Efendimiz’in (sav) yeni bir medeniyet inşası

355

Allah Resûlü’nün hicretinden sonra Mekke bir mihrap, Medine de bir minber olmuş; Hatib-i Ekmel ü Etemm’ine kavuşmanın tadını çıkarıyor; Hz. Âdem’den bu yana yolların birleştiği yerde yeni bir medeniyet inşa ediliyordu. Zaten, Mekke’de bir birikim vardı ve o, bütünüyle buraya akıp gelmişti; şimdi ise, bu temel üzerine her gün yeni yeni ayetler geliyor, nebevi hitabetle insanlar her geçen gün yeni şeyler öğreniyorlardı. İman adına önemli bir kıvam yakalanmış, artık fertler, bunun üzerine bina edilecek kulluk beklentisine girmişlerdi.

Sosyal ilişkiler baştan aşağıya yeniden gözden geçiriliyor ve insanî bağlar üzerinde yeniden atkılarla İslâm’ın solmaz ve renk atmaz atlası dokunuyordu. Bir gün yanına bir sahabe yaklaşıyor ve:

– İslâm’da hangi iş daha hayırlı, diye soruyordu. Gelen cevap:

– Yemek yedirmen ve bildiğin ve bilmediğin herkese selam vermen1 şeklinde oluyordu. Demek ki bu medeniyet, ‘verme, beklentisiz olma ve insanlar üzerinde güven telkin etme’ üzerine inşa edilecekti. Ancak, bunların hiçbiri asıl hedef değildi; asıl hedef, Allah’ın da hoşnut olacağı gerçek bir Müslüman modelini ortaya koyarak rıza ufkunu yakalamaktı. Cehalet döneminden kalan bütün kırıntıları bir kenara atıp yok edecek bir hamleydi bu.

– Komşusu, şerrinden emin olmayan kimse cennete giremez,2 buyuruyordu. Elbette cennet, bizâtihi hedef değildi; ama, cennete götüren yol, rızayı da kazandıracak yoldu. Demek ki, bu rızaya talip olan insan, büyük bir aile gibi komşuluk ilişkilerinde, onları kucaklayıp ihtiyaçlarını gidermede kayıtsız kalmamalıydı. O’na göre, komşusu açlıkla kıvrım kıvrım sancılar içinde ıstırap çekerken, yanıbaşındaki bir mü’minin, karnını doyurması iman adına büyük bir eksiklikti.3

– Müslüman, diğer insanların el ve dilinden emin olduğu insandır,4 buyuruyordu Efendiler Efendisi! Zaten, can düşmanlarının kendisine ‘Emîn’ ünvanını vermesini ve ona sınırsız güvenmesini sağlayan da o değil miydi? O emniyet ki, hayatına kastedenlerin bile vicdanlarında rahatsızlık duymalarını; acımasızca üzerine gidildiği dönemlerde sahip çıkma hissiyle yanına yaklaşmalarını netice veriyordu. Demek ki emniyet, kobraları ehilleştirecek, kurtları da kuzu bekçisi haline getirecek önemli bir iksirdi. Ve şimdi bunu Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bizzat ashabından istiyordu.

“Sizden birisi, kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe, kemal noktada imana ulaşamaz!”5 cümlesi de O’na aitti. Demek ki imanda, her bir mü’min için ideal olan bir de kemal nokta vardı! Ve bu kemal noktaya ulaşmanın en kestirme yollarından birisi, ücrette gerilerin de gerisine kayarak ganimet paylaşımında arkadaşlarını kendisine tercih etmekten geçiyordu. Bunun adı, tefâni idi ve İbrâhimvârî bir geleneğin ürünüydü.

