Hayber kalelerinin kuşatılması ve Hz. Ali (ra)

647

İlk Karşılaşmanın Şoku

Her zaman olduğu gibi o gün de Hayberliler, bağ ve bahçelerine gitmek üzere evlerinden çıkmışlardı; bir anda karşılarında kendilerini bekleyen bir ordu ile karşılaşınca, büyük bir şok geçirmiş ve:

– Eyvah; işte Muhammed ve O’nun dört başı mamur düzenli ordusu, diyerek gerisin geriye kaçmaya başlamışlardı! Bir taraftan kaçıyorlardı ama diğer yandan da, gerek düşman gördükleri iman ordusunu küçümsemek gerekse yandaşlarına moral vermek için:

– Muhammed mi bizimle savaşacak! Ne tuhaf şey, demekten de geri durmuyorlar ve her şeye rağmen üstün geleceklerini düşünüyorlardı. İşin bu kadar ciddiye binmiş olması bir taraftan onları da ikiye bölmüş, bir kısmı kaleler içinde kalıp müdafaa konumunda kalmayı tercih ederken diğer bir kısmı ise, meydana çıkıp göğüs göğüse çarpışmanın hararetli savunucusu hâline gelmişti. Yüksek ve sağlam kalelerine çok güveniyorlardı; zira içleri erzak doluydu ve üstelik bu kalelerin içinde, ihtiyaçlarını giderebilecekleri akarsuları da vardı.

Bilhassa Sellâm İbn Mişkem gibi önde gelen ve ağzı laf yapanlar:

– Burada O’nunla savaşma konusunda kusur etmeyiniz; O’nunla çarpışa çarpışa ölmeniz, tek başınıza kalmanızdan sizin için daha hayırlıdır, diyorlardı.

Kıymetli eşyalarıyla çoluk çocuklarını Ketîbe kalesine götürmüşler, erzak ve yiyeceklerini de Nâim denilen kalelerine yerleştirmişlerdi. Eli silah tutan herkes Natat kalesinde bir araya gelmiş, kanlarının son damlasına kadar savaşacaklarına dair birbirlerine söz veriyorlardı!

İlk kıvılcım yine onlardandı; güneşin ilk ışıklarıyla birlikte Allah Resûlü ve ashâbın bulunduğu yere Natat kalesinden ok yağmaya başladı; o kadar seri ve hızlı atıyorlardı ki, günün sonuna kadar elli kadar ashâb yaralanacaktı.

Onların attığı oklar, aynı zamanda mü’minlere silah olmuştu; yere düşer düşmez onları ashâb topluyor ve yeniden Natat kalesine doğru fırlatıyordu.

Artık günlerce sürecek olan kuşatma başlamıştı; akşam olunca yeni tespit edilen karargâha geçilecek ve bu mekân, Hayber kalelerinin1 birer birer düşeceği âna kadar sürecek bir mücadeleye sahne olacaktı.

Beri tarafta ise Mekkeliler, Efendimiz’in Hayber’e sefer düzenlediğinin haberini almış ve kimin galip geleceği konusunda birbirleriyle iddiaya girmişlerdi; Huveytıb İbn Abdiluzzâ, Safvân İbn Ümeyye, Abbâs İbn Mirdâs ve Nevfel İbn Muâviye gibi isimler Mekke’de oturmuş, yüz deve karşılığında Hayber’in galibinin kim olacağı konusunda bahse girmişlerdi.2

Efendimiz’in (s.a.s.) Hastalığı

Bir taraftan Hayber kuşatması devam ediyordu etmesine ama Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) hastalanmış, ashâbının arasına çıkamaz olmuştu. Belli ki kader, ashâbını zor şartlara hazırlıyordu. Resûlullah, yanına Hz. Ebû Bekir’i çağırarak ak sancağı ona verdi; artık Hayber önündeki ordunun kumandanı Hz. Ebû Bekir’di.

O gün de akşam olmuş, ancak bir netice alınamamıştı; sanki her yeni günün bir öncekinden farkı yok gibiydi. Sabahın erken saatlerinden itibaren başlayan ok yağmuru akşam saatlerinde kesiliyor ve ertesi gün aynı olay tekrar ediyordu.

O günün sabahında Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bu sefer yanına Hz. Ömer’i çağıracak ve sancağı bu sefer de ona verecekti. Bir sonraki gün de Ensâr’dan birisine verilen sancak, artık her gün el değiştirir olmuştu!

