Efendimiz’in (sas) Hayatında Hizmet ve Aile Dengesi
Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) her işinde bir denge insanıydı. Rabbine, nefsine, ailesine, komşularına, arkadaşlarına ve içinde yaşadığı bütün çevresine karşı vazifelerini hakkıyla yerine getirir ve bunların birini diğerine mâni görmezdi. Allah’a kulluğa çok rağbet etmesine rağmen ailesini, arkadaşlarını, komşularını asla ihmal etmezdi. İbadette aşırılığa kaçarak kulların hakkını Allah’a, ya da tefrite girerek, Allah’ın hakkını kullarına vermezdi. Peki Allah Resûlü, örnek hayatında hizmet aile dengesini nasıl kurmuştu? Bu makalemizde bu konuyu ele alıp inceleyeceğiz.
Eşler Birbirine Huzur Kaynağı Kılınmıştır
Cenâb-ı Hak, kadın ve erkeği aynı özden1 ve birbirini tamamlayabilecek farklı donanımlarda yaratmış ve birbirine huzur kaynağı olarak eş kılmıştır: “O’nun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de sizin için: ‘Kendileriyle sükûnete ereceğiniz, yanlarında huzur ve mutluluk bulabileceğiniz, içinizden eşler yaratması ve aranızda sevgi ve şefkat var etmesidir.’ Elbette bunda düşünen kimseler için ibretler vardır.”2 Öncelikle bu ayet, sevgi ve şefkatten önce aile hayatında huzurun birinci şartı olarak eşlerin birbirine karşı böyle temel bir bakış açısına sahip olmalarının gerekliliğine işaret eder. Yani, “Eşim, kendisinde huzur, mutluluk ve sükûnet bulabileceğim, Rabbimin bana bir lütfudur!” bakışı, yuva saadetinin üzerine kurulacağı ana sütunlardan birisidir. Zira bir hanımın beyi, beyin de hanımının yanında rahatlık ve iç huzuru bulması, aile içi münasebetlerde dengeyi sağlamanın ilk dinamiğidir. Aile içinde bu dengeye bağlı oluşan huzur, aynı zamanda o yuvada yetişecek çocuklara da intikal edecek örnek bir ilişkidir. Bu ilişkiyi canlı tutmak ise eşlerin birbirine, evlatlarına ve eve ayırdığı zamanla doğru orantılıdır.
Resûlullah, Ailesine Zaman Ayırır, Sevgiyi Beslerdi
Allah Resûlü, ailesine vakit ayırır hatta bunu zamanın ve hadiselerin akışına bırakmazdı. O, günün belli saatlerinde onları odalarında ziyaret eder, oturur sohbet ederdi. Hz. Âişe validemizin yeğeni Urve, birçok iş yoğunluğuna rağmen Efendimiz’in ailesiyle nasıl ilgilenebildiğini merak etmiş ve kendisine sormuştu. O, şöyle cevap vermişti: “Ey kız kardeşimin oğlu! Zaman ayırma konusunda Allah’ın elçisi, birimizi diğerine tercih etmezdi. Hemen her gün yanımıza gelir ve bizimle ilgilenirdi. Geceyi sırası gelen hanımının yanında geçirmek için de giderdi…”3
Allah Resûlü, onlara zaman ayırma mevzuunda hak ve hukuka riayet ediyor ve adil davranmaya çalışıyordu. Bunca dikkatine rağmen eksiği olabilir ve hakları geçer diye endişeyle şöyle dua ediyordu: “Allahım! Bu benim gücümün yettiği, elimden gelen taksim. Senin malik olduğun fakat benim kalbimin malik olmadığı şeylerden dolayı beni hesaba çekme!”4
