Ezvâc-ı Tâhirât’ın Allah’ı, Resûlü’nü ve Âhiret mülkünü, dünya hayatına ve süsüne tercih edişi

450

Îlâ

Nübüvvet medresesinde ta’lîm devam ediyordu; yine o günlerden birisinde Ezvâc‑ı Tâhirât’tan bazıları Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına gelmiş ve yaşadıkları hayat şartlarının iyileştirilmesi talebinde bulunmuşlardı. Zira gözle görülen bir husus vardı; artık şartlar eskisi gibi çetin değildi ve Allah’ın ihsan ettiği çok değişik nimetlerle serfirâz kılınmışlardı; isteselerdi onlardan kendileri de istifade ederlerdi!

Aynı zamanda başkalarını da görüp duruyorlardı; onlar bu imkânlardan istifade ediyorlardı ve Resûlullah da (sallallahu aleyhi ve sellem) onları gördüğü halde herhangi bir kısıtlamada bulunmuyordu. Bir farkla ki Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ilk günkü safvetinden hiç taviz vermemiş, şahsi hayatı itibarıyla çetinlerden daha çetin, zorlardan daha zor bir hayat yaşıyordu. Bu tabloyu gören annelerimiz, muhtemelen toprakların bu kadar genişlediği, ganimetlerin hazineyi zengin kıldığı ve elde edilen servetlerin göz doldurduğu böyle bir zeminde kendileri için de bir ferahlık ve rahatlama mümkün olur diye düşünüyorlardı.
Hatta onlardan bazıları, saraylardan gelmiş insanlardı ve o günün şartları içinde olsa dahi, belli başlı kabilelerin önde gelenlerinin kızlarıydı. Bu yönüyle onlar, böyle çetin şartlarda yaşamaya alışkın da değillerdi; bir dedikleri iki edilmeyen, her istediklerine sahip olabilen birer insanken gelmiş, şimdi Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte alışık olmadıkları bu sıkıntılara katlanmaya çalışıyorlardı.

Hem imkânın olduğu yerde dünyayı talep etmenin doğru olmadığına dair herhangi bir kısıtlama da yoktu. Hoş, böyle bir imkânı elde etmiş olsalardı ne yapacaklardı. Daha sonraki zamanlarda yaptıkları gibi şüphesiz o gün de onu yine bir başka muhtacın ihtiyacını gidermede kullanacak, sevap yarışında önde gidenlere onlar da ortak olacaklardı!

Onların bu talebini duyan Hazreti Ömer’in yüzünde renk kalmamıştı; zira kızı Hafsa Validemiz de onlar arasında bulunuyordu. Allah’tan henüz meseleyi Allah Resûlü’ne intikal ettirmemişlerdi! Hemen kızı Hafsa Validemiz’in yanına geldi; Resûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) kastederek:

– Sakın O’ndan bir şey isteme; ihtiyacın olan ne varsa gel, onu benden iste, diyordu.

Hazreti Ömer ferâsetiydi bu ve sonra gidip durumu, sıddîkiyetin zirve insanı Hazreti Ebû Bekir’e de intikal ettirdi. Zira Âişe Validemiz de onun kızıydı; muhtemelen bu gidişatın önüne o geçebilir ve böylelikle Resûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) yeni bir sıkıntıya dûçâr kılmaktan kurtarmış olurdu!

Hazreti Ebû Bekir’in tavrı da ondan farklı değildi; o da kızına gitmiş benzeri şeyler söylemişti. Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) mektebinde yetişen iki babanın, kulağa küpe babacan tavırlarıydı bunlar; duygularıyla hareket edip kendi çocuklarının yanında yer almamış, akıl ve muhakemelerinin dediği yerde durarak hakkı temsil adına ortaya, müşterek bir tavır koymuşlardı!1

Daha sonra baş başa verdi ve diğer annelerimizi de dolaşmaya başladılar; aynı şeyleri onlara da söylüyorlardı. Aynı zamanda Hazreti Ömer’in akrabası olan Ümmü Seleme Validemiz’den hiç beklemedikleri bir cevap geliyordu; yakını olduğu için Hazreti Ömer’i2 muhatap alarak şöyle diyordu:

– Sübhânallah! Sana hayret ediyorum ey Hattâb oğlu! Her şeye niçin bu kadar da müdâhil oluyorsun! Seninle ailen arasına bir başkasının girmesine razı olur musun? Bu işle sizin alakanız ne? Resûlallah’tan istemeyecek de kimden isteyeceğiz; şayet verirse ne âla, şayet vermezse bize, sadece O’na itaat düşer! Her şeye o kadar müdâhil oluyorsun ki farkında mısın; neredeyse Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile O’nun zevcelerinin arasına giriyorsun!3

Donakalmışlardı! Evet, hissettikleri doğruydu; ancak Ümmü Seleme Validemiz de haksız değildi! Yanından çıkıp giderken birbirlerini levmediyor, yaptıklarının uygun olmadığını konuşuyorlardı.