Bu arada zaman zaman göğüs göğüse çarpışmalar da oluyordu; fırsat bulunca kaleden çıkan bazı gruplarla ashâb karşı karşıya geliyor ve bir grup diğerini geri püskürtünceye kadar bu mücadele devam ediyordu.

Havaların çok sıcak olması sebebiyle ashâbdan, zaman zaman gölgeliklere çekilip de dinlenenler oluyordu. İşte böyle bir zaman diliminde Mahmûd İbn Mesleme de, Nâim kalesinin gölgesine çekilip dinlenmek istemişti. Durumu fark eden Yahudi Merhab, onun üzerine bir değirmen taşı yuvarlayacak ve miğferini de ezerek kafasından ağır şekilde yaralanmasına sebep olacaktı. Şefkat insanı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), yine ashâbının yardımına koşmuş ve yüzünden kalkan deriyi yerine yapıştırıp bezle bağlamıştı.3

Bir aralık Hayber’in ünlü kumandanı Merhab, kılıcını sallayarak Nâim kalesinden çıkmış ve kendisiyle mübâreze edecek bir yiğit talep etmişti. Karşısına Âmir İbn Ekva’ çıktı. Ancak Merhab, daha önce davranmış ve üst üste indirdiği kılıç darbesiyle onu şehit etmişti.4

O günlerden birisinde Hz. Âmir’in kardeşi Seleme İbn Ekva’ da bacağından yaralanmıştı. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ona üç kez nefes edip okuyacak ve bundan sonra Hz. Seleme bir daha bacak ağrısı duymayacaktı.

Bu arada ashâb arasından birçok kişi hastalanmıştı; açlık dayanılmaz kerteye gelmiş ve çaresiz henüz olgunlaşmamış hurma çağlalarından yemişlerdi! Durumlarını görüp de müşahede eden Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), onlara şu tavsiyede bulundu:

– Bir miktar suyu kırba içinde soğutun ve daha sonra da onu, ezanla kamet arasında Allah’ın adını anıp besmele çekerek başınızdan aşağıya dökün!

Yine ortada bir ikram vardı; zira O’nun işaretlerini bile emir telakki eden ashâb, suyu alıp söylenilen şekilde tatbik etmiş ve bunun neticesinde de, söz konusu olan hastalıktan kurtuluvermişlerdi!

Düşman Güçlerini Dağıtma Girişimleri

Bir aralık Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hayberlilere dışarıdan gelerek destek veren Gatafanlıları ikna edip savaştan vazgeçirmeyi deneyecekti. Bunun için ashâbından Sa’d İbn Ubâde’yi, daha önce aralarında anlaşma bulunan Gatafanlıların kumandanı Uyeyne İbn Hısn’a gönderdi. Kalenin yakınına kadar yaklaşan Hz. Sa’d:

– Uyeyne İbn Hısn’la konuşmak istiyorum, diye seslendi. Belli ki bir mesaj getirmişti. Ancak bu sesleniş, kale içinde yeni bir ihtilafın ortaya çıkmasını netice verecekti; zira Uyeyne kapıları açma niyetini izhar edince ona itiraz eden kumandan Merhab:

– Kalemizin bozuk ve zayıf yerlerini görür; onu içeri alma, sen onun yanına git, diyor ve Allah Resûlü’nün elçisini içeri almamakta ısrar ediyordu. Hâlbuki Uyeyne, tam tersini düşünüyordu. Ona göre elçi içeri girmeli ve kalelerin ne kadar sağlam ve sarp olduğunu, kaledeki askerlerin sayısının da çokluğunu görüp gitmeliydi!

Sonuçta Merhab’ın dediği oldu ve Uyeyne İbn Hısn, kale dışına çıkarak Hz. Sa’d’ın bulunduğu yere geldi:

– Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) beni sana gönderdi, diye başladı sözlerine Hz. Sa’d. Ardından da, Allah Resûlü’nün şu mesajını iletti ona:

– Yüce Allah Bana, müjdesini verip Hayber fethini vadetti; sizler geri dönüp gidiniz. Şâyet bunu yaparsanız, Hayberlilere galebe çaldığımızda buranın bir yıllık hurma geliri sizin olsun!

