Hedefi, her gönüle girmekti!
Hakikat, gün gibi ayân olduğu hâlde körü körüne yapılanlar karşısında Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) çok üzülüyor, göz göre göre Cehennem’e sürüklenen ve büyük kitleleri de arkasına takarak aynı istikamete sevk edenler için hüzünden iki büklüm oluyordu. Onların da elinden tutabilmek, onları da sahil-i selamete ulaştırabilmek için Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), her fırsatı değerlendiriyor ve âdetâ arkasında, oturup konuşmadığı, muhatap olup da elinden tutmadığı ve gemisine alıp da kurtarmadığı bir tek insan bırakmak istemiyordu.
Bilhassa tebliğin açıktan yapılmaya başlandığı bi’setin dördüncü yılından itibaren bu süreç daha da hızlanmış, Sultân-ı Rusül Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekke’ye gelen herkesin yanına uğrar olmuştu; oturup onlarla da konuşuyor ve onları da imâna davet ediyordu. Bunun için Zü’l-Mecâz, Mecenne ve Ukâz panayırlarını mesken tutmuş, umre ve hac niyetiyle Mekke’ye gelenlerin yolunu gözler olmuştu; temas kurduğu herkese hakikat namına sesleniyor, göz göre göre ateşe koşan kelebekler misali körü körüne putlara kurban gidenleri de Cehennem yolundan çevirmek istiyordu. O’nun tek hedefi vardı; nefes alan her kul, Rabb-i Rahîmi’ni tanısın ve neticede O’nun rahmetiyle ebedî kurtuluşun kapılarını aralasın!
Tabii olarak bu, kendi ikbalinden başka derdi olmayan o günkü Mekkelilerin anlamayacağı bir hedefti ve hemen harekete geçtiler. Baş aktör olarak Ebû Cehil ile Ebû Leheb gözüküyordu; münâvebeli olarak iz sürüyor ve tek bir insanın bile Allah Resûlü’nden istifadesine fırsat vermek istemiyorlardı. Bilhassa sözü edilen panayırların o günkü baş aktörü, Efendimiz’in de amcası Ebû Leheb idi; Ebû Cehil hiç ortada olmasa da zaten o, bu işi bitirmeye kendisini adamış, kırmızı devesinin üzerinde adım adım yeğenini takip ediyordu. Belki de Ebû Cehil, öz amcası olduğu için bu zeminlerde hususiyle Ebû Leheb’i öne çıkarıyor ve böylelikle, “Amcasının bile karşı çıktığı birisi ne kadar güvenilir olabilir?” algısını oluşturmaya çalışıyordu.
O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) uğradığı herkese onlar da uğruyor ve -hâşâ- Efendimiz’in hilâf-ı vâki beyanda bulunduğunu söylüyor; O’na, yıldızlara bakarak haberler veren bir “sâbî[1] kulpu takmak istiyorlardı. Beyanlarındaki gücü kabullenmekle beraber bunu sihirle izaha çalışıyor ve kehânet yakıştırmalarında bulunuyorlardı.
İzafe etmeye çalıştıkları olumsuzlukların hiçbirisinin tutmayacağını onlar da biliyordu; ama Ebû Cehiller için bunun ne önemi vardı? Yalan yanlış bilgilerle âdetâ Allah Resûlü’nün etrafında duvar örüyor ve kimsenin bu tarafa geçmesine müsâade etmiyorlardı.
O günlerde yaşadığı benzeri bir hâtırayı yıllar sonra dile getirirken Kinâneli bir tüccâr, ibret dolu ifadelerle hâdiseyi bize şöyle nakletmektedir:
“Resûlullah’ı Zü’l-Mecâz panayırında, ‘Ey İnsanlar! ‘Lâ ilâhe illallah!’ deyin ve siz de kurtulun!’ derken gördüm. Hemen arkasında, O’nun üzerine toz-toprak saçarak yürüyen Ebû Cehil vardı; âvâzı çıktığı kadar bağırıyor ve adım adım O’nu takip ediyordu. Bir taraftan da “Ey insanlar! Sakın ola ki bu adam, dininiz konusunda sizi aldatmasın! Çünkü O, sizin Lât ve Uzzâ’ya ibadeti terk etmenizi istiyor!” diyerek insanları korkutuyordu. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ise hiç ona iltifat etmiyor, ondan sıyrılmaya çalışıyor ve vakarla yoluna devam ediyordu.”[2]
Panayırların sıcak zemininde, hakikate âşinâ bir sima bulabilmek ümidiyle yanıp tutuşan ve başkalarından gelebilecek her türlü sıkıntıyı göğüsleyen Habîb-i Kibriyâ Hazretleri, başkasının kin ve nefreti üzerine hüküm bina etmiyor ve hep kendisine yakışanı yapıyordu. O’nun, bir gönüle daha girebilme adına katlandığı sıkıntıları anlatırken Âmirî kabilesinden bir tüccar bize şu ayrıntıyı vermektedir:
“Câhiliyye döneminde[3] Resûlullah’ı ben, ‘Ey insanlar! ‘Lâ ilâhe illallah!’ deyin ve siz de kurtulun!’ derken görmüştüm. Etrafını alıp da peşini bırakmayanlardan bazıları mübarek yüzlerine tükürüyor, bazıları da üzerine toz-toprak saçıyorlardı. Bu arada onlardan bazıları, ağza alınmadık ağır sözlerle O’na hakaret ediyorlardı.
