Gerçekleşen rüya ve vaad: Kaza Umresi

354

Yedinci yılın Zi’l-Kâde ayıydı; Cibril-i Emîn de gelmiş, “Hürmetli ay, hürmetli aya bedeldir ve hürmetler karşılıklıdır.”1 meâlindeki âyeti getirmişti. Geçen yıl yapılamayan umrenin, artık gerçekleşme vaktinin geldiğini hatırlatıyordu.2 Efendiler Efendisi de, bir yıl önce anlaşıldığı gibi ashâbına umre için hazırlanmaları emrini verdi; bu süre içinde şehit olanların veya kendi eceliyle ölenlerin dışında Hudeybiye’de bulunanlardan hiç kimsenin geri kalmaması gerektiğini ilan ediyordu.

Bu arada umre için hâli vakti yerinde olmayan insanlar da yola çıkmak istiyorlardı; ne üzerlerine binebilecekleri bir binekleri ne de gidip gelinceye kadar kendilerine yetebilecek yiyecekleri vardı:

– Yâ Resûlallah, diyorlardı. “Allah’a yemin olsun ki, bizim elimizde yol azığımız hiç olmadığı gibi bizim elimizden tutup da bize yardım edecek birileri de yok!”

Gönülden talepte bulunuyorlardı ama gerçekten de imkânları yoktu; aralarında, bilhassa Medine dışından buraya gelip hicret etmiş insanlar vardı! Öyleyse bu insanların da elinden tutulmalı ve birlikte yola çıkabilmek için gerekli olan yardım yapılmalıydı.

Bunun için Fahr-i Kainat Efendimiz, ashâbını infaka teşvik etti; Allah için verene, Allah’ın da bol miktarda vereceğinden şüphe yoktu. Böylelikle fani olan dünya malının, ahiret adına ebedi bir servete dönüşme fırsatı elde edilebiliyordu:

– Tasaddukta bulunun ve sakın elinizi çekmeyin; yoksa helâk olursunuz, diyordu. Ancak bu sıkıntı, sadece belli insanlarda değil, ashâb-ı kirâmın genelinde vardı ve:

– Yâ Resûlallah, dediler. “Elimizde hiçbir şey yokken ne infak edebiliriz ki!”

– Bir hurmanın yarısı bile olsa elinizde olanlardan, buyurdu Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). Zaten, Cibril-i Emîn’in getirdiği, “Allah yolunda infakta bulunun ve sakın ola ki kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın”3 meâlindeki âyet de bunu anlatıyordu. Demek ki esas tehlike, insanın er meydanlarında cepheden cepheye koşması değil, muhtaçları görüp de onlara infakta bulunmamak suretiyle kendi kendisini helâk etmesiydi! Mesele şimdi anlaşılmıştı; vermek için illa da zengin olmayı beklemek gerekmiyordu ve ashâb-ı güzin hazretleri, bulabildiği kadarıyla elindeki imkânları ortaya döküyor ve Beytullah’a yolcu olan kardeşlerine destek olmaya çalışıyordu.

Derken Medine’den Kâbe’ye, kadınlarla çocuklar hariç iki bin kişilik bir yolculuk başlıyordu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’de yerine, Ebû Ruhm el-Gıfârî’yi bırakmıştı.4 Bir yıl önce görülen rüya ve geri dönüşte inen âyetlerde anlatılan müjde tahakkuk etmek üzereydi; emniyet ve güven içinde Kâbe’ye gidecek ve asırlardan beri ilk defa burada ibadetin nasıl yapılması gerektiğini bütün âleme göstereceklerdi! Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Mescid-i Nebevi’nin kapısında ihrama girdi ve telbiye getirmeye başladı; O’nu duyan herkes, aynı telbiyeyi söylemeye başlamıştı. Medine:

– Lebbeyk Allahümme lebbeyk; lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’l-hamde ve’n-Ni’mete leke ve’l-mülke lâ şerîke lek, ifadeleriyle sarsılıyordu.