Efendimiz’in (aleyhissalatü vesselam) bu husustaki hassasiyeti kendisini zorlayınca bir müddet sonra ayet nazil olmuş ve bu mecburiyet üzerinden kaldırılmıştı: “Ey Nebi! Eşlerinden dilediğinin beraberliğini erteler, dilediğini yanına alabilirsin. Kendisinden bir süre uzak kaldığın eşlerinden birini tekrar yanına almanda Sana bir vebal yoktur. Bu hal onların sevinmeleri, mahzun olmamaları yaptığın muameleden hepsinin hoşnut olmaları yönünden daha münasiptir. Allah kalplerinizde olan her şeyi bilir…“5 Ancak O, bu izne rağmen eşlerini kırmamak ve incitmemek için aralarında adalet ve eşitliği gözetmeye yine riayet ediyordu.6 Hatta bununla yetinmiyor bazen de sürpriz yaparak aynı gece hepsine uğradığı da oluyordu.7 Sıraya riayet edemeyeceği zamanlarda ise sırası gelen hanımından izin alarak hareket ediyor, gönüllerinin kırılmaması için hassas davranıyordu.8
O’nun bu hassasiyeti, son günlerine, hastalığı ağırlaşacağı ana kadar devam etmiş artık gücünün yetmediğini görünce de hepsinden hasta olduğu günleri Hz. Âişe validemizin yanında geçirmek için izin istemişti. Onlar için bu ayrılık çok zor olsa da Efendimiz’e olan sevgi, saygı ve itaat anlayışlarından ötürü müsaade etmişlerdi.9 Zira Allah Resûlü, güzel muamelesi, sevgi ve şefkatiyle gönüllerine o kadar taht kurmuştu ki huzur adına bu onlara yetiyordu. Nitekim dünya nimetlerinden istifade etmede kendilerine sınırlama getirse de eşi olarak kalmayı boşanmaya tercih etmiş ve O’nunla birlikteliği hiçbir şeye değişmemişlerdi.10
O, Denge İnsanıydı ve Daima Dengeyi Tavsiye Ediyordu
Allah Resûlü, kulluğu, aksiyonu ve aile hayatı arasında hep denge gözetmiş; birini diğerine feda etmemiştir. Bu dengeyi nasıl kurduğunu öğrenmek için zevcelerine uğrayan üç sahabi, onları dinledikten sonra Peygamberimiz’in ibadetini kendileri adına az bulmuş ve aralarında şöyle konuşmuşlardı: “Biz nerede Peygamber Efendimiz nerede? O, geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmış bir kimse. O’na bu kadar ibadet yeter fakat bize yetmez. Dolayısıyla ‘Ben, hiç uyumayacak bütün geceyi ibadetle geçireceğim.’ dedi, ilk konuşan. Bunun üzerine ikincisi ‘Ben, her gün oruç tutacak bütün bir ömrümü oruçlu geçireceğim.’ dedi. Üçüncü ise, ‘Ben de kadınlardan uzak duracak hiç evlenmeyeceğim ve ibadet u taatla meşgul olacağım’ dedi.
Onların bu konuşmaları Allah Resûlü’ne haber verilince, kendilerini çağırdı ve şöyle buyurdu: “Şöyle şöyle diyenler sizler misiniz? Ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve günahlardan, kendini en çok koruyanınızım. Bununla beraber bazen oruç tutarım bazen tutmam. Gecenin bir kısmında yatar uyur bir kısmında da kalkar namaz kılarım. Kadınlarla da evlenirim. İşte benim sünnetim budur. Her kim benim bu yolumdan gitmez de ondan yüz çevirirse benden değildir.”11
Buna göre İslam’da asıl olan dengedir. Dünya ve ahiret adına bu dengeyi kuramayanlar, aile içi iletişimi ve huzuru sarsar ilişkilerini çıkmaza sokarlar. Bir de bu hatalarına İslam’ı yaşamayı ya da dine hizmeti bahane gösterirler. Halbuki Kur’ân ve Sünnet, ibadeti ve hizmeti emrettiği gibi dengeyi de emreder ve öğretir. Dolayısıyla ne aile, ibadetlere/hizmetlere ne de ibadetler ve hizmetler, aileye kurban edilmemeli, her hak sahibine hakkı verilerek aradaki denge kurulmalı ve korunmalıdır. Zira bir hak çiğnenerek, başka bir hak tutulup kaldırılamaz.