Beri tarafta bu hâdiseye şahit olan diğer annelerimiz ona:

– Allah seni hayırla mükâfatlandırsın! Biz onlara cevap veremedik ama sen ne güzel söyledin, diyorlardı!

Boynu bükük iki arkadaş, Resûlullah’ı rencide edecek muhtemel bir adımdan duydukları rahatsızlık kadar Ümmü Seleme Validemiz’in bu ifadelerinden de etkilenmişlerdi. Hatta hak karşısında sert duruşlarıyla tanınan Hazreti Ömer’in o gün beli kırılacak gibi olmuştu! Çareyi, hüzün ağırlıklı bir mahcubiyet içinde oradan ayrılmakta buldular.4

İçten içe huzursuzlukları artmış ve iki dertli arkadaş yeniden yola çıkmıştı; huzura geliyorlardı.

Lâkin geç kalmışlardı.

Hâne-i saâdetlerinde derin bir sessizlik nümâyândı. Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) etrafını Ezvâc‑ı Tâhirât almış, öylece oturuyorlardı!

Anlamışlardı. Demek ki dediklerini yapmış, gidip Resûlullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) dünyayı talep etmişlerdi!

O da (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara tavır koymuştu!

Eriyip tükendiklerini hissediyorlardı. İkisi de kızının yanına yöneldi; Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh), Âişe Validemiz’in, Hazreti Ömer de Hafsa Annemiz’in yanındaydı! Hızlarını alamayıp boyunlarından tutmuş ve:

– Yoksa siz, elinde olmayanı Resûlullah’tan talep ettiniz, istediniz mi, diyerek itâb ediyorlardı!

Evet, etmişlerdi. Dünya ve dünyadaki her şey önüne konulduğu halde zaman zaman sıkıntı yaşayan bir peygamber olmayı tercih eden Allah Resûlü’nden böyle bir talepte bulunmuşlardı!
Ancak onlar da bin pişmandı! Ama olan olmuştu:

– Vallahi de biz, bir daha asla böyle bir talepte bulunmayacak; elinde olmayan bir şeyi Resûlullah’tan hiç istemeyeceğiz,5 diyorlardı.

Şimdi yepyeni bir süreç yaşanıyordu. En yakınındakilerin talebi karşısında belli ki Resûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) rencide olmuştu; rencide olmuş ve hemen yeni bir tavır belirlemesinde bulunmuştu. Kelimelerle maksadını ifade yerine sükûtu tercih etmiş, hâlin lisanıyla kalıcı bir hutbe îrâd ediyordu! Ne sesini yükseltip bağırıp çağırmış ne de konumunun farklılığını nazara vererek üstlerinde baskı kurmayı düşünmüştü; vurup kırmak ise, o güne kadar Nübüvvet kürsüsünde kendisine hiç yer bulamamış, bundan sonra da bulamayacaktı!

Beri tarafta ise tarifi imkânsız bir hüzün vardı; dile getirdiklerine bin pişman olan annelerimiz, ne yapacaklarını bilemez halde çaresizce oturuyorlardı!

Derken, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), hâne‑i saâdetlerinden de ayrılmış ve gitmişti! Dünya ve ukbâ adına her şeyleri olan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) gidiyor ve onlara bir kelime bile etmiyordu!

Aynı zamanda bu duruş, Kıyâmet’e kadar herkesin, özellikle de evliliğinde problem yaşayan kulağında küpe olması gereken bir duruştu; zira öfkelendiği zaman ashâbının pozisyon değiştirmesi gerektiğini tavsiye eden Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem),6 hisleriyle hareket etmemiş ve en yakınındakilerden hiç beklemediği bu hareket ve talepler sonunda, kendisini mescidin âsûde iklimine atmıştı. Demek ki böylesi durumlarda, bulunulan mekândan uzaklaşıp mâbede koşmak, secde ile buluşup evrâd ü ezkâra yönelmek ve Kur’ân’ın dupduru sayfaları arasında dolaşıp maneviyat soluklamak, mevcut problemi büyütmeme ve dahası, onu kendiliğinden tedavi edebilme adına çok önemli bir adım anlamına geliyordu.