Yanlarına, kurbanlık olarak atmış deve almışlardı. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) kendi kurbanını bizzat hazırlamış ve boynuna nişan olarak bir işaret koymuştu. Kurbanlıklarının başına yine Nâciye İbn Cündeb’i tayin etmiş ve yanına kattığı beş kişiyle birlikte onları, yeşilliklerde otlatarak sağ salim Mekke’ye ulaştırmakla görevlendirmişti.
Her ne kadar bu yolculukta esas maksat, Allah’a kulluk vazifesini ifa ise de Allah Resûlü, tedbiri elden bırakmıyor ve yanına silahlarını da almak istiyordu. Hatta ashâb arasından Muhammed İbn Mesleme başkanlığında yüz kişilik bir grubu seçmiş ve bunları atlı birlikler olarak önceden göndermişti! Kılıç, kalkan, miğfer ve mızrak gibi silahların başına da Beşîr İbn Sa’d’ı görevlendirmiş ve onları da Muhammed İbn Meslemelerle birlikte göndermişti. Gelişmeleri ashâb da dikkatle takip ediyordu; Bir anlam verememişlerdi ve:

– Yâ Resûlallah, diyorlardı. “Bizler Mekke’ye girerken onlar, yanımızda sadece yolcu kılıcı olması ve bunun da kınında bulunmasını şart koştukları hâlde Seni bu kadar silah almaya sevk eden de nedir?”

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu soruya:

– Biz, onlarla Harem’e girecek değiliz; ancak onların, bize yakın bir yerde durmasında fayda var! Şâyet onlardan, olur da bize karşı bir saldırı söz konusu olursa, bunlar elimizin altında olur, diyerek cevap verdi. Anlaşılan, Kureyş’in sözünde durup durmayacağından hâlâ emin değildi; belki de ashâbına, her hâlükârda tedbire riâyet etmenin lüzumunu anlatmak istiyordu.

Zü’l-Huleyfe’de ayrılıp da önden giden Muhammed İbn Mesleme ve arkadaşları Merrü’z-Zahrân denilen yere geldiklerinde Kureyş’ten bir grup insanla karşılaştılar; endişelenmişlerdi ve onlara, bu hareketliliğin sebebini soruyorlardı. Muhammed İbn Mesleme ve arkadaşları onlara, Resûlullah’ın da arkadan gelmekte olduğunun haberini verdiler. Hele Beşîr İbn Sa’d ve beraberindeki silahlara muttali olduklarında yürekleri ağızlarına gelmiş ve yüzlerinde de renk kalmamıştı! Koşarak Mekke’ye geldiler ve durumdan ileri gelenleri haberdar ettiler. Kureyş’i büyük bir telaş almıştı:

– Nasıl olur, diyorlardı. “Bizler, sözleşmeyi ihlâl eden yanlış bir şey yapmadık; anlaşmamıza da sözleşmemize de bağlıyız! Öyleyse Muhammed ve arkadaşları, ellerinde silahlarıyla birlikte bizim üstümüze niye geliyor ki!”

Durumu daha yakından takip etmek ve gelişmelere muttali olabilmek için de, Mikrez İbn Hafs başkanlığında bir heyet tertip edip Ye’cec denilen yere gönderdiler. Bu sırada Kâinatın İftiharı da buraya gelmiş bulunuyordu.

– Vallahi de yâ Muhammed, diyorlardı. “Senin, ne küçükken ne de daha sonraları insanlara gadrettiğin görülmemiştir; şimdi ise bu silahlarla birlikte kavminin üzerine Harem’e girmek istiyorsun! Hâlbuki Sen, kavminle yaptığın anlaşmada sadece yolcu kılıçları ve onların da kınlarında olması şartını kabul etmiştin!”

Rahatlatan cevap Allah Resûlü’nden geliyordu:

– Ben onların üzerine silahlarla birlikte girmeyeceğim ki!

Mikrez ve arkadaşları rahat bir nefes aldılar; rahatlamışlardı! Efendimiz’e dönerek:

– Zaten Sana yakışan da budur; zira Sen, hep iyilik ve vefa ile tanındın, dediler ve doğruca Mekke’nin yolunu tuttular. Şöyle diyorlardı:

– Şüphe yok ki Muhammed, sizinle yapmış olduğu anlaşmaya sadık ve buraya da silahlı olarak girmeyecek!

