Hicret yurdunda ashâb-ı kiram, yaşadıkları maddi manevî zorluklara rağmen moral ve motivasyonlarını koruma, İslamî heyecanlarını canlı tutma ve imanda derinleşip Allah ile irtibatlarını sağlamlaştırma adına kendi aralarında da sık sık bir araya geliyor ve sohbet meclisleri oluşturuyorlardı. Birbirlerini davet ederken de “Gelin biraz imanlaşalım!” diyorlardı. Zira din nasihatti.7 Nasihat de her konumdaki insanın her an muhtaç olduğu bir ihtiyaçtı. Bundan dolayıdır ki Kur’ân, “Onlara öğüt ver, sürekli hatırlatmaya ve nasihate devam et; çünkü zikir ve hatırlatma mü’minler için mutlaka faydalıdır.”8 buyuruyor ve bu önemli hususa dikkat çekiyordu. Aksi taktirde nefis ve şeytanın hileleri ve dünyanın cezbedici güzellikleri, bakışları bulandırabilir ve ayakları kaydırabilirdi.
Bu ihtiyacı hakkıyla idrak etmiş ashâb-ı kiramın sohbet hassasiyetini Ebu’d-Derda şöyle anlatır: “Abdullah İbn-i Revaha’yı görmeyeceğim ve onunla beraber oturup sohbet etmeyeceğim günden Allah’a sığınırım. Bunun içindir ki o, karşıdan geliyorsa hemen göğsüme, arkadan geliyorsa omzuma dokunur ve elimden tutarak bana: ‘Haydi kardeşim! Gel seninle biraz imanlaşalım. Zira kalb, bir kazanın kaynamasından daha hızlı değişir.’ derdi. Ardından da oturur Allah’ı anardık. Bir defasında yine beni davet etti. Bir miktar zikir ve sohbetten sonra bana, ‘İşte bu meclisimiz, iman meclisidir. Dikkat et! İmanın misali senin giydiğin şu gömleğe benzer. Onu giymen çıkarman kadar, çıkarman da giymen kadar kolay ve hızlıdır!’ dedi.”9
Onlar, bu şuur ve hassasiyeti, Allah Resûlü’nün sohbet halkalarında ders almışlardı. Hakkını verdiklerinden dolayıdır ki Rahmet Peygamberi’nin sohbetiyle şereflenmiş bu bahtiyar kimselere, hakkın en birinci talipleri, Hak yolunun en müştak yolcuları, Allah rızasının en kusursuz müritleri oldukları halde, bu hususlardan herhangi biriyle değil de sohbet payesiyle öne çıkarılarak “musahabe kahramanları” manasına sahabî denilmişti.10 Dolayısıyla peygamber yolunda yaşamanın ve bir yönüyle sahabîleşmenin yolu sohbet-i canan meclislerinden geçer. Ki Allah Resûlü, “Bir grup, Kur’ân’ı okuyup ondan ders almak için Allah’ın evlerinden birinde toplanacak olsalar, mutlaka onların üzerine sekine, (vakar, itmi’nân huzur) iner ve onları Allah’ın rahmeti bürür. Melekler de kanatlarıyla sararlar. Allah, onları katında bulunan yüce cemaate de anar.”11 buyurur ve bu meclislerin Hak katındaki değerine dikkat çeker.
Burada Allah’ın evi tabiri sadece mescitleri değil, ilim, fikir ve zikir faaliyetinin yapılacağı bütün mektep, medrese, ev, dükkan vs.. ortamları içine alır. Zira asıl olan mekân değil sohbettir, Kur’ân, Sünnet ve hayatü’s-sahâbeden beslenmedir. Bunun için günümüzün muhacir ve ensarı, müsait olan mekanları sohbet meclislerine açarak nurlandırabilir ve böylece yaşadıkları şehirleri, huzur ve bereketin kaynağına dönüştürebilirler. Aksi takdirde sohbet meclislerinin yerini başka mekanların, sohbetin yerini başka meşgalelerin alması ve bunun sonucunda farklı kaymaların yaşanması kaçınılmazdır.