“Her Hak Sahibine, Hakkını Verin!”
Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) denge adına tavsiye ettiği en önemli ölçü “Her hak sahibine hakkını verme” prensibidir. Onun bu ölçüyü verdiği hadise konumuz açısından çok önemlidir: Bir gün Hz. Selman kardeşi Ebu’d-Derdâ’yı ziyarete gittiğinde onun hanımı “Kardeşin Ebu’d-Derdâ, artık dünyalık hiçbir şeye bakmıyor. Dünyadan elini eteğini çekti. Geceleri de hiç uyumuyor hep ibadetle meşgul oluyor.” diye şekva etmişti. Gece orada misafir kalan Hz. Selman, Ebu’d-Derdâ’ya müdahale ederek kendisine “Rabbinin senin üzerinde hakkı var. Nefsinin senin üzerinde hakkı var. Ailenin senin üzerinde hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver.” buyurmuştu. Sabahleyin Ebu’d-Derdâ durumu Allah Resûlü’ne aktarınca “Selman doğru söyledi!“12 buyurmuş ve aile saadeti adına dengeli bir İslamî hayatın vazgeçilmez olduğunu nazara vermişti.
Aynı şekilde Abdullah İbn-i Amr’ın, bu dengenin dışına çıkarak bütün geceyi ibadetle geçirmeye, gündüzleri de oruç tutmaya karar verdiğini haber alan Allah Resûlü, onu çağırmış ve kendisine şu ikazlarda bulunmuştu: “Böyle yapma. Gece bir müddet uyu, sonra kalk namaz kıl. Bazen oruç tut bazen de tutma. Ve unutma ki bedeninin senin üzerinde hakkı var. Gözünün senin üzerinde hakkı var. Misafirinin senin üzerinde hakkı var. Bir de hanımının senin üzerinde hakkı var…”13
Dolayısıyla ibadet ve dinî hizmetlerin yanında aileye vakit ayırma, kadın ve erkek için hem bir ihtiyaç hem de bir haktır. Bu hak ve ihtiyaç kişilerin arzu ve iradelerine bırakılmış keyfi bir mesele de değildir. Bunun içindir ki Allah Resûlü, bu mevzuda aşırılığa kaçarak, aile içi sağlıklı iletişimin gerektirdiği dengeyi sarsan kimseleri takip ve tadil etmiş ve zamanında müdahale ile bozulmaya yüz tutan aile saadetini yeniden temin etmiştir. Zira denge sünneti, terk edilerek maddi ve manevi dengeli hizmet edilemez.
Sefere Çıkarken de Hanımlarını Düşünüyor
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) sefere çıkarken de “Ben gazveye gidiyorum. Siz bir müddet bekleyin.” demiyor; aralarında kur’a çekerek en azından yanında bir hanımını götürüyordu. Bu uygulamasıyla O, hem gönüllerini hoşnut ediyor hem dualarını alıyor hem de hizmetine ve ona terettüp eden sevaba onları ortak ediyordu.14 Dolayısıyla eşler değil günlük hayatta, gazveye bile gidilirken ihmal edilmiyor onların da hak ve hukuku korunuyorsa bundan gerekli ders çıkarılmalıdır. Mesela sık sık sefere çıkan kimseler, imkanlar el verdiği ölçüde programa ailelerini de dahil edebilirler.