Aynı mihraptan yankılanan bir başka ses, bütün mü’min­leri tek bir insana benzetiyor ve dünyanın neresine bir ateş düşerse düşsün bunun, her bir mü’mini yakacağını anlatıyordu. Öyleyse, dünyanın neresinde olursa olsun, bir Müslüman’ın başına gelen olumsuzluğa kimse kayıtsız kalmamalı ve onun için, elinden gelen ne varsa, onu yapma ve yaraya merhem olma yarışına girmeliydi. Binayı oluşturan tuğlalar gibi bir vahdet görüntüsü olmalıydı ki, neticede ortaya muhkem bir bina modeli çıksın!6

Bunlar, müspeti ikame adına ortaya konulan hamlelerdi. Bir de bunun, diğer tarafı vardı; artık, düşmanlığın köküne kezzap dökülecek ve en büyük düşman olarak o telakki edilecekti. Kimseye arka dönülmeyecek ve ihtiyacı olan herkesin yardımına koşulacak, mü’min kardeşinin elde ettiği güzellikler, bırakın haset ve kıskançlıkla karşılanmayı, birer iftihar vesilesi olacak ve insanlar, gerçek mânâda kardeş olacaklardı. Böylesine sağlam bir kardeşlik de, sebebi ne olursa olsun, Müslüman kardeşiyle üç günden fazla terk-i mükâlemeyi kabullenmiyor, bütün küskünlükleri muhabbet meşcereliğine dönüştürüyordu. Bunu ifade ederken Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), maksadını şu beliğ mesajın kalıplarına dökmüştü:

– Sakın, birbirinize buğzetmeyin; hasetten de uzak durun ve birbirinize sırt dönmeyin! Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun. Bir Müslüman’ın, diğer kardeşiyle üç günden fazla konuşmaması, asla helâl değildir.7

Zaten Müslüman, diğer Müslüman’ın kardeşiydi; ona ne zulmedebilir ne de onu zulmün kucağına atabilirdi. Bir kardeş olarak, herhangi bir Müslüman’ın yardımına koştuğu sürece Allah da onun yardımına koşar, önemli bir ihtiyacını giderirdi. Demek ki böyle bir hareket, sıkıntıların giderilerek huzur içinde bir hayat yaşayabilmek için Allah’a sunulmuş en büyük dua anlamına geliyordu. Bir de işin, ahiret yurduna bakan yönü vardı; burada bir Müslüman kardeşinin ihtiyacını giderip sıkıntısını izale eden için Allah (celle celâluhû), yarınki ahiret yurdunda ve en çok ihtiyaç hissettiği bir anda sıkıntılarını gidererek sahil-i selamete ulaştıracak ve insanların, sıkıntıdan gırtlaklarına kadar ter döktükleri o demde onlara rahat bir nefes aldıracaktı. Burada affetmek, orada affedilmeyi; burada setretmek de orada setredilmeyi gerektiriyordu ve bunun için bir mü’min, diğer kardeşlerinin kusurunu görmezden gelecek ve nazarını hep kendi kusurunun üzerinde dolaştıracaktı. Başkasına savcı gibi muamele etme yerine, savcılık gömleğini, kendisini nazara aldığında giyecek; Müslüman kardeşinin hep avukatlığını yapmayı bir ahlâk haline getirecekti. Çünkü Efendiler Efendisi:

– Müslüman, diğer Müslüman’ın kardeşidir; ne ona zulmeder, ne de ona yapılan zulme razı olur! Sizlerden kim, kardeşinin ihtiyacını gidermek için yola koyulursa, Allah da onun ihtiyacını giderir; kim de, bir Müslüman’ın sıkıntısını gidermeye matuf bir yola girerse, Allah da ahiret gününde onun sıkıntısını giderir; Müslüman’ın ayıplarını görmezden gelenin de Allah, kıyamet gününde ayıplarını örter, kimseyi ona muttali kılmaz,8 buyuruyordu.

Yeryüzünde bulunanlara merhametle yaklaşıp herkesi ve her şeyi şefkatle kucaklamak, semadan da rahmet meltemlerinin esmesi adına en büyük davetiye demekti.9 Yarım bir hurma bile olsa, mü’min kardeşine onu takdim etmek, cehennem ateşinden korunmanın önemli bir yoluydu. Şayet, yarım hurmayı da bulamayacak kimseler var ise bunlar da, muhataplarını tatlı dil ve mütebessim bir çehreyle karşılamak suretiyle aynı kazançtan istifade edebileceklerdi.10

Diğer yandan, bir beşer olarak insanın karşılaşabileceği en küçük meseleler ele alınıyor ve teker teker çözülüyordu; zira din, insanın her türlü ihtiyacını giderecek mahiyette çözümler içeriyordu. Yeme ve içmeden oturup kalkmaya, çarşı-pazardan aile içi münasebetlere ve sosyal hayatta birlikte yaşama kurallarını belirlemeden ferdin topluma karşı görevlerini uygulanır hâle getirmeye kadar hemen her meselede adımlar atılıyor ve her yönüyle orijinal yepyeni bir medeniyet inşa ediliyordu. Hatta bu durum, diğer Medinelilerce tenkit edilecek ve:

– Sizin peygamberiniz, tuvaletinizi nasıl yapacağınıza kadar hemen her şeyi size öğretiyor, diyerek garipsenecekti. Böyle bir tepkiyle karşılaşan Selmân-ı Fârisî, dönüşümün de fiili örneğini verircesine bu adama şöyle cevap verecekti:

– Evet, elbette öğretecek! Hatta bunun ötesinde daha çok şey öğretecek! İhtiyacımızı giderirken kıbleye dönmememiz gerektiğini, sağ elimizle istincâda bulunmamamızı ve bunu yaparken en azından üç farklı taş kullanıp, kemik ve kurumuş hayvan dışkısına bulaşmamamız gerektiğini de öğretecek!11

Zira O (sallallahu aleyhi ve sellem), bir peygamberdi; ümmeti arasında evindeki baba konumundaydı ve yeni yetişen cemaatinin, her türlü işlerinde onlara rehberlik yapacaktı.

Kısaca mü’min, adım atıp yürüyen, nefes alıp konuşan ve nabız olup toplumda atan bir Kur’ân haline geliyordu. Bundan böyle her bir sahabenin konuşmaları Kur’ânî ve adımları da Muhammedî idi. Zaten mü’min olmak, önemli bir tercihti ve bu tercihle birlikte insan, onun içeriğini bütünüyle kabullenmiş oluyor, gereklerini yerine getirme konusunda da Allah ve Resûlü’ne söz veriyordu. Bir mü’min için söz, senetten de öte bir değer ifade ediyordu; verdikleri sözü yerine getirmede ise, sahabenin önünde yürüyebilecek bir başka topluluk göstermeye imkân yoktu. Efendiler Efendisi, Medine minberinde oturmuş, peygamberlerden sonra yeryüzündeki en faziletli cemaati oluşturuyordu. Belli ki artık, Hira’da başlayan değişim, beklenen mayayı tutmuş ve eskiye ait cehalet edalı ne kadar problem varsa hepsini değiştirmeye başlamıştı. Ve bu değişim, sadece belli bir coğrafyaya has değildi; bu değişimle birlikte, ahengini kaybetmiş bütün evler yeniden şenlenmeli, dünyanın sadece bir yüzüne değil, bütününe birden huzur gelmeliydi. Çünkü bu değişimin rehberi, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Öyleyse, damlasının düşmediği en küçük bir nokta kalmamalıydı.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz

Dipnot:

  1. Buhâri, Sahîh, 1/13 (12)
  2. İbn Hibbân, Sahîh, 2/264 (510)
  3. Bkz. Buhâri, Sahîh, 5/2240 (5673); Mişkâtü’l-Mesâbîh, 2/424
  4. Buhâri, Sahîh, 1/12 (10)
  5. Buhâri, Sahîh, 1/14 (13)
  6. Bkz. Müslim, Sahîh, 4/2000 (2586)
  7. Bkz. Buhâri, Sahîh, 5/2253 (5717)
  8. Bkz. Buhâri, Sahîh, 2/862 (2310)
  9. Bkz. Beled, 90/12-18 “ Sarp yokuş, bilir misin nedir? Sarp yokuş; bir köleyi, bir esiri hürriyetine kavuşturmaktır. Kıtlık zamanında yemek yedirmektir. Yakınlığı olan bir yetimi ya da yeri yatak, (göğü yorgan yapan, barınacak hiçbir yeri olmayan) fakiri doyurmaktır. Hem sarp yokuş; Gönülden iman edip, birbirlerine sabır ve şefkat dersi vermek, sabır ve şefkat örneği olmaktır. İşte hesap defterleri sağ ellerine verilecek olanlar bunlardır.” Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, 4/285 (4941); Tirmizî, el-Câmiu’s-Sahîh 4/323 (1924)
  10. Buhâri, Sahîh, 3/1316 (3400)
  11. Müslim, Sahîh, 1/223 (262)
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.