Haset rüzgarları ve üslûpta ilahî yönlendirme

388

O gün de, sosyal meselelerde bütüncül bir yaklaşımla hareket edip sonuçları da öyle değerlendirmenin imkânı yoktu; gerek Medineli müşrikler ve gerekse ehl-i kitap olarak bilinen Yahudi ve Hristiyanlar arasında; Efendimiz’i tanıyıp bilen ve O’na karşı muhabbet besleyenler olduğu gibi, bunun tam tersi, O’nun karşısında yerini alan, düşmanlık adına entrikalar çeviren ve fırsat bulsa O’nu, bir kaşık suda boğmak isteyen insanlar da vardı. Ancak bunlar, Efendimiz’in teveccühle karşılandığı Medine’nin ilk yıllarında, yekpâre bir muhalefetten daha ziyade, münferit hadiseler olarak kendini gösteriyordu. Zaten, konuyu haber veren Kur’ân da bu noktaya dikkat çekerken şöyle diyecekti:

– Ehl-i kitabın hepsi bir değildir; onların içinde öyle dosdoğru bir cemaat vardır ki, gecenin geç vakitlerinde Allah’ın ayetlerini okuyarak secdelere kapanır; Allah’ı yegâne ilah bilir ve ahiret yurdunu da tasdik eder. Aynı zamanda bunlar, iyiliği yayar, kötülükleri de önleme yarışına girerler ve her daim, hayırlı işlerin peşindedirler; işte bunlar, gerçekten salih kimselerdir.1

Abdullah İbn Übeyy, bunların başında geliyordu; Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’ye gelmeden önce reislik için kendini hazırlamıştı, dağılan vahdet-i ruhiye ve yaşanan kargaşayı düzenlemek için Medine halkı da buna sıcak bakıyordu. Ancak, Muhâcirlerin Medine’ye gelişiyle birlikte onun, bütün planları suya düşmüş; önünün kesilmesine sebep olan Efendiler Efendisi’ne kin besler olmuştu. Çünkü, bir anda insanlar, dertlerine deva olacak Zât’ı görür görmez yön değiştirmiş ve yüzyılların birikmiş problemlerine çözüm bulacağına inanıp gerçek kurtarıcı olarak gördükleri bu yeni adrese yönelivermişlerdi.

Abdullah İbn Übeyy için bu, büyük bir kayıptı ve tam, kazandım derken kendisine bu kaybı yaşatanlara ateş püskürüyordu. Ne var ki o, bu hâlini açığa vuramıyor ve genelin kabullendiği yerde bu anlayışı benimser gibi görünme lüzumunu hissediyordu. Görünüşte ve zahirî sebepler açısından Müslüman’dı; ancak, içten içe din düşmanlığı yapıyor ve etrafına her fırsatta yeni yeni nifak tohumları yayıyordu.

Yukarıda zikredilen ayetin ifadelerinden de anlaşılacağı üzere; bu müspet hareket eden, çoğunluktan ayrı düşen bazı insanlar, memleketlerine dışarıdan gelen bu anlayışa karşı yavaş yavaş harekete geçmiş, kendilerince planlar kuruyor ve yandaş bulmaya çalışıyorlardı. Benî Nadr, Benî Sa’lebe, Benî Kaynukâ, Benî Kureyza, Benî Ruzeyk, Benî Hârise, Benî Amr ve Benî Neccâr kabilelerine mensup Huyey İbn Ahtab, Ka’b İbn Eşref, Abdullah İbn Sûriyâ, Funhâs, Ka’b İbn Esed ve Lebîd İbn A’sam gibi bu insanlar, gecenin karanlıklarında bir araya gelmeye başlamış ve Efendimiz’in aleyhinde propaganda yapmaya çalışıyorlardı. Bunların hepsi de, kıskanç ve din adına Efendimiz’in konumunu çekemeyen Yahudi2 tipleriydi; Medine’de fitne üretiyor ve kargaşa pazarlıyorlardı. Zira Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bekledikleri gibi kendi aralarından çıkmamış ve buna rağmen oluşturduğu iman hâlesi her geçen gün, çığ gibi büyüyordu.