“İlgi Hakkı”nı Terk Etmenin Karşılığı
Allah Resûlü eşleriyle kurduğu bu örnek iletişimin yanında nurlu beyanlarıyla da müminlere bu hususta dikkatli olmalarını tavsiye ediyordu. “İlgi hakkı”nın, dengeye dikkat edilmeden yapılan işlerle ihmal ve ihlal edildiğinde hesap gününde karşılaşacakları ceza ile de ikaz buyuruyordu: “Bir kimsenin iki hanımı olsa fakat birine daha fazla meyletse o kimse kıyamet günü bir tarafı felçli olarak haşrolur.”15 Dolayısıyla eşini ihmal eden erkek ya da kadın, sağlıklı iletişimi felç ettiği için “Ceza, amelin cinsindendir” fehvasınca kıyamet günü bir tarafı felçli olarak haşr edilir.
Allah Resûlü, “Dünyada, birçok nimet vardır. Onun en hayırlı nimetlerinden biri de saliha bir kadındır.”16 buyurur. Kendisine, hayırlı bu saliha kadının vasıfları sorulunca da erkeğin ilgi hakkına tahşidatta bulunarak onu şu özellikleriyle tarif eder: “Kocası kendisine baktığında sevinç ve mutluluk veren, bir şey talep ettiğinde onu yerine getiren ve bir de nefis ve malı hususunda kendisine muhalefet etmeyen kadın.’ buyurur.”17
Allah Resûlü’nün bu ve benzeri hadislerine baktığımızda erkeğin ya da kadının hak ve ihtiyaçlarına bir eş olarak dikkat edilmediğinde çeşitli kul hakları ve veballerin ortaya çıktığını görmekteyiz. Yoğunluk, yorgunluk ya da isteksizlik bahane edilerek karşılıklı bu hak ve ihtiyaçlar karşılanmadığından dolayı eşler yaşanacaklardan mesul olurlar. Dolayısıyla Allah yolunda hizmet edenler, birbirini ilgisiz ve sevgisiz bırakarak şeytana yardımcı olmamalıdırlar.
Efendimiz, Ailesinin Kalb Hayatıyla da Yakından İlgileniyordu
Allah Resûlü, ev halkına karşı taşıdığı ağır mesuliyet duygusu, onların sadece dünya hayatlarına yönelik değildi. Onların kalp ve ruh hayatlarıyla ilgilenme adına da bütün yoğunluğuna rağmen vakit ayırır, onları yakından takip eder ve teşvik ederdi. Mesela, gece teheccüd namazına kalktığında hanımlarının da kalkmasını ister onları uyandırırdı.18 Sadece hanımlarını değil kızı Fatıma ve Hz. Ali’nin de gece namazına kalkması için odalarının önüne kadar gider kapılarını çalardı.19 Uyanamazlarsa tekrar gelir ve kalkmaları için bu seferde ısrarla kapıyı çalar ve bu hususta tehalük gösterirdi.20
Efendimiz, ümmetine de aynı mesajı verir, onları da ailelerinin kalp ve ruh hayatlarına sahip çıkmaya teşvik ederdi: “Geceleyin kalkıp namaz kılan ve hanımını da kaldıran, kalkmazsa yüzüne hafifce su serperek uyandıran kimseye Allah merhamet etsin. Aynı şekilde geceleyin namaz için kalkan ve kocasını da uyandıran, uyanmazsa yüzüne su serperek uyandırmaya çalışan kadına da Allah merhametiyle muamale etsin”21 Yine bir başka hadislerinde bu hususu dile getirirken “hanımını uyandırıp beraber ya da ayrı halde namaz kılan kimselerin, her ikisinin de Allah’ı zikreden kullar arasında yazılacaklarını” müjdeler.22
Allah Resûlü, kendi hanesinde büyüyen torunları Hz. Hasan ve Hüseyin’in de manevi hayatlarına dikkat eder; ne kadar yoğun olursa olsun onlar yanına geldiğinde kendileriyle ilgilenirdi. Bir defasında Efendimiz mescitte Müslümanlara hitap ederken geri taraftan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in düşe kalka geldiklerini görmüş, sözünü keserek hemen minberden inmiş ve onları kucağına alarak evine götürmüştür.23 Namaz kıldırırken omuzlarına çıkmasına müsaade etmiştir.
