Hevâzin’den Gelen Haber ve Huneyn’e Hareket
Fetih gerçekleşeli tam on dokuz gün olmuştu.1 Bu süre içinde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekke’de kalma niyeti olmadığı için namazlarını da hep kısaltarak kılmıştı; otoriteyi temin edecek ve geri dönecekti. Ancak öyle olmadı; zira Hevâzin tarafından iyi haberler gelmiyordu.
Gelen haberlerin doğruluğunu teyit etmek için ashâbından Abdullah İbn Ebî Hadred’i:
– Git ve onların haberlerini bize getir, diyerek Hevâzin’e gönderdi. Abdullah İbn Ebî Hadred onların yaşadıkları yerlere kadar gidecek ve bir miktar aralarında kalarak durumu tetkik edip geri gelecekti!
Emr-i nebevîyi alır almaz yola koyulan Hz. Abdullah, Hevâzin’e geldiğinde gerçekten de onların, ciddi ciddi savaş için hazırlık yaptıklarını görecek ve daha fazla malumat toplayabilmek için de aralarında iki gün kalacaktı. Hevâzin’de fitne kazanı çoktan kaynamıştı; Mekke’nin fethiyle birlikte Allah Resûlü’nün kendi üzerlerine yürüyeceğini düşünen Hevâzin ve Sakîf kabileleri, birbirlerine gidip gelmeye başlamış ve:
– Şimdi sıra bize geldi! Artık üzerimize yürümesi için hiçbir engel kalmadı; iyisi mi, el birliği yaparak üzerine yürüyüp bu işi bitirelim! Çünkü vallahi de Muhammed, bugüne kadar savaşın ne olduğunu bilmeyen insanlarla savaştı. Haydi toparlanın da insanlar arasında dolaşarak orduyu hazır hâle getirip, O bize gelmeden biz O’nun üzerine saldıralım, diyorlardı. Zaten hazırlıklı idiler; yaklaşık bir yıldır bu ânı bekliyor ve diğer kabilelerden de destek almaya çalışıyorlardı.
Onlar için Mekke’nin fethi, bugüne kadar yapageldikleri hazırlıklarını hızlandırmaları gerektiğini gösteriyordu ve onlar da öyle yapacaklardı.
Kısa zamanda Hevâzinliler, Sakîf, Nasr ve Cüşem kabilelerini de ikna etmiş, tamamının desteğini alarak geri dönmüşlerdi. Sa’d İbn Bekr ve Benî Hilâl kabilelerinden az miktarda destek bulurken Hevâzin’in kendi içinden Ka’b ve Kilâb boyları ise:
– Vallahi sizler, doğudan batıya kadar herkesi yanınıza alarak Muhammed’in üzerine yürüseniz de O, yine size galip gelecektir, diyerek Hevâzin davetçilerini huzurlarından kovmuş ve bu çağrıya katılmamışlardı.
Bu kadar dağınık yapıyı toparlaması için aralarından Cüşem kabilesinden yüz yaşını aşkın Düreyd İbn Sımme adında birini reis yapmak istedilerse de o, gözlerindeki zaafı öne sürerek bunu kabul etmeyince Mâlik İbn Avf adında otuz yaşlarında genç birini kendilerine kumandan seçtiler. Ancak Mâlik İbn Avf’ın Düreyd’e aşırı derecede hüsn-ü zannı vardı ve gelip her meselesini ona sormadan karara bağlamıyordu. Bir aralık Düreyd Mâlik’e:
– Yâ Mâlik, diyecekti. “Şu anda sen, Arapları hizaya getirmiş, Acemlerle Şam’da bulunanları korkutmuş ve Hicâz Yahudilerini de Yesrib’den çıkaran çok kerim birine karşı savaşa çıkıyorsun. Unutma ki Muhammed’le senin bu savaşın burada kalmayacak ve mutlaka sonrası da olacaktır!”