Derken gün yarılanınca yanına, elinde bir miktar su ile küçük bir kız çocuğu çıkageldi. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), suyu aldı ve eliyle yüzünü yıkadıktan sonra o kızcağıza dönerek, “Kızım!” dedi. “Baban hakkında hiç endişe etme; O’na kimse galebe gelemez ve zillet eriştiremez!”
Yanımdakilere onun kim olduğunu sordum; bana, “Resûlullah’ın kızı Zeyneb!” cevabını verdiler. O zaman o, ergenlik dönemine adım atmak üzere olan aydınlık yüzlü küçük bir kız idi.”[4]
O günlerde kapı kapı dolaşıp, “Ey insanlar! Gelin, ‘lâ ilâhe illallah’ deyin ve kurtulun!”[5] demek, âdeta Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) en temel tavır ve duruşu hâline gelmişti. İnsanları, hiç kimsenin itiraz edemeyeceği “tevhid” hakikatine çağırmakta ve bu davette, herkesin kabul edebileceği ortak noktaları öne çıkarıp kendisini bile ilk eşik olarak öne sürmemektedir.[6]
Hâlbuki O (sallallahu aleyhi ve sellem), “Gelin ey insanlar! Allah var! Âhiret var! Hesap-kitap var ve şu yaşadığınız hayatın hesabını da vereceksiniz!” deseydi, yine de vazifesini yapmış olurdu. Zira O’nun konumunu tarif ederken Kur’ân, Peygamber’in vazifesinin sadece tebliğ olduğunu ifade etmekte,[7] kimseye zorla kabul ettirme gibi bir misyonunun bulunmadığını söylemekteydi.[8]
Buna rağmen O (sallallahu aleyhi ve sellem), hayatına kastedenlerin de hayatını kurtarabilmek, ebedi yok oluşla ölüp gideceklerin karanlık dünyalarını da aydın kılabilmek için “vazife ötesi” bir gayretin içine giriyor ve yine Kur’ân’ın ifade ettiği gibi kendini parçalarcasına bir gayret ortaya koyuyordu.[9]
Dipnotlar
[1]“Sabie” kökünden türemiş bir kelime olup, bir dinden çıkıp başka dine giren kişi anlamına gelmektedir. Terim olarak “sâbî”, melek veya yıldızlara tapan insanlar için kullanılan bir kelimedir. Âlemin tek Yaratıcısına inanmakla birlikte, dünyanın ve insanların yönetiminin gök cisimlerine bırakıldığını ileri sürerler. Bir âyetinde Kur’ân-ı Kerîm, iman edenlerle birlikte bunlardan da bahsetmektedir. (Bkz. Bakara Sûresi 2/62) Hazreti İbrâhîm (aleyhisselâm), bunları irşad için gönderilmiştir. (Bkz. En’âm Sûresi, 75 vd.) Günümüzde yıldız falına inanma ve yıldızların gücüne sığınma bunlardan kalmadır. (Bkz. Suat Yıldırım, Bakara Sûresi 2/62. âyetin meali.) Bu tabiri Allah Resûlü hakkında kullanmak suretiyle Mekkeliler, şüphesiz Resûlullah’ın halk üzerindeki tesirini kırmak istiyor, O’nu itibarsızlaştırmaya çalışıyorlardı.
[2]Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 27/148 (16603); Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ 2/452
[3]Bu ifadesiyle râvi, muhtemelen o gün hâlâ Câhiliyye günlerini yaşadığı için kendisi adına bu sıfatı kullanmaktadır ki İslâm’ın ilk yıllarını kastettiği açıktır.
[4]Buhârî, Târih 8/14; Taberânî, Kebîr 20/342 (805)
[5]Bkz. Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 31/342 (19004); Hâkim, Müstedrek 1/61 (39); 2/668 (4219); Dârekutnî, Sünen 3/462 (2976); Beyhakî, Kübrâ 1/123 (358); 6/34 (11096); Taberânî, Kebîr 5/61 (4582); 8/314 (8175); 20/343 (806); İbn-i Ebî Şeybe, Müsned 2/322 (822); Musannef 7/332 (36565); İbn-i Huzeyme, Sahîh 1/82 (159); İbn-i Hibbân, Sahîh 14/517 (6562)
[6]Benzeri bir durumu, vefat öncesinde amcası Ebû Tâlib’e telkinde bulunurken de görmekteyiz; Mekkelilerin de üzerinde baskı kurduğu bir sırada ona Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ey amcacığım!” demişti. “Gel, ‘Lâ ilâhe illallah’ de ki bununla Allah katında senin için şahitlik edeyim!” Bkz. Buhârî, Cenâiz 80 (1360); Müslim, Îmân 9 (24); Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 39/78 (23674)
[7]Bkz. Nûr Sûresi 24/54; Ra’d Sûresi 13/40; Gâşiye Sûresi 88/21
[8]Bkz. Gâşiye Sûresi 88/22
[9]Bkz. Kehf Sûresi 18/6; Şuarâ Sûresi 26/3