Allah Hakkını, Aileye Kurban Etmek İlahi Cezayı Celbeder
Hizmet hayatında dengeli olunması ve aile fertlerinin hakkının gözetilmesi gerektiği gibi Allah hakkı da diyebileceğimiz davanın, hizmetin hakkı da asla ihmal edilmemelidir. Birinin lehine öbürünün aleyhine hiçbir zaman denge bozulmamalıdır. Bu hususta adil olunmalı zülme girilmemelidir. Bu konuda Kur’ân, Müslümanları çok etkili bir üslupla şöyle uyarır: “De ki (Ey Rasûlüm!) Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım ve akrabanız, ter dökerek kazandığınız mallar, kesada uğramasından endişe ettiğiniz ticaret, hoşunuza giden konaklar, size Allah’tan ve Resûlü’nden ve O’nun yolunda hizmet etmekten daha sevimli ve önemli ise… o halde Allah emrini göndereceği ana kadar bekleyin! Allah böyle fasıklar gürûhunu hidayete erdirmez, umduklarına eriştirmez.”24
Ayette sayılan bu hususlar, insanın dünya hayatına ait bir kısım ihtiyaçlarını gidermeye matuf Allah’ın lutfü birer vesiledirler. Fakat bunlar vesile değil de gaye yerine konulursa zahiren aile hakkı korunuyor gibi gözükse de bu bir aldanmışlıktır. Zira vesilelerin gaye ittihaz edilmesi dalalettir. Bu durumda asla Allah hakkı korunamaz ve ebedi ahiret yurdu kaybedilir. Bundan dolayıdır ki bir mümin, çeşitli dünyevî, ferdî ve ailevî endişe ya da korkulara kapılarak: “Ya mal, mülk ve ailemden olursam! Ya anne-babam benden uzaklaşırsa! Ya çocuklarımın ve kardeşlerimin başına bir şey gelirse! Ya akraba ve dost çevremi kaybedersem! Ya çok gelir getiren kurulu düzenim bozulursa! Bana mı düşmüş bunca insanın arasında, bütün insanlığa hak ve hakikati ulaştırma görevi! İnsanların en akıllısı ben miyim?” vs. gibi vesveselerle hareket eder ve bu yüzden Allah yolunda hizmeti ve hicreti terk ederse, bu gazab-ı ilahiyi celbeder. Bundan dolayı böyle bir kimse zahiren aile ve dünya saadetini koruduğunu zannetse de bu düşüncelerle kendini aldatır ve ebedi saadetini kaybeder. Dolayısıyla Allah ve Resûlü’nün davasına hizmetin söz konusu olduğu yerde sadece aile davası güdenler sonunda dünya da ukbada da kaybedecekleri bir yola girmiş olurlar.
Müminlere düşen bu şuur ve hizmet anlayışıdır. Fakat idarecilere düşen de aile içi dengeleri gözetmek ve bu anlamda insanları isabetli istihdam etmektir. Sünnet’ten bunun birçok örneklerini vermek mümkündür. Biz bir tanesiyle yetinmek istiyoruz: “Bir gün bir adam Efendimiz’in yanına gelerek, ‘Hicret ve hizmet etmek üzere Sana biat etmek istiyorum. Bunların sevabını da sadece Rabbimden diliyorum.’ demişti. Bunun üzerine Efendimiz kendisine ‘Anne ve babandan hayatta olanlar var mı?’ diye sordu. Adam, ‘Evet her ikisi de hayattadır.” deyince Resûlullah, ‘Sen Allah’tan sevap kazanmak istiyorsun değil mi?’ diye sormuştu. O da ‘Evet Ya Resûlallah!” diye karşılık vermişti. Peygamberimiz bu kez ona ‘Haydi öyleyse anne ve babanın yanına dön ve onlara iyi bak’ buyurdu.25 Allah Resûlü’nün bu yaklaşımından öyle anlaşılıyor ki bu kimsenin ebeveyni bakıma muhtaç kişilerdi. Efendimiz ailenin bu durumunu göze alarak, Kendisine gelen şahsı anne-babasına hizmete yönlendirmişti.