Toy kumandan Mâlik ona:
– Yarın seni de sevindirecek olanı göreceksin, diye karşılık verdi. Gözü dönmüştü ve gemileri bütünüyle yakarak savaş meydanına çıkmayı düşünüyordu. Onun yanına kadar yaklaşmayı başaran Efendimiz’in elçisi Hz. Abdullah, Mâlik’i şunları söylerken duymuştu:
– Muhammed bundan önce aslında hiç savaşmadı; onun karşılaştığı insanlar, savaşın ne olduğunu bilmeyen tecrübesiz kimselerdi ve onun için galip geliyordu! Yarın sabah olunca sizler, hayvanlarınızla kadınlarınızı da arkanıza alarak saf tutmaya başlayın. Ardından da hep birlikte saldırıya geçeriz! Kılıçlarınızın kınlarını da kırın; unutmayın, O’nu kınları kırılmış yirmi bin kılıçla karşılayacaksınız! Hepiniz aynı anda ve bir adam gibi hamle yapın! İyi bilin ki galibiyet, ilk saldıranlarındır!
Mâlik’in maksadı, dünya adına malik oldukları her şeylerini yanlarına alan adamları için gemileri yakmak ve onlar için geriye, galibiyetten başka bir alternatif bırakmamaktı. Aileleriyle mallarını koruyabilmek için canlarını dişlerine takacaklarını düşünüyor ve bunu, mü’minlere karşı kullanabileceği en büyük koz olarak görüyordu!
Derken Evtâs denilen yerde karargâh kurup ordunun toplanması için emir verilmişti. Buraya gelip de kadınlarla çocukların seslerini, koyunların meleyişleriyle develerin böğürmesini duyan Düreyd bu işe karşı çıksa da Mâlik’in ısrarları netice verecek ve Hevâzin ordusu, beldelerinde hareket eden her canlıyla birlikte topkeyûn saldırı kararı alacaktı. Düreyd’i çileden çıkaran bir hareketti bu ve onun bu tehevvürlerinden Mâlik de rahatsız olmuştu:
– Ne olacak, artık bunamış, diyor ve meseleyi, ‘ya o ya ben’ konumuna getirerek insanların kendisini dinlemeleri gerektiği konusunda ısrar ediyordu. Sonuçta da onun dediği olacak, halk yarın ölüp gidecek bir insanın peşinden koşturmaktansa yarını olan bir genci tercih edecekti. Olup bitenleri büyük bir inkisarla takip eden yaşlı savaşçı Düreyd, gençliğine olan özlemini dile getirdikten sonra bir hamle daha yapacak ve Mâlik’e, hiç olmazsa bir süvari birliğini ayırarak onları dağ başlarına yerleştirmesini ve böylelikle, üzerlerine doğru gelen Müslümanları kıskaç altına alacak şekilde onlara tuzak kurmasını öğütleyecekti.
Huneyn’e Hareket
Tetkik vazifesini yerine getirip de geri gelen Hz. Abdullah, duyup gördüklerini Allah Resûlü’ne haber verecekti; maalesef gelen haberler doğruydu! Göz göre göre üzerlerine bir ordu geliyordu ve Hevâzinlilerin bu haberlerini alan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbına dönerek savaş için hazırlanmalarını emredecekti:
– Yarın bizim karargâhımız, müşriklerin bir zamanlar aleyhimize karar aldıkları Benî Kinâne yurdunun olduğu yerdir, buyurdu. Fetihle rahat bir nefes aldıklarını düşünen ashâb için yeni ve zorunlu bir savaş kapısı daha aralanıyordu; ancak daha onlar Mekke’ye saldırmadan önce onlara karşılık verilmeli ve bu savaş mutlaka Mekke dışında gerçekleşmeliydi!
Bunun için daha fazla silaha ihtiyaç vardı ve Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir adım daha atarak Safvân İbn Ümeyye’ye haber gönderip onunla bir yerde buluştu:
– Yâ Ebâ Ümeyye, diyordu. “Düşmanlarımız için karşılaşırken bize ödünç olarak silah verir misin!”
Safvân henüz Müslüman olmamıştı; ancak Efendiler Efendisi onda Müslüman olma potansiyeli görüyordu ve belki de böylesine önemli bir dönemeçte, onunla oturup konuşabileceği, birlikte zaman geçirip İslâm’ın güzelliklerini gösterebileceği ve hâliyle kalbine hitap edebileceği müşterek anlarını daha da çoğaltmak istiyordu!