Bu arada Kureyş, ashâbın zayıflıktan yürüyemeyecek kadar güçsüzleştiklerinin dedikodusunu yapmaya başlamış ve bu ifadeler ashâbın kulağına da gelmişti. Medine hummasından kol ve kanatlarının kırıldığını ileri sürüyor ve onları küçümsüyorlardı! Bunu duyan ashâb-ı kirâm hazretleri, Resûlullah’ın huzuruna gelip şunları söyleyeceklerdi:

– Şu develerimizi kesip etlerinden yiyip çorbalarından içsek de yarın onların yanına giderken daha zinde ve daha güçlü olsak!

Ancak bu, Allah Resûlü tarafından makul görülmeyecekti. Önce:

– Sakın böyle yapmayın, dedi ve ardından da:

– Biz, elinizde bulunan azıklarınızın tamamını Bana getirin, diyerek onlara yeni bir kapı daha aralanacağının müjdesini vermiş oldu.

Herkes, elinde avucunda ne varsa alıp huzura getiriyordu; ortaya bir sergi sermişler ve getirilen her şey bu serginin üzerine dökülmüştü. Çok geçmeden ortada büyükçe bir tepecik meydana gelivermişti! Sayıları iki binin üstündeki bu insanlar gelip buradan karnını doyurup geri gidiyordu ama ortadaki tepecik hâlâ olduğu gibi duruyordu. Demek ki, yeni bir ikrama daha mazhar oluyorlardı. Artık her biri, develerini de kesme ihtiyacı hissetmeden doya doya bu ikramdan istifade etmiş ve azıklarını da doldurarak geri çekilmişti.

Efendimiz’in Mekke’ye Girişi

Zilhicce ayının dördüncü günüydü. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Merrü’z-Zehrân denilen mevkiden hareket etmiş, Mekke’ye giriyordu; yıllar sonra Kâbe, ilk defa ikiziyle buluşacaktı! Yedi yıl önce arkasını dönerek vedalaştığı bu yere şimdi, sürekli problem çıkaran insanlarıyla anlaşma yapmış olarak giriyordu. Kurbanlıkları öne geçirmiş, onların arkasından Kâbe’ye doğru ilerliyordu. Zî Tuvâ denilen yere geldiklerinde tekbir seslerini yükseltmiş, telbiye getirmeye devam ediyorlardı. Kâbe’ye saygıyı ilk defa Allah Resûlü’nden (sallallahu aleyhi ve sellem) öğreneceklerdi! Abdullah İbn Revâha, Kasvâ’nın yularını tutmuş Allah Resû­lü’nün önünde yürüyor ve dünden bu yana gelinen noktayı ifade eden şiirler söylüyordu. Onun bu hâlini garipseyen ve yaptığının ne kadar doğru olduğunu kendisine hatırlatan Hz. Ömer’e yine Allah Resûlü cevap verecek ve Hz. Ömer’e:

– Ben de duyuyorum ey Ömer! Ses etme, diyecek ve Abdullah İbn Revâha’yı kendi hâline bırakmasını isteyecekti. Sözün ayrı bir gücü vardı ve “Bırak yâ Ömer! Şüphesiz ki o, okların işlemesinden daha tesirlidir.” diyerek bu güce işaret edecekti. Bu arada Hz. Abdullah’a da dönecek ve Mekke’ye girerken şunları söylemesini emredecekti:

– O (celle celâluhû), öyle bir ilah ki kendisinden başka ilah yoktur; kuluna nusretiyle yardım eder, ordusunu galip kılar ve karşısında yer alan yığınları da tek başına yok eder!

Artık Abdullah İbn Revâha, Allah Resûlü’nden öğrendiği bu sözleri tekrar ediyor ve onun bu cümlelerini duyan ashâb da aynı şeyleri seslendiriyordu! Yıllardır matem tutan Mekke, ilk defa bayram neşvesine bürünmüştü! Bilhassa muhâcirlerin sevincine diyecek yoktu; onlar için her köşede bir hatıra gizliydi. Bilhassa Hâşimoğullarının çocukları Efendimiz’in etrafında halkalanmış sevgi gösterisinde bulunuyorlardı.