Uyeyne’nin sulha yanaşma niyeti yoktu; Hendek günü de aynı şeyi yapmıştı. Herhangi bir şey karşılığında müttefiklerini yalnız bırakmayacaklarını ifade ediyor ve Hayberlilerin güçlerinden bahisler açarak kendilerinin zaten galip gelerek benzeri nimetleri elde edeceklerini söylüyordu. Uzun uzadıya konuştular ama sonuç alınamadı. Sonucun olmadığı yerde ısrarın da bir manası yoktu ve Hz. Sa’d ayrılırken ona dönüp şu ihtarda bulunacaktı:

– Şüphesiz ki ben bilir ve sana da bildiririm ki sen, bugün sana teklif ettiğimiz şu şeyleri bir gün dilenmek zorunda kalacaksın; ancak o gün de biz sana, kılıçtan başka bir şekilde karşılık vermeyeceğiz!

Benî Nadîr ve Benî Kurayzalılarla yaşanılan hadiseleri hatırlattı ona; şâyet ilk teklifleri kabul etmiş olsalardı bugün başlarına gelenlerden masûn kalacaklardı! Ancak onlar da şiddeti tercih etmişlerdi ve bunun neticesinde ise kaybedenler hep, şiddeti tercih edenler olmuştu!

Bu bir talepti ve kabul görmeyince Hz. Sa’d, doğruca Allah Resûlü’nün yanına gelecek, Uyeyne’nin verdiği tepkileri anlatacak ve kanaatini ortaya koyacaktı:

– Yâ Resûlallah! Şüphe yok ki Yüce Allah, Sana olan vaadini yerine getirip inâyetini ulaştıracaktır; öyleyse Sen, şu çöl Arabına bir tek hurma bile verme! Zaten yâ Resûlallah! Onlar, kendilerine kılıçların yöneldiğini görünce, daha önce Hendek’te olduğu gibi arkalarını dönecek ve yurtlarına kaçacaklardır!5

Güneş bir miktar zevale kaymıştı; Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbına dönüp:

– Sancağınızı alıp Gatafanlıların bulundukları Nâim kalesinin yanında sabahlayacaksınız, diyerek, teklifi kabul etmeyen Gatafanlıların bulunduğu kalelerin üzerine yürümeleri talimatını verdi.

Stratejideki bu değişikliği onlar da görüyorlardı; kalelerin dışında yeni bir hareketlilik başlamış ve bu hareketlilik, çok geçmeden Nâim kalesine doğru akar olmuştu. Hele karşılarına kadar gelip de sancağı oraya diktiklerinde yüreklerinin yağı erimiş ve geceyi büyük bir korku ve panik içinde geçirmişlerdi. Üstelik sabaha karşı ve gecenin karanlığında tanımadıkları bir ses kendilerine:

– Ey Gatafan cemaati, diye sesleniyordu. Etraflarına bakınsalar da bu sesin sahibini bulamayacaklardı; pürtelaş:

– Hayfa’da bulunan ev halkınız! Ev halkınız perişan oldu! İmdat! İmdat! Arkanızda ne dere kaldı ne de mal; imdat, diye bağırıp sürekli aynı şeyleri tekrar ediyordu.

Yarın karşılaşmaları muhtemel sıkıntı ve acılara şimdi bir de aile ve mal korkusu ilave edilmiş, dünya nimetlerini elde edebilmek için geldikleri Hayber’de canlarını tehlikeye attıkları gibi şimdi bir de evlâd ü iyallerini yitirmişlerdi! Kol ve kanatları kırılıvermişti! Ne savaşacak cesaretleri, ne de ayakta duracak mecalleri kalmıştı ve hemen yurtlarına geri dönme kararı alıp kalelerini terk etmeye başladılar.

Elbette o gece, yüreğine kor düşenler sadece Gatafanlılar değildi; Hayberliler de perişan ve bin pişman olmuşlardı. Onların bırakıp gittiklerinin haberi Ketîbe kalesinde bulunan Kinâne İbn Ebi’l-Hukayk’a ulaştığında o, yanında bulunanlara şunları söyleyecekti:

– Biz, şu çöl Araplarıyla ne zaman bir araya geldik de fayda gördük ki! Ne zaman onların yanına gidip de yardım talep etmişsek, her defasında bizi aldatıp vadettikleri yardımı yapmadılar! Vallahi de şâyet onlar, işin başından bize yardım edeceklerine dair vaatte bulunmuş olmasalardı, Muhammed’le savaş yolunu tercih etmezdik! Keşke Sellâm’ı dinleyip de şu çöl Araplarını yardıma çağırmasaydık! Çünkü o bize, onları çok denediğini ve her defasında onlar tarafından yalnız bırakıldığını söylemiş ve bizi bu işten vazgeçirmek istemişti. Ancak biz onu dinlemedik!