Gençlere ve Çocuklara Özel İlgi
Muhacir ve Ensarıyla ashâb-ı kiram, evlatlarını da yakın takibe alıyor ve onları Efendimiz’in huzuruna yönlendiriyorlardı. Resûlüllah’ın sohbetinden ayrı düşen ve O’nu ziyarette gevşeklik gösteren çocukları ve gençleri, ikaz edip uyarıyorlardı. Mesela, Hz. Huzeyfe, farklı meşguliyetlerinden dolayı birkaç gün Mescid-i Nebevî’ye gidememiş dolayısıyla Efendimiz’i de görememişti. Durumu fark eden annesi, ona, “Allah Resûlü ile en son ne zaman görüştün?” diye sormuş; o, “Birkaç günden beri görüşemedim!” deyince annesi onu ikaz etmişti. Bunun üzerine hatasını anlayan Hz. Huzeyfe, “Tamam anne, dur kızma! Söz, hemen Resûlullah’ın yanına gidiyorum. O’nunla hem akşam namazını kılarım hem bana hem de sana dua ve istiğfarda bulunmasını talep ederim.” demiş ve Mescid’in yolunu tutmuştu.12
Allah Resûlü de “Kişi, arkadaşının dini üzeredir. Öyleyse her biriniz bu hususta dikkat etsin ve kiminle dostluk kuracağını iyice araştırsın.”13 buyuruyor; özellikle yetişme çağındaki çocukların ve gençlerin arkadaş çevresine dikkat edilmesi gerektiği dersini veriyordu. Daha önce de belirtildiği gibi Medine çok kimlikli bir yerdi. Bütün bu kimlikler, gizli açık İslam’ın nurunu söndürmeye çalışıyorlardı. Arkadaşlık ve dostluk sıradan bir olay değildi. Zira arkadaşlar, birbirine, itikadî, amelî ve ahlakî konularda çok ciddi tesir edebilir ve gidilen farklı mekanlarda çeşitli kalbi, hissi ve zihni kaymalara sebebiyet verebilir.
Bu gerçeği ifade sadedinde Allah Resûlü, şöyle buyurmuştu: “İyi arkadaşla kötü arkadaşın misali, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sahibi sana ya kokusundan takdim eder ya da sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince ya bedenini, elbiseni yakar ya da kerih kokulu dumanı üzerine siner.”14 Dolayısıyla hicret yurdunda arkadaşlıklara, kurulan dostluklara ve dinlenmek, eğlenmek vb. maksatlar için gidilen mekanlara azami dikkat edilmesi gerekiyordu.
Muahatla, Muhacir ve Ensar sadece birbirine kardeş yapılmamış aynı zamanda arkadaş da kılınmıştı. Beyler beylerin, hanımlar hanımların, çocuklar da birbirlerinin dostu olmuştu. Zaten sahabeyi zirveye çıkartan da en zirve insanla, Allah Resûlü ile arkadaş olmaları ve her mesele de O’nun tesirine girmeleri değil miydi?
Ayrıca Efendimiz, çocukları ve gençleri, güreş, ağırlık kaldırma, yüzücülük, binicilik (at ve deve yarışları), atıcılık (okçuluk ve mızrakçılık) ve koşu gibi değişik sportif faaliyetlere yönlendirerek hem onların zihnen ve bedenen gelişmelerini temin etmiş hem de bu etkinliklerle onları toplumdaki zararlı duygu, düşünce ve alışkanlıklardan korumuştu.