Sonuç
Allah Resûlü, bütün insanlığa ve cin taifesine gönderilmiş bir peygamber olarak bu vazifesini yerine getirirken hanımlarına ve ailesinin diğer fertlerine karşı da sorumluluklarını büyük bir hassasiyetle yerine getirmeye gayret etmiştir. Diğer taraftan, “Sorumluluğu altında bulunan ailesini ihmal edip zayi etmesi, kişiye günah olarak yeter.“26 buyurarak ashabında da bu şuuru mayalamıştır. O, bu davranışları ve nurlu beyanlarıyla “aile dostu dengeli bir yönetim ve hizmet anlayışı” sergileyerek ümmetine örnek olmuştur. İbadet, hizmet ve aile dengesini gözetmeyenleri de hikmetli beyanlarıyla uyarmıştır.
Dolayısıyla;
– Allah Resûlü’nün, tebliğ görevinin yanında ashabının her türlü derdiyle bire bir ilgilenmesi ve Medine site devletinin idari, askeri, siyasi, iktisadi bütün işlerini yürütme sorumluluğu bulunmasına rağmen ailesine iyi bir planlama ve zamanlama yaparak yeteri kadar vakit ayırdığı unutulmamalı ve sünnet olarak örnek alınmalıdır.
– Ne kadar büyük ve fazla olursa olsun hiç kimsenin davası adına sorumluluk ve yoğunluğu, Allah Resûlü’nün sorumluluk ve yoğunluğundan fazla değildir. Dolayısıyla böyle bir bahanenin arkasına sığınmaya kalkmak ancak ya haddini bilmeyenlerin ya da zamanlama ve planlama yapmayanların işi olabilir.
– Yapılacak hizmetler her zaman, önceden iyice planlanmalı ve hizmetin bir parçası olarak planda aileye de yer verilmelidir. Zira plana alınmayan hiçbir şeyin hakkını tam olarak gözetmek mümkün değildir.
– Hizmetin getirdiği sorumluluklar, nasıl ibadetlerin aksatılmasına mazeret teşkil edemezse aile sorumluluğunun aksatılmasına da bahane edilemez.
– Eşinin gönlünü ve duasını alarak hizmete çıkan bir kimse bunun huzur ve bereketini çalışmalarında bulacaktır. Bilakis onu kırarak ve bedduasını alarak evden çıkanlar da hizmet ve geçim hususunda sıkıntı ve bereketsizlik yaşayacaklardır.
– Niyetle yapılan hizmetlere ortak olmak mümkündür. Bu manada beylerini gönül hoşnutluğu ve dualarla hizmete uğurlayan hanımlar, onların hizmetlerinin ortağı ve sevaplarının da hissedarı olurlar. Tam aksi durumda ise ortaklıktan düşer ve sevaptan da mahrum kalırlar.
– Belli dönemlerde hizmetlerde olağandışı yoğunluklar oluşabilir. Bu yoğunluklar karşısında aile fertlerinin birbirine destek olması, eş ve kardeş olmanın tabii gereğidir. Hatta ciddi fedakarlıkların yapılması gerektiği böyle bir zaman diliminde eşler birbiriyle istişare ederek yeni bir denge oluşturmalıdır. Erkek ya da kadın hiç kimse, bir başkasının hakkından, izni ve rızası olmadan kendi anlayış ve keyfine göre fedakârlık yapmaya kalkarak gaspa girmemelidir.
– Hizmetin sevk ve idaresini yapan kimseler bilhassa rehberlik programları yapılırken mutlaka ailelere de yer vermeli, “Aile dostu” bir hizmet anlayışı geliştirmelidirler. Böyle bir uygulama aile içinde, hizmetin de prestijini arttıracak, çocukların şuuraltında unutulmaz izler bırakacaktır.