Hayber’de çözülme başlamıştı; artık her Hayberlinin dilinde hep, Gatafanlıların geri dönüş ve ihanetleri vardı. Arkalarından ağızlarına geleni söyleyip dinliyorlardı!

Beri tarafta ise, Allah Resûlü ile ashâb-ı kirâm, kalenin önünde gelişmeleri takip ediyordu. Her ihtimale karşı geceleri de aralarında anlaşmış nöbet tutuyorlardı; Hz. Ömer’in nöbetine denk gelen bir geceydi ve bir aralık kalelerden birisinden bir karartının kendilerine doğru geldiğini ve:

– Eğer bana emân verirseniz, yanınıza geleyim, diyerek emân dilediğini gördüler.

– Sen kimsin, diye seslendiler.

– Yahudilerden bir adamım, diyordu gelen şahıs. Emân isteyene emân verilirdi ve gelen Yahudi’ye kucak açılmıştı. Adının Simâk olduğunu söyleyen bu adam, kendisinin ısrarla Allah Resûlü’ne götürülmesini istiyordu. Belli ki O’na diyeceği bir şeyler vardı ve alıp onu Efendimiz’in yanına getirdiler. Bu esnada Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), namaz kılıyordu; namazını bitirip de duruma muttali olunca Simâk’e döndü:

– Sen kimsin ve geride ne haberler var, diye sordu. O da:

– Yâ Eba’l-Kâsım, dedi önce. Ardından da:

– Sana kalelerde olan gizli ve önemli bilgileri vermem şartıyla bana ve aileme emân verir misin, diye sordu.

– Evet, diye cevap verdi Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). Zaten bu bilgileri vermese de genel uygulaması, kendisinden emân dileyen herkese kucak açma şeklindeydi. Bunun üzerine Simâk, kimin nereden nereye gittiğine, içinde bulundukları korku ve panik hâlini, silah ve erzaklarını nerelerde sakladıklarına, yer altına gizledikleri sığınaklarına, mancınık ve debbâbe6 denilen aletlerinin kalenin nerelerinde gizlendiğine ve sağlam kalelerin nasıl elde edilebileceğine dair daha birçok bilgi verdi. Tek derdi, çocuklarıyla hanımını da alarak hayatta kalabilmekti. İkide bir konuyu buraya getiriyor ve Efendimiz’in sözünde durmasını istiyordu. Allah Resûlü de, kendisine bu kadar önemli bilgileri getirip veren Simâk’i, ebedi hayatını da kazanması için İslâm’a davet etti. Ancak o henüz buna hazır değildi ve:

– Bana birkaç gün mühlet ver, diyerek süre talebinde bulunacak ve Resûlullah da ona, mühlet verecekti.7

Nihâyet bir gün Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbına dönecek ve:

– Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, o Allah’ı Allah da onu sever, buyurarak Hayber’in bir gün sonra fethedileceğinin müjdesini verecekti. İfadelerindeki ayrıntı, her sahabînin dikkatini çekmişti; Resûlullah’ın şehadeti vardı ve buna göre Hayber’i fethedecek olan kumandan, Allah’ı seven ve Allah’ın da kendisini sevdiği önemli bir isimdi. Rıza-yı ilahiden başka makam arzusu olmayan ashâb için bu, elde edilmesi gereken en önemli makamdı ve her biri de, ertesi günkü sancağın kendisine verilmesini bekler olmuştu. Bir gün sonra gerçekleşecek fetihten dolayı gönüllerde ayrı bir huzur vardı ve geceyi yine evrâd ü ezkâr ile geçirmişlerdi.

Yine sabah olmuş ve namazın ardından Efendiler Efendisi ashâbına dönmüş, vaaz ü nasihatte bulunduktan sonra sancağın kendisine getirilmesini istemişti. Ashâb-ı kirâm ise, huzurda saf tutmuş getirilecek sancağın kime verileceğini merak ediyordu!

Derken Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Ali nerede, diye sordu.

– Yâ Resûlallah! Ali’nin gözleri ağrıyor!