İlk defa karşılaştıkları bu tavır sebebiyle öylesine ürpermişlerdi ki dünyayı talep ederken Âhiret’lerini kaybettiklerinden endişe duymaya başlamışlardı! Zira Habîb‑i Kibriyâ Hazretleri’nin gönlü kendisine kırık kalanın hâli harap demekti!

Endişe ve korku ile arkadan O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem) takip ediyorlardı; Mescid’in içinde hafif yüksekçe bir mekâna çekilmiş ve kapısını da herkese kapatmıştı! Biraz daha yakın olan Âişe Validemiz, kapıyı kapatırken:

– Bir ay gelmeyeceğim, dediğini duymuştu.

Gerçekten de öyle oldu; günler günleri takip etmesine rağmen Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) geri gelmedi. Her geçen gün duydukları acı ve hüzün, bir öncekini aratacak mahiyetteydi. Bir farkla ki ferâset sahibi Hazreti Âişe (radıyallahu anhâ), Resûlullah’ın ayrıldığı bugünü bir kenara kaydetmiş ve gelen günleri bir bir saymaya başlamıştı.

Bu tavır ve duruşun, irâdî olduğu o kadar belli idi ki kimse yaklaşıp da Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) bir şeyler söyleme cesaretini gösteremiyordu! Kapıya siyâhî bir köle7 koymuş, nöbet tutturuyor ve kimseyi içeri aldırmıyordu!

Habîb-i Kibriyâ Hazretlerinin bu tavrını duyan bazı münâfıklara yine gün doğmuştu; hararetle etraflarına, Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zevcelerini boşadığının haberini yayıyorlardı! Hüzünlerine hüzün katan bir fitneydi bu! Bu durum, bulanık suda ava çıkanların arayıp da bulamadıkları bir malzemeydi ve şimdi onlar, buldukları bu fırsatı değerlendiriyorlardı!

Gecenin geç saatlerinde Hazreti Ömer’in kapısı üst üste aceleyle çalınmış ve bu haber:

– Çok büyük bir hâdise oldu, denilerek ona da ulaştırılmıştı. Haberi getiren komşudaki heyecan, büyük bir hâdisenin olduğunu zaten anlatacak keyfiyetteydi. Onu bu şekilde gören Hazreti Ömer’in aklına, Gassânlılar tarafından baskına uğramış olabilecekleri endişesi düşmüştü. Zira o günlerde onların, Medîne’ye saldırmak üzere hazırlık yaptıklarının haberini almışlardı. Onun için:

– Yoksa Gassânlılar mı geliyor, diye tepki verdi. Kapıdaki arkadaşı:

– Hayır! Ondan daha büyük ve daha ağır bir hâdise, diyordu!

Bundan daha büyük hâdise ne olabilirdi? Meraktan çatlayacak hâle gelmişti. Gidemediği günlerde nöbetleşe Medîne’ye gidip de o günün haberlerini kendisine getiren komşusu, merakını giderecek acı haberi nihâyet söyleyiverdi:

– Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hanımlarından ayrılmış ve bir kenarda inzivaya çekilmiş; anlayacağın onları boşamış!

Dizlerinin bağı çözülüvermişti! Demek kızı Hazreti Hafsa’yı da boşamıştı! Resûlullah’ı rencide ettiğinden dolayı O’nun boşadığı bir kadın nasıl iflah olabilirdi! Aynı zamanda onun bu, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile akrabalıktan mahrum olduğu anlamına geliyordu!