– Aile hayatı ve hizmet arasında dengeli bir yapılanma oluşturulamadığı takdirde yuvada yaşanacak olan tartışma ve kavgalar sonucunda eşler birbirini tüketmeye başlayacaktır. Tükenme sendromu yaşanan yuvalarda, çocuklar da menfi etkilenecek ve o ortamda sağlıklı bireyler yetiştirme imkânı da kalmayacaktır. Bu durum tabiatıyla kişinin hizmet performansını da etkileyecek, verimini ciddi oranda düşürecektir. Bu yönüyle idarecilerin ve rehberlik görevini üstlenen kimselerin, aile fertlerini ihmal etmenin faturasının yine hizmete çıkacağını bilerek aile rehberliğine katkıda bulunmayı da bir sünnet olarak programlarına almaları gerekir.
Netice olarak Allah rızası için insanlığa hizmet etme duygu ve düşüncesiyle yola çıkanlar, ailelerinde mesul oldukları kimseleri ya da vazifelerini ihmal ederek huzurlu bir şekilde hizmet edemeyeceklerdir.
Dipnot:
- Nisa Suresi, 4/1
- Rum Suresi, 30/21
- Ebu Davud, Nikah 38
- Ebu Davud, Nikah 38
- Ahzab Suresi, 33/51
- Daha geniş bilgi için bkz. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, VIII/528-531
- Buharî, Nikah 4
- Hz. Âişe validemiz, O’nun bu hassasiyetini şöyle ifade eder: “Bir defasında Hz. Muâze kendisine, ‘Resulüllah senden izin istediğinde nasıl cevap verirdin?’ diye sormuştu. O da ‘Ya Resûlallah! Bana sorarsan bu konuda kimseyi nefsime tercih edemem’ diye söylerdim, buyurdu. Bkz. Buharî, Tefsir, 33/7; Müslim, Talak 4; Ebu Davud, Nikah 38
- Buharî, Vudu’ 45; Müslim, Salât 231; Ebu Davud, Nikah 38. Allah Resûlü en son Hz.Meymûne validemizin evindeydi. Oradan Hz. Aişe validemizin yanına izin alıp geçerken zor yürüyordu. Hz. Abbas ve Hz. Ali kollarına girmiş Peygamberimizi öylece götürmüşlerdi.
- Bkz. Ahzab Suresi, 33/28-29
- Buharî, Nikah (5063)
- Buharî, Savm 55, Edeb 86; Tirmizî, Zühd 64
- Buharî, Edeb 84, Teheccüd 20
- Onun bu uygulamasını Hz. Aişe validemiz bize şöyle aktarmaktadır: “Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir sefere çıkmak istediğinde bizim aramızda kur’a çekerdi. Kurâda hangi hanımının ismi çıkarsa onu da beraberinde götürürdü. O, her eşine bir günün hem gecesini hem de gündüzünü ayırırdı. Sadece Hz. Sevde yaşlandığı için gününü bana (Hz. Aişe) hibe etmişti. Bkz. Ebu Davud, Nikah 38; İbn Mâce, Nikah 48
- Ebu Davud, Nikah 38; Tirmizî, Nikah 41; Nesaî, Işretu’n-Nisa 2; İbn Mâce, Nikah 47
- Nesaî, Nikah 15
- Nesaî, Nikah 14
- Bkz. Buharî, Teheccüd 5
- Buharî, Tevhid 31; Müslim, Salatu’l-Müsafirîn 28
- Nesaî, Kıyamu’l-Leyl 5
- Ebu Davud, Salat, Kıyamul-Leyl 308; Nesaî, Kıyamu’l-Leyl 5
- Bkz. Ebu Davud, Salat, Kıyamu’l-Leyl 308
- İbn-i Sa’d, Tabakât 6/361
- Tövbe Suresi, 9/24
- Müslim, Birr 1; Buharî, Cihad 138; Tirmizî, Cihad 2
- Müslim, Zekat, 12; Ebu Davud Zekat, 46