– Onu Bana çağırınız, buyurdu ve bunun üzerine Seleme İbn Ekvâ’ kalkıp Hz. Ali’yi çağırmaya gitti. Çok geçmeden Hz. Seleme, Hz. Ali’nin elinden tutmuş vaziyette huzura çıkageldiler! Kaç gündür gözlerindeki şiddetli ağrıdan dolayı gelebileceğini bile tahmin etmeyen ashâb, Hz. Ali’nin uzaktan gelişini görünce:

– İşte, Ali geliyor, diyerek onu göstermeye başlamıştı! Efendiler Efendisi de:

– İşte bununla, işte bunun vesilesiyle fetih gerçekleşecek, diye damadı Hz. Ali’yi gösteriyordu. Derken ona:

– Yanıma yaklaş, diye seslendi. Hz. Ali:

– Yâ Resûlallah! Bastığım yeri bile göremeyecek kadar gözlerimden rahatsızım!

Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ali’nin gözlerine doğru nefes edip dua etmeye başladı. Aynı zamanda mübarek tükürüğünden bir miktar eline almış, damadının gözlerine sürüyor ve şifa vermesi için Allah’tan niyazda bulunuyordu. Yeni bir mucize daha yaşanıyordu; sanki onlar, Hz. Ali’nin o âna kadar ağrıyan gözleri değildi. Zira ortada ne ağrı kalmıştı, ne de Hz. Ali’nin görememesi gibi bir durum. Sanki hiç hastalanmamış gibiydi!

Daha sonra da Allah Resûlü, Haydar-ı Kerrâr’a kılıcını kuşatıp üzerine zırhını giydirdi; ardından ak sancağı ona uzatarak:

– Al bu sancağı ve ilerle! Allah’ın sana fethi müyesser kılacağı âna kadar da çarpış ve sakın arkana dönme, buyurdu.

– Peki, insanlarla ne üzerine savaşayım, diye sordu Hz. Ali, arkasını bile dönmeden. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet edinceye kadar. Bunu kabullendikleri takdirde zaten, mallarıyla canlarını senden kurtarmış olacaklardır; hesapları ise Allah’a aittir! Onların yurtlarına kadar ilerle ve bir müddet bekle; onları İs­lâm’a davet et ve Allah ile Resûlullah’ın hakkı olarak üzerlerine düşen vecibeleri bildir onlara. Allah’a yemin olsun ki, senin vesilenle bir adamın bile Müslüman olması, senin için vadiler dolusu kızıl develerden daha hayırlıdır!

Bu ne büyük şefkatti ki kaç gündür kendilerine ok yağdırıp mancınıkla taş fırlatan, zaman zaman da ani baskınlarla göğüs göğüse çarpıştıkları insanlara bile giderken belli başlı prensipler ortaya koyuyor; onların da Allah’a kul olabilmelerini kolaylaştıracak tekliflerde bulunuyordu. Bunun ardından da, Hz. Ali ve arkadaşlarına inâyetiyle muamele etmesi için Allah’a yalvarmaya başladı.

Resûlullah’ın sancağını alan Hz. Ali, reftare yürüyerek doğruca Hayber kalelerinin önüne geldi; ashâb-ı kirâm da onunla birlikte yürüyordu. Daha sonra sancağı kale önüne dikti.

Gelişmeler kale içinden de takip ediliyordu; onun gelip de sancağı kale önüne dikmiş olması, içeridekileri telaşlandırmış ve akıbetlerinden endişe etmeye başlamışlardı:

– Sen kimsin, diye seslendiler.

– Ben, Ebû Tâlib’in oğlu Ali’yim, diye cevapladı Hz. Ali.

‘Ali’ ismi onlar için hiç de yabancı değildi; anlaşılan, ellerindeki kitaplarda kalelerini onun fethedeceğine dair bilgiler vardı ve daha onun adını duyar duymaz telaşlanacaklardı. ‘Ali’ ismini duyanlardan birisi:

– Ey Yahudi cemaati, diye bağırmaya başladı. “Musâ’ya indirilene and olsun ki artık sonunuz geldi ve bugün sizler mağlup olacaksınız!”

Kaleden ilk çıkan, Merhab’ın kardeşi Hâris’di; meydan okuyordu. Ancak karşısında bir Haydar-ı Kerrâr vardı ve az önce meydan okuyan o adamın, çok geçmeden cansız yere serildiği görülüyordu. Hâris’i Üseyr; Üseyr’i de Yâsir takip etmişti ve bunların hepsini de, Hâris’in akıbeti bekliyordu; Üseyr’i Muhammed İbn Mesleme, Yâ­sir’i Zübeyr İbn Avvâm öldürmüştü!