Onun gibi duyarlı birisi, bunca olumsuzluk yaşanırken bir kenarda bekleyemezdi ve hemen yola çıkıp doğruca Mescid‑i Nebevî’ye geldi. Orada gördüğü manzara da acıklıydı; insanlar minberin etrafında oturmuş ağlaşıyorlardı! Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu! Bir müddet çaresiz oturdu onlarla. Ancak oturmak meseleyi çözmüyordu. Sonra bütün cesaretini toplayarak Allah Resûlü’nün bulunduğu mekâna yöneldi. Nöbet bekleyen siyâhî köle Hazreti Rabâh’a:

– Ömer için izin iste, dedi. Resûlullah’ın yanına girecekti. Hazreti Rabâh, Allah Resûlü’nün huzuruna girmiş fakat Hazreti Ömer’in duymak istediği cümleyi O’ndan alamamıştı:

– Huzuruna girdim ve O’na, kendisiyle konuşmak istediğini söyledim; ancak O (sallallahu aleyhi ve sellem) bir şey demedi, diyordu. Belli ki Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), iki vezirinden birisi olan Hazreti Ömer’e de izin vermiyordu! Ancak o, işin peşini bırakmayı düşünmüyordu. Geri döndü dönmesine ama çok geçmeden aynı kapıya bir kez daha geldi; talebini yeniliyordu. Fakat sonuç değişmemişti. Aynı talebini üçüncü kez tekrarladığında da değişen bir şey yoktu; içeri giren Hazreti Rabâh (radıyallahu anh) yine aynı cümleleri tekrarlıyordu!

Hazreti Ömer’in kolu-kanadı kırılmış, görüşme ümitleri tükenmeye yüz tutmuştu. Dünyası kararmış olarak oradan ayrılıyordu ki arkadan Hazreti Rabâh’ın sesi duyuldu:

– Nebiy-yi Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) senin için izin verdi!

Dünyalar onun oluvermişti! Bir çırpıda Resûlullah’ın yanına geldi ve büyük bir ihtiramla içeri girdi. Fahr‑i Kâinat Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), toprak üzerine serili bir hasırın üzerinde uzanmış, bekliyordu. Gidip büyük bir edeple yanına oturdu. Onun gelişiyle birlikte Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) örtüsünü üzerine çekmişti. Zaten yanında, bu örtüden başka da bir şey yoktu. Habîb‑i Kibriyâ Hazretleri’ne daha dikkatlice baktı; mübarek bedenlerinde, üzerine uzandığı hasırın izleri kalmıştı! Yiyecek olarak köşede, sadece bir avuç arpa göze çarpıyordu. Diğer köşede ise selem ağacından elde edilmiş bir o kadar da yaprak ezmesi vardı! Bir de duvara asılı deri göze çarpıyordu! Gördüğü manzara Hazreti Ömer’i yüreğinden vurmuş, koca Ömer’in gözyaşları sel olmuş ağlıyordu. Şefkat Nebîsi’ini de duygulandıran manzaraydı bu ve sordu:

– Niye ağlıyorsun ey Hattâb’ın oğlu? Seni ağlatan da ne?

– Yâ Nebiyyallah, diye başladı sözlerine. “Ben ağlamayayım da kimler ağlasın! Baksana, üzerine oturduğun şu hasır vücudunuzda izler bırakmış! Azık olarak da yanınızda, şu gördüklerimden başka bir şey yok! Hâlbuki Kisrâ ve Kayserler, nehirler arasında reftâre yürüyüp tenezzüh ediyor ve her türlü meyveden de istifade ediyorlar! Sen ki Allah’ın Resûlü ve aynı zamanda O’nun en seçkin kulusun! Ancak dünya adına bütün mâmelekin, işte şunlardan ibaret!”

– İstemez misin Hattâb oğlu, diye başladı sözlerine Habîb‑i Kibriyâ Hazretleri. “Dünya onların, Âhiret yurdu da bizim olsun!”

Kim istemezdi ki! Onun için Hazreti Ömer de:

– Evet! Elbette isterim, dedi. Huzura ilk girdiğinde hissedilen gerginlik bir nebze yumuşamış gibi gözüküyordu. Cesaretini toplayarak Efendimiz’e sordu:

– Kadınlar konusunda seni dara sokan husus nedir yâ Resûlallah? Şayet onları boşayacak olursan şüphesiz ki Allah seninle beraberdir; O’nun melekleri Cebrâîl ve Mîkâîl de! Tabii ki ben, Ebû Bekir ve diğer mü’minler de! Ancak yine de öğrenmek istiyorum; gerçekten onları boşadınız mı?

– Hayır, buyurdu Fahr‑i Kâinat Hazretleri. Gözlerinin içi gülüyordu Hazreti Ömer’in; zira bu, münafıkların sesini kesecek ve Ömer’in endişelerini de giderecek en önemli haberdi!