Derken Kâbe’ye gelinmişti; Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Kâbe aynı noktada buluşmuş ve mihrabla minber yan yana gelmişti! Resûlullah’a bir kötülük yapılma ihtimaline binaen ashâb-ı kirâm, O’nun etrafında etten duvar örmüş pervane gibi dönüyorlardı. Anlaşma gereği üç gün burada kalınacak ve dolu dolu Rabbe iltica ile kullukta bulunulacaktı!

Teveccüh tam ve kulluk adına kıvam da zirvedeydi; artık tavaf başlamak üzereydi ve Hacer-i Esved’i istilam etmeden önce Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ihramının bir ucunu koltuğunun altına alıp sağ omzunu açmış ve diğer ucunu da sol omzunun üzerine atmıştı. Ashâbına bir de tembihi vardı:

– Bugün kendisini daha güçlü gösterenlere Allah merhamet etsin, diye dua ediyor ve ‘Onlara, hoşlanmayacakları şekilde görünün.” diye tembihliyordu. Maksadı, kendilerini zayıf gören ve bunu dillerine dolayan müşriklere, mü’minin izzet ve azametini göstermekti. Bunun için de, bilhassa ilk üç şavtta sert adımlarla ve başlar dik, göğüsler de ileri çıkmış olarak Kâbe’yi tavaf etmelerini isteyecek ve kendisi de bunu tatbik ederek ashâbına örnek olacaktı. Sayıları iki binin üzerinde olan gözü yaşlı, sesi gür ve adımları sert bu insanların oluşturduğu manzara gerçekten de seyre değerdi ve dağ başlarına çekilen müşrikler de zaten onu yapıyorlardı. Tekbir ve telbiye sesleri, Fârân dağlarına kadar çarpıp geri geliyor, Bekke vadisinde tarifi imkânsız bir yankı oluşturuyordu! Bütün bunların bir dili vardı ve Mekke müşrikleri, bu dilin ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlardı.

Öğle vakti girdiğinde Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Bilâl’e seslendi ve ezan okumasını istedi; Bilâl-i Habeşî, Kâbe’de ilk defa Allah’ın adını haykıracaktı! Onun için bu, en büyük idealdi; zira içinden geldiği gibi burada Allah’ın adını haykırma fırsatı bulamamış, hep işkenceler altında inim inim bir hayat yaşamıştı! Hemen çıktı Kâbe’nin üstüne ve sesinin olanca gücü ve güzelliğiyle ezan okumaya başladı.

Kureyş’in Tavrı

Kuaykı’ân dağının Hıcr tarafına bakan yanına oturup da Kâ­be’yi tavaf edenleri seyreden müşrikler, ilk defa kulaklarına gelen bu sesle irkilmiş, hayretten hayrete düşerek kendi aralarında konuşuyorlardı. Ebû Cehil’in oğlu İkrime:

– İyi ki Allah, Ebu’l-Hakem’e ikramda bulundu da şu kölenin söylediklerini duyurmadı, diyor ve babası Ebû Cehil’in böyle bir manzaraya tahammül edemeyeceğinin altını çiziyordu. Ona Safvân İbn Ümeyye katıldı:

– Şu ânı görmeden önce babamı alan Allah’a hamd olsun, diyordu. Onlara Hâlid İbn Esîd de katılacaktı; o da:

– Bilâl’in, Kâbe’nin üzerine çıkıp da çığırtkanlık yaptığı şu günleri görmeden önce babamı öldüren Allah’a şükürler olsun, diyordu. Süheyl İbn Amr ve onunla birlikte olan bir grup ise, Hz. Bilâl’in ezan sesini duymamak için kulaklarını tıkayıp yüzlerini de kapatmış, Allah kelamını duymak bile istemiyorlardı. Kin, nefret ve kıskançlıktan köpürüp duruyorlardı; ama yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. Her şey anlaşmanın kurallarına göre yerine getiriliyordu!
Gözlerine ilişip de kulaklarına kadar gelen her manzara, Kâ­be’ye ayrı bir canlılığın geldiğini gösteriyordu. Düne kadar haklarında ileri geri konuşulan ve hâlsizlikten adım atacak mecalleri kalmadığı söylenen insanlar bunlar olamazdı; öyleyse ya bugüne kadar kendilerine anlatılanlar yalandı, ya da Allah Resûlü ve ashâb-ı kirâmı zinde tutan başka güçler vardı! Kendi kendilerine:

– Sizin, sıtmadan dolayı hâlsiz düştüklerini iddia ettiğiniz insanlar bunlar mı, diye soruyor ve “Bunlar, filân ve falanlardan daha güçlüler; baksanıza, tavaf ederken normal yürümekle bile iktifa etmiyor, âdeta ceylanların sekmesi gibi koşturuyorlar” deyip şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı.