Safvân ise daha başka şeyler düşünüyordu ve:
– Onları benden bir daha geri vermemek üzere mi alacaksın, diye karşılık verdi.
– Hayır, diyordu Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). “Bilakis onu, bir müddet kullandıktan sonra yeniden sana iade etmek üzere emaneten almak istiyorum!”
– Öyleyse bunda bir mahsur yok, dedi Safvân İbn Ümeyye ve gidip yüz zırh ile kılıç kalkan cinsinden birçok silah getirerek Efendiler Efendisi’ne verdi. Aynı şekilde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) o gün amcaoğlu Nevfel İbn Hâris’ten de üç bin mızrak borç almıştı; iltifat olması için de ona:
– Senin şu mızraklarının, müşriklerin belini kırdığını görüyor gibiyim, buyurmuştu.
Takvimler, Şevvâl ayının altısını gösteriyordu; bir cumartesi günüydü. Derken Benî Kinâne yurdunun olduğu yerde on dört bin kişilik bir ordu2 hazırlanmış, Allah Resûlü’nden gelecek emri bekliyordu ve Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da bu emri verdi; artık ordu Hevâzin istikametinde ilerliyordu! Bu yolculukta maiyyet olarak Efendimiz’in yanında, Ümmü Seleme ve Meymûne Validelerimiz de bulunuyordu.
Emir olarak Mekke’de, yirmi yaşlarındaki Attâb İbn Esîd’i bırakmış ve Muâz İbn Cebel’i de insanlara İslâm’ı öğretmesi için tayin etmişti.
Artık akşam olmuştu ve mola veriliyordu. Bu sırada Allah Resûlü’nün yanına bir atlı gelerek:
– Yâ Resûlallah, dedi. “Ben sizlerden önce gidip şu dağların tepesine çıkmıştım; Hevâzinlilerin, yanlarına koyunlarıyla develerini, çocuklarıyla kadınlarını da almış olarak orada bekleşmekte olduklarını gördüm; aile fertlerinin hepsiyle birlikte gelip orada toplanmışlar!”
Süvarinin heyecanla anlattıklarını dinleyen Efendiler Efendisi, tebessüm etmeye başlamıştı; önce:
– İnşâallah, onların hepsi yarın Müslümanlar için ganimet olacak, buyurdu. Sonra da ashâbına dönerek:
– Bu gece nöbetçimiz kim olur, diye sordu. Belli ki Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), önemli ve kritik işlerde insanları tavzif ederken, gönüllülüğü esas alıyordu. Bu talebine karşılık Enes İbn Ebî Mersed ayağa kalkmış:
– Ben, yâ Resûlallah, diyordu. Ona döndü ve:
– Öyleyse atına bin, buyurdu. Hz. Enes bir çırpıda gidip atına binmiş olarak yeniden Efendiler Efendisi’nin huzuruna geldi. Bu sefer de ona:
– Şu vadiden dağın tepesine doğru tırman ki, o bölgeden ansızın bir saldırıya uğramayalım, diye tembihledi.
Sabah namazının vaktinin girmesiyle birlikte namaz kıldırmak için çıkan Sultanlar Sultanı, önce iki rekat namaz kıldıktan sonra ashâbına:
– Süvarinizden bir haber var mı, diye sordu. Kimsenin haberi yoktu ve:
– Hayır, yâ Resûlallah! Hiç haberimiz yok, diye cevapladılar ve ardından da sabah namazına durdular. Namazını bitirir bitirmez yine ashâbına dönen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara:
– Müjdeler olsun! Süvariniz geliyor, dedi. Dağ başına doğru daha dikkatle baktıklarında gerçekten de süvarinin geldiğini görüyorlardı!
Çok geçmeden Hz. Enes gelip Efendimiz’in önünde durdu; gecenin raporunu veriyordu:
– Ben, Resûlullah’ın bana söylediği gibi şu dağın tepesine kadar çıktım; sabahın erken saatleriyle birlikte öbürüne de tırmandım, her ikisinden de dikkatlice baktım ama herhangi birini göremedim!