Bu sefer kaleden, üzerindeki iki kat zırhla birlikte Âmir çıktı; o da meydan okuyordu! Onun işini de o gün Zülfikar bitiriverecekti! Şimdi sırada Merhab vardı; kardeşi Hâris’in de öldürülmüş olması onu çileden çıkarmış ve askerleriyle birlikte er meydanına inmişti! Üzerinde iki kat zırh, başında üst üste iki miğfer ve iki elinde de birer kılıç vardı! Önce:

– Hayber halkı iyi bilir ki, diye başladı bağırmaya.

– Ben, kapıya kadar gelip de dayanan savaşların kızışıp da ortalığın kasıp kavrulduğu demlerde, tepeden tırnağa kadar silahlanmış olarak denenip de savaşın hakkını verdiğim konusunda şüphe bulunmayan Merhab’ım!

Cenk, yine kılıçlardan önce başlamıştı. Hayber kalelerinin önünde kelimelerle ruhlara işleyen bir savaş yaşanıyordu. Öyleyse düşmanla, anladığı dilden konuşmak gerekiyordu. Onun için Hz. Ali:

– Ben de o kimseyim ki, annem bana, ‘Aslan’ adını takmıştır; zaten ben de, ormanların heybetli görünüşlü aslanı gibiyimdir! Sizi de çarçabuk tepeleyecek, hakkınızdan gelecek er kişiyim, diye seslendi.

‘Aslan’ ifadesini duyunca Merhab’ın yüzünde renk kalmamıştı; zira o gece rüyasında, kendisini bir aslanın parçaladığını görmüş ve büyük bir korkuyla uyanmıştı! Belki de Allah (celle celâluhû), Merhab’a rüyasını hatırlatması için Hz. Ali’yi bu şekilde konuşturuyordu!


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.

Dipnot:

  1. Hayber, sağlam kalelerden oluşan büyük bir kale mahiyetinde geniş bir alanın adıydı; Natat, Şıkk ve Ketîbe diye üç ana bölgeye ayrılan Hayber’de o gün, Nâim, Sa’b İbn Muâz, Zübeyr (Kule), Übeyy (Sümrân), Nizâr (Berî), Kâmûs, Vatîh ve Sülâlim olmak üzere farklı büyüklükte kaleler vardı; bunların hepsi de yüksek yerlerde ve çok sağlam bir yapıya sahiptiler. Bkz. Hamevî, Mu’cemu’l-Büldân, 2/409 vd.
  2. Efendimiz’in galibiyet haberini alınca, Allah Resûlü’nün galip geleceğini savunanlardan Huveytıb İbn Abdiluzzâ ve onun gibi düşünenler, yüz deveyi karşı tarafı temsil edenlerden alacaklardı. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/701 vd.; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 5/139
  3. Ancak Mahmûd İbn Mesleme, üç gün sonra şehit olacaktı; işin ilginç yanı, onu yaralayan Merhab da Hz. Mahmûd’un vefat ettiği gün öldürülmüştü. Mahmûd İbn Mesleme’yi değirmen taşıyla yaralayıp da ölümüne sebep olan kişinin, Kinâne İbn Ebi’l-Hukayk olduğu da söylenmektedir. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/658; İbn Hacer, el-İsâbe, 3/70; İbn Kayyım, Zâdu’l-Meâd, 3/283.
  4. Allah Resûlü (s.a.s.) Hz. Âmir’i, Mahmûd İbn Mesleme ile birlikte Recî’deki bir mağaraya gömecekti. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/658.
  5. O gün Gatafanlılara yapılan benzeri bir teklifin, Benî Fezârelere de yapıldığı, ancak onların da buna sıcak bakmadıkları anlatılmaktadır. Bkz. İbn Kayyım, Zâdu’l-Meâd, 3/291; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 5/137.
  6. Debbâbe, kalelerin duvarlarıyla surları delip içeri girebilmek için duvarın dibine yaklaştırılan büyük bir aracın adıydı. Yukarıdan gelebilecek ok, mızrak ve kızgın yağlara karşı üstü kapalı olan bu aracın içine yerleştirilen askerler, ellerindeki malzemelerle kale duvarlarındaki taşları söker ve diğer arkadaşlarıyla birlikte içeri girebilmek için burada delikler açarlardı.
  7. Vatîh ve Sülâlim kaleleri de fethedilince, Hayber kaleleri hakkında bilgi verip de işi kolaylaştıran bu şahsa hanımı Nüfeyle teslim edilecek ve o da, Müslüman olup Hayber’i terk edecekti. Bir daha da ondan haber alınamamıştı. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/648.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.