Bir aralık Fahr-i Kâinat Efendimiz, onlara Kâbe’nin içine girme isteğini ulaştırdı; burunlarından soluyorlardı ve:

– Anlaşmada böyle bir madde yoktu, diyerek hemen bu talebi geri çevireceklerdi.

Nihâyet Efendiler Efendisi tavaf namazını da kılmış, Safâ ile Merve’ye yönelmişti; burada da yedi kez gidip gelecek ve nihâyet Merve’de durarak kurbanlar kesilecekti. Artık, ihramdan çıkma vaktiydi ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbından Hırâş İbn Ümeyye’yi yanına çağırarak mübarek saçlarını tıraş ettirdi; böylelikle kaza umresi tamamlanmış oluyordu.

Umre işi biter bitmez Efendiler Efendisi, iki yüz kadar ashâbına emrederek, her ihtimale binaen Ye’cec’de bulunan silahların başında nöbet bekleyen arkadaşlarının yanına gitmelerini ve nöbeti devralarak onları da Kâbe’ye göndermelerini emredecekti. Böylelikle umre niyetiyle yola çıkan herkes, vazifesini yerine getirmiş olacaktı.

Mekke’den Ayrılış

Sayılı günler çabuk geçmişti. Buraya geldiği andan itibaren kendini ibadete veren Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) için Abtah denilen yerde bir çadır kurulmuştu ve kalan zamanlarında Resûlullah buraya geliyordu. Dördüncü günün sabahında yine, Kureyş’i temsil eden Süheyl İbn Amr ve Huveytıb İbn Abdiluzzâ Allah Resûlü’nün yanına gelecek ve:

– Artık vakit geldi ve süre tükendi; haydi burayı terk et, diyeceklerdi. Bu sırada Allah Resûlü, yanında bulunan bir grup Ensâr’la konuşmaktaydı ve onlara dönerek:

– Bana birkaç gün daha mühlet verseniz de aranızda bir süre daha kalarak size velime yapsam, diye teklifte bulundu.5

– Bizim, Senin yemeğine ihtiyacımız yok, diyorlardı. “Aramızdan bir an önce ayrıl ve git! Üç gün doldu ve Allah aşkına yâ Muhammed! Seninle yaptığımız anlaşmada, yurdumuzu hemen terk etmenden başka bir seçenek de yok!”

Onların Allah Resûlü’ne kaba davrandıklarını gören Sa’d İbn Ubâde ileri atıldı; çok kızmıştı ve:

– Ey anasız kalasıca, diye seslendi. “Burası ne senin toprağın ne de babanın yeri! Vallahi de Resûlullah buradan, ancak anlaşmanın gereklerine uyarak çıkar; yoksa sizin zorlamanızla değil!”

Hz. Sa’d’ın bu çıkışı Allah Resûlü’nü de tebessüm ettirmişti. Bu, bir insanın, liderine karşı göstermesi gereken bir hassasiyetti. Ancak durumun nezaketi bunu kaldıracak gibi değildi ve belli ki Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), nezaketiyle muhataplarını eritmek istiyordu. Onun için Hz. Sa’d’e dönecek ve:

– Ey Sa’d, diye seslenecekti. “Bizi kendi konağımızda ziyaret eden bu insanları incitme!”

Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebû Râfi’e seslenerek yolculuk emri verdi. Artık Kâbe’den ayrılık vakti gelmişti. Ancak bu ayrılık, bundan sonra da buraya gelebilmenin kapılarını aralayan geçici bir ayrılıktı. Zira Mekke’de buz kesen yüzler yavaş yavaş erimeye durmuş ve zihinlerde de farklı soru işaretleri belirmeye başlamıştı. Şimdi Kâbe’de, Ebû Râfi’in sesi yankılanıyordu:

– Akşama kadar Müslümanlardan burada kimse kalmasın!