Hicret Şuuru Oluşturulması ve Miras Bırakılması
Muhacirleri, hicret yurdunda asimile olmaktan koruyacak önemli bir vesile de hicret ibadetinin mahiyetini, kıymetini ve şerefini idrak etmektir. Böylece Muhacirler, onu korumak için özel gayret sarf edecektir. Zira onun değerini bilmeyenler, sadece şikayet edecek, yaşadıklarına kahredecek ve kazanacağı bir kulvarda kaybedecektir. Bu manada Kur’ân, hicreti ve hizmeti, imanla birlikte ele alır: “İman edip hicret edenler ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad edenler var ya işte onlar, Allah indinde en yüksek derecelere sahiptirler. İşte kurtuluşa erenler de bunlardır. Onların Rabbi kendilerinin, katından bir rahmete, bir rıdvana ve içinde daimî nimetler bulunan cennetlere gireceklerini müjdeler. Onlar o cennetlerde ebediyyen kalacaklardır. Muhakkak ki en büyük mükâfat Allah’ın yanındadır.”15 Bir başka ayet-i kerimede ise Muhacirlerin ve Ensarın gerçek mü’minler olduğu, mağfireti ve mükafatı hak ettikleri şöyle anlatılır: “İman edip hicret edenler, Allah yolunda cihad edenlerle onlara kucak açıp yardım eden Ensar var ya, işte gerçek müminler bunlardır. Bunlara bir mağfiret, pek değerli bir rızık (nasip) vardır.”16
Hicret, sadece bir göç değil mü’minlere, Allah’ın rızasını kazandıran, merhamet ve mağfiretine mazhar kılan salih bir ameldir. İnananları gerçek mü’minler ufkuna yükselten başlı başına bir ibadet ve aksiyondur. Bundan dolayıdır ki Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Kendisine, “Ya Resûlallah! Bana öyle bir amel tavsiye et ki onunla amel edip istikamet üzerine yürüyeyim.” diyen sahabiye, “O zaman senin hicret etmen gerekir. Zira hicrete denk bir ibadet yoktur.”17 buyurmuştu. Bir başka zaman Muhacir olmanın değerini ifade ederken, “Muhacir olmasaydım, Ensar olurdum. Ensar şayet bir vadiye girecek olsa Ben de onlarla birlikte o vadiye girerdim.”18 buyurarak hicretin, salih ameller arasındaki farklılığını vurgulamıştır. Kur’ân da inananlar arasında Muhacirlerin ve Ensarın, birinci dereceyi kazanarak rıza ufkuna erdiğini şöyle müjdeler: “İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce tâbi olanlar yok mu? Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan râzı oldular.”19
Bu vb. ayet ve hadislerle Allah ve Resûlü, hicretin beraberinde getirdiği sıkıntıları dillendirip gençleri bu ibadet ve aksiyondan soğutma değil de hicretin Hak katındaki yerini ve değerini anlatıp bir “Muhacirlik şuuru” oluşturmayı hedeflemiştir. Ayrıca Efendimiz, “..Hicret edin ki evlatlarınıza, izzet/şeref/itibar miras bırakasınız.”20 buyurarak muhacirliğin, büyük bir şeref olduğunun nesillere anlatılması ve bunun nesilden nesile de miras bırakılması gerektiğini özellikle vurgulamıştır.
Dolayısıyla hicretin başlı başına mümine kazandırdığı değer ve mükafatların şuurunda olan bir kimse, her adımını bu şuurla atacak ve son nefese kadar hicretini, Allah’ın inayetiyle kendi kalarak korumaya çalışacaktır. “Hicret, kendisinden önceki bütün günahları siler!”21 müjdesine mazhar olmak için ciddi bir gayret sarf edecektir.
Yazar: Dr. Selim Koç
Dipnot:
- Taberî, Tefsîr, 3/15, Beyhakî, Sünen, 9/186, Hâzin, 1/185-186, Suyutî, Dürrü’l-mensûr, 1/329.
- Bkz. Buharî, Salât 84
- İbn-i Mâce, Ebvabu’s-Sünnet 17 (227); Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, II/418
- İbn-i Mâce, Ebvabu’s-Sünnet 17 (229)
- Ebu Davud, İlim 13 (3666)
- Ebu Davud, İlim 19 (3643)
- Bkz. Müslim, İman 95
- Zariyât Sûresi, 51/55
- İbn-i Asâkir, Tarihu Dimeşk, XVI/172; Suyutî, ed-Dürrü’l-Mensûr, II/117 (Âl-i İmran, 8. ayetin tefsirinde) Aynı şekilde Hilal el-Muharibî de Hz. Muaz İbn-i Cebel’in kendisini “Haydi gel! Bir saat imanlaşalım.” diye çağırdığını belirtir. İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, (30363); Aynî, Umdetu’l-Kârî, I/222
- Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, II/244
- Ebu Davud, Salât 349 (1455); Müslim, Zikir 38 (2699); Tirmizî, Kıraa’t 3 (2946)
- Tirmizî, Menâkıb 90 (3781)
- Ebu davud, Edeb 19 (4833); Tirmizî, Zühd 45 (2378)
- Buharî, Büyu’ 38 (2101); Müslim, Birr 45 (2628); Ebu Davud, Edeb 19 (3829)
- Tevbe Sûresi, 9/20-22
- Enfal Sûresi, 8/74
- Nesaî, Bey’at 14 (4167)
- Buharî, Menâkıbu’l-Ensar 2 (3779)
- Tevbe Sûresi, 9/100
- Ali el-Muttakî, Kenzu’l-Ummal, I/114 (1010); Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, III/330 (3375)
- Müslim, İman 54 (121)