Üslûpta İlahî Yönlendirme

Bir gün Hz. Ebû Bekir, bunlardan Finhâs adındaki bir Yahudi ile karşılaşmış; uzun konuşmalar sonucunda aralarında bir yakınlık hâsıl olmuştu. İşin doğrusu Hz. Ebû Bekir’i de ümitlendiren bir gelişmeydi bu. Çünkü bu adam, Tevrat ve İncil’i iyi bilen âlim bir zattı; havrada, çocuklara Hz. Musa kıssaları anlatır ve onlara, geleceğin bilgeleri olmaları konusunda uyarılarda bulunurdu. Bu adam bir Müslüman oluverse, etrafındaki birçok insan da İslâm’la tanışır ve kitleler halinde İslâm’a dehaletler yaşanırdı. Başka bir gün Finhâs’ın yanına gitti Ebû Bekir ve iman hakikatlerinden bahisler açtı uzun uzun. Ahiretten bahsetti defalarca ve bile bile gerçeği gizlemenin vebaline değindi. Ardından da:

– Yazık sana ey Finhâs! Allah’tan kork ve gel de Müslüman ol. Sen de biliyorsun ki Muhammed, Allah tarafından hak ile gönderilmiş bir elçidir. Zaten bu, elinizdeki Tevrat ve İncil’de de yazılı, dedi.

Finhâs’ın bu tarakta pek bezi yok gibiydi. Tuttu bir de, en temel meseleleri alaya almaya başladı. Kendisini hakka davet eden Ebû Bekir’e şunları söylüyordu:

– Vallahi de ey Ebû Bekir! Bizim Allah’a ihtiyacımız yok! O bize muhtaç! Onun bize olan talepleri kadar biz ondan istekte bulunmuyoruz. O bizden değil, biz ondan daha zenginiz. Baksana, şayet bizden daha zengin olsaydı, sahibinizin de dediği gibi mallarımızdan borç istemezdi; size faizi yasaklıyor ama bize faiz veriyor! Şayet bizden daha zengin olsaydı, bize faiz vermezdi.

Ebû Bekir gibi birisini çileden çıkaracak sözlerdi bunlar. Şeytanca bir zeka ile, kömürü elmas gösterme gayreti içine girmiş, yetmiyormuş gibi bir de Zât-ı Ulûhiyet’e karşı hakaret ediyordu. Kendince, ‘karz-ı hasen’ tahşidatı yapan ayete telmihte bulunuyor ve “en güzel biçimde Allah için borç verme”3 işini, “Allah’a borç verme” şeklinde çarpıtıp sulandırmak istiyordu.

Daha sözünü bitirmeden, suratına öyle bir tokat inmişti ki adam, neye uğradığını şaşırdı. Belli ki hiç beklemediği bir tepkiydi bu. Ardından, şunları söylüyordu Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh):

– Ey Allah düşmanı! Nefsim yed-i kudretinde olana and olsun ki, şayet sizinle bizim aramızdaki anlaşma olmamış olsaydı, senin kelleni koparırdım.

Halbuki Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh), narin yapılı ve yumuşak huylu bir adamdı. Ancak, Allah ve Resûlü’nün alaya alındığı yerdeki duruşunu, en babayiğit adamların yanında bulmaya da imkân yoktu.

Finhâs’ın sözleri Hz. Ömer’in de kulağına gelmiş ve onu da çileden çıkarmıştı. Kaptığı gibi kılıcını yola koyulmuş ve Finhâs’ın hesabını görmek için geliyordu. Ömer’in şiddeti Ebû Bekir’inki gibi de olmazdı; Allah ve Resûlullah’a dil uzatılan yerde o, uzanan dili söker ve çizgiyi aşanlara da haddini bildirirdi. Ancak zemin, o gün için buna müsait değildi.