Yüreği Kâbe’de kalan Allah Resûlü de, Kasvâ’ya binerek yine yola koyuldu. Bu sırada arkadan bir kız çocuğunun yanık sesi duyulmaya başlamıştı:

– Ey amca! Amcacığım, diye bağırıyordu. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) arkasını dönüp de sesin geldiği tarafa yöneldiğinde bu kızın, amcası ve süt kardeşi Hz. Hamza’nın emaneti Ümâme olduğunu gördü. Gerçekten de yürek yakan bir manzaraydı; gözlere yaş yürümüş ve gönüller de rikkat kesbetmişti. Uhud’un aslanı ve şehitlerin efendisi Hz. Hamza’nın yetim kızı, Resûlullah’a koşuyordu! Kan çekmişti. Candan bir yönelişle kendisini de burada bırakmamalarını istiyordu. Bir çırpıda koşarak elinden tutan Hz. Ali:

– Amcamızın kızını ne diye müşriklerin arasında yetim bırakalım ki, diye Efendimiz’e sesleniyor ve onu da alıp birlikte Medine’ye dönmek istediğini söylüyordu. Zaten O da (sallallahu aleyhi ve sellem) farklı düşünmüyordu ve böylelikle Hz. Hamza’nın emaneti küçük Ümâme de Medine yolcularının arasına katılmış oluyordu.6

Resûlullah, Meymûne Validemizi getirmesi için Ebû Râfi’i geride bırakmıştı ve Serif’e geldiğinde burada mola verip onların gelmesini bekledi. Onlar da gelip arkada kimse kalmayınca, yeniden Medine’ye bir yolculuk başlayacaktı ve bu yolculukta, daha ziyade geceleri yol alıyorlardı. Böylelikle bir yıl önce görülen rüya gerçekleşmiş ve Allah’ın vaadi de yerine gelmiş oluyordu.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ kitabından alınmıştır.

Dipnot:

  1. Bakara, 2/194
  2. Bu umreye, ‘Kaza Umresi’ denildiği gibi bir önceki teşebbüste anlaşmaya vesile olduğu için ‘Kazıyye’, yapılamayan önceki umreye bedel olduğu için ‘Kısâs’ ve anlaşmaya vesile olduğu için de ‘Sulh’ umresi gibi isimler de verilmektedir. Bkz. Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 5/196
  3. Bakara, 2/195
  4. Bu sahabînin, Uveyf İbn Edbat veya Ebû Zerr el-Gıfârî olduğuna dair de rivâyetler vardır. Bkz. İbn Hişam, Sîre, 5/17; Belazuri, Ensabu’l-Eşraf, 1/155
  5. Meymûne Validemiz, Hz. Abbas’ın hanımı Ümmü’l-Fadl ile Hz. Ca’fer’in zevcesi Esmâ Binti Ümeys’in kız kardeşi idi ve kocasının ölümüyle birlikte dul kalmıştı. Onun bu hâliyle Mekke’de yaşadığı sıkıntıları gören Efendimiz’in amcası Hz. Abbâs, daha Mekke’den ayrılmadan önce meseleyi Allah Resûlü’ne arz edecek ve onunla evlenmesi gerektiğini söyleyecekti. İşte Allah Resûlü (s.a.s.), Mekke’ye gelmiş olmayı da değerlendirerek Hz. Meymûne validemizle nikâh akdetmişti. Bu nikâh dolayısıyla yemek verip nikâhı Mekkelilerin gönlünü kazanmaya bir vesile yapmak istiyordu. Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 5/20; Süheyli, Ravdu’l-Unf, 4/117; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 11/208
  6. Medine’ye geldiklerinde, Ümâme için aralarında ihtilâf çıkacak ve bu ihtilâfı da yine Allah Resûlü (s.a.s.) çözecekti. Hz. Zeyd, Hz. Ali ve Hz. Câfer’in faziletlerini sıraladıktan sonra Ümâme’nin teyzesinin Hz. Câfer’le evli olduğunu belirterek onun Hz. Câfer’le birlikte kalmasının daha doğru olacağını ifade edecekti. Bkz. İbn Sa’d, Tabakat, 8/159; Vakıdi, Meğâzî, 1/739; İbn Hacer, el-İsâbe, 7/706
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.