Rahatlamıştı rahatlamasına ama rahatlaması gereken başkaları da vardı! Gidip herkese haber vermek için sabırsızlanıyordu ama bunu yaparken başka bir yanlışa düşmekten de endişe ediyordu. Onun için Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) bir kez daha döndü şunları söyledi:

– Yâ Resûlallah! Mescid’e girdiğimde gördüm ki insanlar, “Resûlullah zevcelerini boşadı!” diyerek derin düşüncelere dalmış, çaresizce ağlaşıyorlar! Onlara gidip de senin onları boşamadığının haberini vereyim mi?

Mübarek dudaklar yine hareket etmiş ve ondan sadece iki kelime dökülmüştü:

– Evet! Dilersen!

Belki de cevapların kısa oluşu, daha fazla konuşmak istemediğini gösteriyordu. Ancak o, kısa da olsa cevabını almıştı. Hemen kapıya çıktı ve cihana seslenircesine ve en gür sesiyle haykırmaya başladı. Aynı zamanda bu ses, onun gibi hassasiyet gösteren herkesin beklediği müjdeyi ihtiva ediyordu! Sesin geldiği yöne başını çevirenler, onun şöyle söylediğini duyuyorlardı:

– Resûlullah, zevcelerini boşamamış!8

Tahyîr

Diğer yanda Hazreti Âişe (radıyallahu anhâ), günleri saymaya devam ediyordu. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) yanlarından ayrılalı yirmi dokuz gün olmuştu. Yaşadığı günler, geçmek nedir bilmeyen günlerdi! Ancak seviniyordu; zira ayrılırken Efendimiz’den duyduğu müjdenin gerçekleşmesine bir gün kalmıştı! Bu süre içinde dünya başlarına dâr olsa da onun için yarın, vuslat demekti! Zira bir ay demek, otuz günden ibaretti!

Ancak öyle olmadı; yarın gelecek diye beklerken dolunay misâli mübarek yüz, Âişe Validemiz’in kapısında belirivermişti! Aynı zamanda bu, diğer annelerimize karşı Hazreti Âişe’yi farklılaştıran bir başka tercih anlamına geliyordu. Hiç beklemediği bir anda Allah Resûlü’nü kapısında gören Hazreti Âişe (radıyallahu anhâ), ne yapacağını bilemez olmuştu. Gerçi mihnet günlerinin bitmiş olmasından duyduğu sürûr her halinden belli oluyordu. Nasıl olmasın ki eski günlerde olduğu gibi Allah’ın en sevgili kulu evine gelmişti! Onun için bu geliş, bir aylık ıstıraplı günleri nihâyete erdirirken, gelişinde yine kendisini tercih etmiş olmasından duyduğu sevince de diyecek yoktu. Herkesten önce kendi yanına uğramış ve bu sürenin bittiğinden de yine ilk defa o haberdâr oluyordu!

Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) beyanlarında ihtilaf olmayacağında hiç şüphesi yoktu; ancak bir taraftan sevinçle gözyaşı dökerken diğer yandan aklına, içini kemirip duran bir soru takılmıştı. Vuslat sevinci, zihnine takılan bu noktayı sorup öğrenmesine mâni olmayacaktı; Efendimiz’e döndü ve:

– Yâ Resûlallah, dedi. “Hani sen, bir ay boyunca bizim yanımıza gelmeyeceğine dâir yemin etmiştin! O gün bugündür ben sayıyorum; şu an yirmi dokuzuncu gündeyiz!”

Dedikleri doğruydu; Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), ayrılırken bir ay yanlarına gelmeyeceğini söylemişti. Ancak Annemiz’in bilmediği bir şey vardı ve onu da Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), o gün söyledi:

– Bilmez misin ey Âişe; bir ay, genelde yirmi dokuz gündür!9

Habîb‑i Kibriyâ Hazretleri, eski günlerde olduğu gibi yanlarına gelmişti gelmesine ama tavırlarında hâlâ bir kırgınlık hâkimdi. Yüzünü ukbâya çevirmişken yakınındakilerin dünya adına bazı taleplerde bulunmaları belli ki O’nu derinden yaralamıştı. Hâlbuki O (sallallahu aleyhi ve sellem), bugüne kadar hep bunun üzerinde durmuş, kendisi de fiilen bu hayatı yaşayarak etrafındakilere fiilî bir yol göstermişti. Belli ki söyleyecekleri vardı; muhtemelen buraya da onun için gelmişti. Derken Annemiz’in yanına biraz daha yaklaştı ve ona:

– Ey Âişe, diye seslendi. “Sana önemli bir şey söyleyeceğim; ancak onu, anne ve babanla istişare etmeden aceleden karar verme!”