Cibril-i Emîn huzura gelmiş, durumdan Allah Resûlü’nü haberdar ediyordu. Aynı zamanda, Allah kelamı olarak getirdiği, yanında bir de emanet vardı. Diyordu ki:

– İman edenlere söyle ki; Allah’ın ceza günlerinin gelip çatacağını bekleyenlerin ezalarına aldırış etmesin, kusurlarını bağışlasınlar! Çünkü, nasılsa Allah, yaptıklarının karşılığını herkese verecektir.4

Açıkça bu, seviyenizi koruyup da seviyesizlerle zaman kaybetmeyin; onların hesabını, büyük mahkemede zaten Allah görecek. Siz, size düşeni size yakışır şekilde yapın ki; bunun karşılığını da Allah mutlaka verecektir anlamına geliyordu.

Ancak, Ömer’in bundan henüz haberi yoktu. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), hemen birisini gönderip onu da haberdar etmek istedi. Çok geçmeden de, sert adımlarla Finhâs’ın hesabını görmeye giden Ömer’in karşısına bir sahabe çıkmış ve kendisini Resûlullah’ın beklediğini söylüyordu. Aynı zamanda meselenin aciliyeti vardı.

Hak karşısında konumunu yeniden belirlemekle bilinen Hz. Ömer, soluğu Allah Resûlü’nün huzurunda aldı. Efendiler Efendisi önce:

– Kılıcını kınına koy yâ Ömer, dedi. Resûlullah ister de Ömer ona itiraz eder miydi hiç?

– Seni hak olanla gönderene yemin olsun ki doğru söylüyorsun yâ Resûlallah!

Ardından Sultan-ı Rusül Hazretleri:

– Rabbin diyor ki, diye başladı ve Cibril’in getirdiği ayeti okudu ona da.

Artık, kabaran dalgalar durulmuş; Hz. Ömer’de de derin bir sükûnet hâsıl olmuştu. Demek ki, sonucu itibariyle umumu ilgilendiren meselelerde, baştaki insanın bilgisi olmadan münferit bir adım atılmamalıydı. Yoksa, taş taş üstüne konularak inşa edilen binanın temelinde sarsıntı meydana gelir ve istenilen neticeye ulaşılamazdı. Şöyle mukabelede bulundu:

– Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, bundan böyle ben yüzümü ekşitmeyecek ve öfkemi izhar etmeyeceğim!

Huzurdaki insibağ, nasıl dalga dalga diğer insanlar üzerine de sirayet ediyor ve bu sahile uğrayan herkesi etkisi altına alıyordu!5

Diğer tarafta ise, ne böyle bir su kaynağı ne de insibağ söz konusu idi. İşin doğrusu, herkes kendi karakterinin gereğini yerine getiriyordu. Dil belâsından dolayı Hz. Ebû Bekir’den dayak yiyen Finhâs, daha sonra şikayet için Efendimiz’in yanına geldi. Hırpalandığı her halinden belliydi. Ancak o, olanlardan ders almışa da benzemiyordu ve kendi yaptıklarından hiç bahis açmadan Ebû Bekir’in kendisine saldırıp dövdüğünü söyledi Efendiler Efendisi’ne. Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ebû Bekir’i yanına çağırdı ve sordu:

– Niçin böyle bir şey yaptın?

Ebû Bekir mahcuptu. Ancak, yanı başında duran bu alçağa haddi bildirilmeliydi. Söyledikleri yetmiyormuş gibi bir de gelmiş, aleyhinde konuştuğu yerden imdat dileniyordu. Normal şartlarda kendini müdafaa etmekten hoşlanmazdı; ama burada meseleyi, olduğu gibi aktarmak gerekiyordu. Bunun için şunları söyledi Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh):

– Yâ Resûlallah! Bu, Allah düşmanı adam, çok büyük bir günah işledi. Zât-ı Bâri hakkında ağza alınmayacak şeyler söyledi; –haşa– Allah’ın fakir, kendilerinin ise zengin olduğunu sanıyor. Ben de kızdım ve dediklerinden dolayı Allah için dövdüm onu.