Demek ki gizlenmişlerdi ve Hz. Enes’in anlattıklarını dinler dinlemez Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
– Peki, bu gece hiç atından indin mi, diye sordu.
– Hayır, namaz kılma ve ihtiyacımı giderme dışında hiç inmedim, diyordu Hz. Enes. Önemli bir meziyetti; verilen vazifenin hassasiyetiyle hareket edip rotanın dışına hiç çıkmamanın demek ki Allah ve Resûlü katında çok ayrı bir yeri vardı ve bunun üzerine Allah Resûlü, Enes İbn Ebî Mersed’e:
– Bundan sonra başka bir amelin olmasa bile sana Cennet vacip oldu, buyurdu.
Evtâs denilen yere geldiklerinde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de büyük bir ağacın altına girmiş ve kılıcıyla kalkanını ağacın dallarına asarak bir süre burada dinlenmeyi düşünmüştü. Bir müddet sonra aniden:
– Ey Ebâ Bürde, diye seslenmeye başladı. Mübarek seslerini duyan Hz. Ebû Bürde:
– Buyur yâ Resûlallah, deyip hemen Efendimiz’in yanına koştu; ağacın altında oturan Allah Resûlü’nün yanında bir adam duruyordu! O da şaşırmıştı ve Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına yaklaşan Ebû Büreyde’ye şunları anlatacaktı:
– Burada Ben uyurken bu adam yanıma çıkageldi; kılıcımı kaptığı gibi başımda dikilip, “Yâ Muhammed! Seni benden kim kurtaracak?” diye seslendi. Bu sesle uyandım ve Ben de, “Allahü Tealâ!” diye cevap verdim! Tüyleri ürperen Hz. Ebû Büreyde yerinde zor duruyordu. Bir taraftan eli kılıcının kabzasına gitmiş ve Efendiler Efendisi’ne:
– Yâ Resûlallah! Şu adamı bana bırak da, Allah düşmanının boynunu uçurayım; belli ki o, müşriklerin casuslarındandır, diyordu. Şefkat insanı ise ona işaret ederek:
– Sus yâ Ebâ Büreyde ve kılıcını da kınına geri koy, diyordu!
Hatta Ebû Büreyde hazretleri, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’den açık emir aldığı için bu adama bir şey yapamıyor olmanın ezikliğiyle Müslümanlara sesleniyor ve duruma muttali olan bir başka sahabinin bu işi gerçekleştirmesini arzuluyordu. Ancak nebevî şefkat, bunların hiçbirine müsaade etmeyecek ve:
– Yâ Ebâ Büreyde! Artık bu adamla uğraşmaktan vazgeç; çünkü Beni koruyup kollayan bir Allah var ve O (celle celâluhû), dinini bütün dinlerin üstünde hâkim kılıncaya kadar da Beni koruyacaktır, diyerek kendisine suikast kuran bu adamı da affedecekti!
Dipnot:
- Bu süreyi on sekiz, on yedi, on beş ve on şeklinde rivâyet eden sahabîler de olmakla birlikte bu rivâyetlerdeki farklılık, büyük ihtimalle giriş ve çıkış günlerinin sayılmamasından veya birini sayıp diğerini hesaba katmamaktan kaynaklanmaktadır ki en kuvvetli rivâyet on dokuz gün şeklindedir. Bkz. Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 8/231
- Bu rakamın on iki bin olduğu da söylenmektedir. Ancak Efendimiz (s.a.s.), Medine’den çıkarken on bin insanla hareket etmiş ve Mekke’ye gelinceye kadar kendisine katılanlarla bu sayı on iki bine ulaşmıştı. Mekke’nin fethiyle birlikte iki bin kişilik bir güç daha katılmış ve Hevâzin’e gidişte toplam rakam on dört bine ulaşmıştı. Bkz. İbn Kesir, Sîre, 3/615, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4/371; Sâlihî, Sübülü’l- Hüdâ ve’r-Reşâd, 5/314.