Yüreği ağzına gelmiş ve hâne‑i saâdetleri bir anda buz kesivermişti! Daha bir dikkat kesildi; Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ona şu meâldeki âyeti okuyordu:

– Ey Peygamber! Eşlerine de ki: “Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzelce boşayayım! Yok, eğer Allah’ı, Resûlü’nü ve Âhiret mülkünü isterseniz, haberiniz olsun ki Allah, sizin gibi iyi hanımlara büyük mükâfat hazırlamıştır!”10

Beyninden vurulmuştu! O da ne demekti; ona göre hiçbir şey, Allah Resûlü’nden ayrılığın gerekçesi olamazdı! Maddî olarak kısmen bir yokluk yaşıyor olsa da O’nunla birlikte olduğu günlerde dünyanın en bahtiyar ve en mutlu insanı kendisiydi! Hem bu kararı, anne ve babası değil, kendisi vermeliydi! Hâlbuki Hazreti Ebû Bekir ve Ümmü Rûmân’ın, Resûlullah’tan başkasını tercih etmeyeceklerini O da (sallallahu aleyhi ve sellem) biliyordu! Ancak ne garip ki yine de onlara danışması gerektiğini söylüyordu! Dayanamadı; döndü ve Resûl‑ü Kibriyâ Hazretlerine şunları söyledi:

– Senin hakkında mı anne ve babamla istişare edeceğim? Elbette ben, Allah’ı, Resûlü’nü ve Âhiret yurdunu tercih ediyorum!11

İşte, şimdi olmuştu. Bu tercih ve bu duruş, bütün buzları eritmiş ve yeniden eski günlere dönülmüştü; Nebiy-yi Ekrem Hazretleri tebessüm ediyordu! Bu tebessüm, mihnet günlerinin sona erdiğini ve sıkıntıların artık geride kaldığını ifade ediyordu. Hazreti Âişe’nin yaşadığı saâdet hânesinden diğer annelerimize doğru sirâyet eden müthiş bir huzur yayılıyordu. Zira çok geçmeden bu haber diğerlerine de ulaşmış, aynı sürûru onlar da yaşamaya başlamışlardı.

Derken, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) diğer annelerimizin yanına da gitti ve aynı teklifi onlara da yaptı. Ne var ki onlar açısından artık meselenin çözümü kolaydı; zira önlerinde Hazreti Âişe (radıyallahu anhâ) gibi bir ferâset duruyordu! Onun gibi davrandı ve neticede Allah ve Resûlü’nü seçerek bu süreci nihâyete erdirdiler. Bir farkla ki bundan böyle dünya adına herhangi bir talepte bulunmayacak ve Resûlullah’ın tercihlerini hep kendi tercihleri olarak göreceklerdi. Zira anlamışlardı ki harem dairesinde olanların, bu mahremiyetin gereği olarak belli başlı mahrumiyetleri yaşamaları kaçınılmazdı. Ve yine görüp idrak etmişlerdi ki kullukta zirveyi tutmuş olanlar için ukbâya ait nimetlerin burada tüketilmesi, daha büyüğünü kazanmak dururken az ile iktifa etmek anlamına geliyordu ve risâlet mektebine göz ve kulağını dayamış olanlar için bu, hiç de makul durmuyordu!


Dr. Reşit Haylamaz/Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Aile Hayatı isimli kitabından alınmıştır.

Dipnot:

  1. Bugün yaşanan evlilik problemlerinin büyük bölümünde, hisleriyle hareket eden anne-baba faktörü vardır; meselenin künhüne vâkıf olmadan ve kendi çocuklarının anlattığı şekliyle meseleyi kabul edip faturayı gelin veya damatlarına kesivermekte, anne-babasından tam destek gören tecrübesiz kız veya oğul da ebeveyninden aldığı bu hızla muhatabına gidip bütün bütün perdeyi yırtacak adımlar atmaktadır. Hâlbuki Nebevî duruş ve O’nun terbiye ettiği cemaatinin durumu çok farklıdır; onların dünyasında kendi çocuklarının haklı olup olmadığına bakmaksızın gelin veya damatlarının yanında durma gibi bir meziyet söz konusudur ki bu, hemen hemen her evlilikte yaşanması muhtemel problemleri tedavi eden, aynı zamanda var olan problemi ortadan kaldırmak suretiyle yarınların daha nezih geçmesini beraberinde getiren bir meziyettir. Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem), “Zâlime de mazlûma da yardım et!” buyurunca ashâb, “Mazlûmu anladık; tamam da zâlime nasıl yardım edeceğiz?” diye sormuş, bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Yanında durup zulmüne engel olmakla!” (Buhârî, Mezâlim 4; İkrâh 7) cevabını vermiştir. Bu açıdan bakıldığında Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer’in (radıyallahu anhümâ) duruşları, günümüz anne-babaları için ne güzel birer örnektir. Konunun, Asr-ı Saâdet’e bakan daha başka örnekleri de vardır ki yeri geldikçe onları da zikretmeye çalışacağız.
  2. Bazı kaynaklar, hitabın her ikisine birden olduğunu kaydeder.
  3. Ümmü Seleme Validemiz’in bu cesaretinin arkasında, Hazreti Ömer ile akrabalığını rolü olduğu gibi neş’et ettiği kabile ortamının etkisini unutmamak gerektir. Ancak bunlardan daha da önemli olanı, saâdet hânesine yeni girmiş olması yönüyle, nübüvvet mektebinde daha önce yaşananlara henüz vâkıf olamamanın tesiri vardır. Daha sonra Hazreti Ömer gelip de Ümmü Seleme Validemiz’in bu sözlerini de Efendimiz’e anlattığında Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) tebessüm etmiştir.
  4. Bkz. Buhârî, İlim 27, Tefsîru’l-Kur’ân 66; Müslim, Talâk 5
  5. Müslim, Talâk 4
  6. Konuyla ilgili bir hadislerinde Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “Biriniz ayakta iken öfkelenirse hemen otursun. Öfkesi geçerse ne ala, geçmezse yatsın.” buyurmaktadır. Bkz. Ebû Dâvud, Edeb 4
  7. Efendimiz’in huzuruna girecekleri yönlendiren bu siyâhî köle, Hazreti Rabâh’tır (radıyallahu anh).
  8. Müslim, Talâk 5
  9. Buhârî, Savm 11; Nikâh 91; Talâk 19; Müslim, Sıyâm 4
  10. Ahzâb Sûresi 33/28-29. Devamındaki âyetler de yine annelerimize sesleniyor ve şöyle diyordu: “Ey Peygamber hanımları! İçinizden kim, çirkinliği âşikâr bir günah işlerse, onun cezası, iki kat olur. Bu, Allah’a göre kolaydır. Ama kim Allah ve Resûlüne itaat eder, yararlı işlere devam ederse ona da mükâfatını iki misli verir ve ona cennette kıymetli bir nasip hazırlarız. Ey Peygamber hanımları! Siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Takvâ sizin sıfatınız olduğuna göre, namahrem erkeklere hitap ederken tatlı ve cilveli bir eda ile konuşmayın ki kalbinde hastalık bulunan bir şahıs, şeytânî bir ümide kapılmasın. Ciddi, ölçülü konuşun! Hem vakarla evinizde durun da daha önceki Câhiliyye döneminde olduğu gibi süslenip dışarı çıkmayın! Namazı hakkıyla îfâ edin, zekâtınızı verin, hülasa Allah ve Resûlüne itaat edin! Ey Peygamberin şerefli hâne halkı, ey Ehl-i Beyt! Allah sizden her türlü kiri giderip sizi tertemiz yapmak istiyor. Oturun da evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve Resûlullah’ın hikmetlerini anın! Allah muhakkak ki Latîf ve Habîr’dir (ilmi en gizli şeylere bile nüfuz eder). Ahzâb Sûresi 33/30-35
  11. Buhârî, Mezalim 26; Mezâlim 26; Müslim, Talâk 4. Buna ilave olarak Annemiz’in, “Benim Seni tercih ettiğimi diğer kadınlarına haber verme!” şeklindeki talebine mukabil Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem), “Allah Beni mübelliğ olarak gönderdi; müteannid olarak göndermedi ki!” buyurduğu ifade edilmektedir. Bkz. Müslim, Talâk 4
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.