Hakikatin ifade edildiğini duyunca Finhâs, rahatsız olmuştu; ama çareyi, Ebû Bekir’in anlattıklarını inkârda buldu ve:

– Ben bunları demedim, diye söylenmeye başladı.

Konuyu, Allah Resûlü’nün de bildiğini nereden bilebilirdi! Ne yüzsüz adamdı; bunca yaptıkları yetmiyormuş gibi bir de Ebû Bekir’i yalanla itham ediyordu! Bir kez perde yırtılınca insanda, demek bütün bunlar olabiliyordu.

Çok geçmeden, Sıddîk-i Ekber’in sadakatini haykıran Kur’ân ayetleri inmeye başladı; sema dile gelmiş ve Cibril-i Emîn, İnsanlığın Emîni’ne vahiy indiriyordu:

– Şüphesiz ki Allah, “Allah fakir, bizler ise zenginiz.” diyen o kimselerin sözlerini de işitip bilmektedir. Onların söyleyegeldikleri bu sözü de, haksız yere öldürdükleri peygamberlerin hesabını da yazıyoruz ve onlara, “Tadın bakalım o yakıcı cezayı.” diyeceğiz.6

Görüldüğü üzere inen ayetlerde, aynen Finhâs’ın söylediklerine yer veriliyor ve böyle iki yüzlü ve sahtekâr kimselerin, ahiret yurdunda yakıcı bir azaba dûçâr olacakları anlatılıyordu.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz

Dipnot:

  1. Bkz. Âl-i İmrân, 3/113, 114
  2. Aslında Medine’de bulunan Yahudiler, yerli halktan sayılmazdı. Asıl itibariyle İbrânî olan bu insanlar, zamanında bilhassa Romalıların baskısından kaçıp Medine’ye sığınmış, burada kalmayı başka yerlerde dağılıp kaybolmaya tercih etmişlerdi. Her kabilenin alt kolları olmakla birlikte ana çatı itibariyle Benî Kaynukâ, Benî Nadr ve Benî Kurayza adında üç kabile altında birleşmişlerdi. Zaman içinde, Araplarla evlilikler yapmaya başlamışlar; dil olarak Arapça’yı konuşup çocuklarına da, içinde bulundukları toplumun kullandığı isimleri verir olmuşlardı. Buna rağmen, kök meselesi gündeme geldiğinde hemen ortaya çıkar ve kendilerini herkesten üstün görme anlayışlarını öne çıkarıverirlerdi. Bunun için diğer Araplara üstten bakarlar, herkesi kendilerine hizmet etmekle sorumlu görürler ve ekonomik hayatın iplerini ellerinde tutarak bulundukları yerde hâkim güç olmayı hedeflerlerdi. Zaman zaman aralarında vuku bulan savaşların temelinde de, bu hâkimiyet anlayışı ve dünya malına gösterdikleri hırs belirgin rol oynuyordu. Sihir, fal, üfürükçülük ve büyü gibi başkalarının bilmediği alanlarda söz sahibi olan bu insanlar, ellerindeki bu tür bilgileri de kullanarak üstün oldukları fikrini yaymaya çalışıyor ve karşılarındaki insanların bilgisizliklerinden de istifade ederek toplumda temeyyüz ediyorlardı. Bkz. Mübârekfûrî, er-Rahîku’l-Mahtûm, s. 171
  3. Bkz. Bakara, 2/245
  4. Bkz. Câsiye, 45/14
  5. Bkz. Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, s. 394
  6. Bkz. Âl-i İmrân, 3/181
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.