Efendimiz’in (sas) Elçileri
Bir taraftan da Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), insanlara dini öğretmek, onları İslâm’a davet etmek, irşad ve tebliğ vazifesini yerine getirmek ve İslâm’a ait güzellikleri oralarda da temsil etmeleri için ashâbından belli başlı isimleri seçip etrafa göndermeye devam ediyordu. Zira cahiliye dönemine ait hastalıkların toplumdan sökülüp atılması, kalplerin temizlenerek yüce hakikatleri kavrayacak seviyeye gelmesi ve sosyal hayatta İslâm adına bir mayanın tutabilmesi için buna ihtiyaç vardı!
Onuncu yılın Rebîülâhir ayında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bu maksatla Hâlid İbn Velîd’i Hâris İbn Ka’b’a gönderecek ve eline de bir mektup verip ilk önce onları İslâm’a davet etmesini, bunu kabul etmedikleri takdirde ise cizye mükellefiyetleri olduğunu tebliğ etmesini isteyecekti; zira savaş, başvurulması gereken en son çareydi ve önlerine konulan alternatifleri bütünüyle reddeden insanlar için düşünülmesi gereken son çareydi!
Hedef gösterilen yere kadar gelen Hz. Hâlid, Efendimiz’in bu emrini yerine getirmek için hemen arkadaşlarını organize edecek ve aralarından seçtiği isimleri farklı bölgelere göndererek onları İslâm’a davet edecekti. Çok geçmeden bu gayretlerinin neticelerini de almaya başlayacaklar ve Hz. Hâlid, Hârisoğulları beldesinde yaşanan bu gelişmeleri Efendimiz’e bir mektupla bildirecekti.
Aradan altı ay geçmişti ve Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), Hâlid İbn Velîd’i Medine’ye çağırıyordu; o da, yanına aldığı bir grupla birlikte Allah Resûlü’nün yanına gelecek ve Hârisoğulları hey’etinin başına bu sefer de Kays İbn Husayn emir tayin edilecekti.[1]
Geniş bir alana yayılan bu coğrafyada, din adına insanları bilgilendirmek, İslâmî konularda derinlemesine bilgi sahibi kılmak ve farzlarla haramları onlara öğretmek için ashâbdan Amr İbn Hazm tayin edilecek ve daha sonra da Hemedân geneline Hz. Ali gönderilerek, o cihette İslâm adına büyük bir fütuhat yaşanması hedeflenecekti.[2]
Hemedân’a gelip de Efendimiz’in mektubunu onlara okuyan Hz. Ali’yi Hemedân halkı yürekten kucaklamıştı! Zaten çok geçmeden de, Müslüman olacaklardı! Hz. Ali, bulunduğu yerden müjdeli haber bekleyen Efendimiz’e hemen bir mektup yazacak ve bu mektubunda, Hemedân halkının da gelip Müslüman olduğunu haber verecekti. Efendimiz’in o gün sevincine diyecek yoktu; zira O (sallallahu aleyhi ve sellem), Yemen taraflarında da İslâm’ın hüsn-ü kabul görmesini arzuluyor, böylelikle güney cihetinin de bu nurla aydın kılınmasını istiyordu. Onun içindir ki, huzurunda okunan Hz. Ali’nin mektubunun hemen akabinde şükür secdesine kapanacak ve başını kaldırınca da:
– Selâm ve esenlik, Hemedân halkının üzerine olsun! Selâm ve esenlik, Hemedân halkının üzerine olsun, diye Medine’den onlara mukabelede bulunacaktı.
Yine o günlerde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbından Mâlik İbn Mürre’ye de bir mektup vererek onu Yemen hükümdarlarına göndermişti; onları Müslüman olmaya davet ediyor, şirk kokan her türlü hareketten kaçınmalarını talep ediyor, bunu yaptıkları zaman elde edecekleri dünyevî ve uhrevî mükâfatlardan bahsediyor ve aksi durumda karşılaşabilecekleri zorluklardan haber veriyordu! Ancak onlar, Müslüman olmak yerine, Efendimiz’in şartlarını kabullenerek cizye vermeyi tercih edeceklerdi.
Aldığı cevaplarla yetinmeyen ve halklarının gönlünü kazanıp onların da Müslüman olmalarını arzulayan Efendiler Efendisi, ashâbından Muâz İbn Cebel ve Ebû Musa el-Eş’arî’yi, Yemen’in farklı bölgelerine göndermiş ve onlara:
– Kolaylaştırıcı olun ve asla zorluk çıkarmayın; insanlara müjde ile yaklaşın ve onları nefret ettirmeyin ve karşılaştığınız problemlerde çözüm tarafını tutup ihtilaf çıkarma eğilimi göstermeyin, diye tavsiyede bulunuyordu. Zira artık Yemen’de de maya tutmuştu ve İslâm adına çığ gibi büyüyen bir talep vardı. Bütün bunlar, risalet vazifesinin kemâle doğru hızla ilerlediğini gösteriyordu. Hira’da başlayan nurlanma şimdi, kimsenin hayal bile edemediği hızda dünyaya yayılıyor ve gittiği her yerde de kalıcı hâle geliyordu.
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), barış elçilerini uğurlarken bir miktar onlarla birlikte yürüyecek ve gittikleri yerlerde dikkat etmeleri gereken hususları onlara fısıldayacaktı. Hz. Muâz ve Hz. Ebû Musa el-Eş’arî devesi üzerinde ilerlerken Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) yaya olarak onları uğurluyordu. Bu sırada Hz. Muâz’a dönmüş şunları söylüyordu:
– Şüphesiz ki sen, ehl-i kitap bir topluluğa gidiyorsun; oraya ulaştığında önce onları, Allah’tan başka ilah olmadığına şehâdet etmeye ve Muhammed’in de Resûlullah olduğuna imana davet et! Şâyet bunu kabullenip sana itaat ederlerse, Allah’ın kendilerine günde beş vakit namazı farz kıldığının haberini ver! Şâyet bu konuda da sana itaat ederlerse, o zaman da, zenginlerinden alınarak fakirlerine verilmek üzere Allah’ın onlara zekâtı farz kıldığını beyan et! Şâyet bu konuda da sana itaat ederlerse, insanların malları arasında en kaliteli olanları seçip almaktan kaçın ve asla mazlumun bedduasını alacak bir adım atma; çünkü onunla Allah arasında perde yoktur!
Allah rızası için yola çıkan her bir mü’min için, her zaman geçerli olacak kriterlerdi bunlar; daha o günden Allah Resûlü de (sallallahu aleyhi ve sellem) bunlara dikkatleri çekiyor ve yolunda yol alanlara, gittikleri yerlerde nasıl davranmaları gerektiğini söylüyordu. Bu arada yine ona dönecek ve aralarında şu tarihi konuşma geçecekti:
– Ne ile hükmedeceksin?
– Allah’ın kitabında bulduklarımla hükmedeceğim!
– Allah’ın kitabında bir dayanak bulamadığında?
– Resûlü’nün sünnetiyle!
– Resûlü’nün sünnetinde de bir dayanak bulamazsan?
– Kendi re’yime göre ictihad ederim!
Elçi olarak seçtiği adamının kıvamı tamdı ve işin burasında Allah Resûlü, büyük bir ihtimamla Rabbine yönelip:
– Resûlü’nün elçisini muvaffak kılan Allah’a hamd olsun, diye niyazda bulunacaktı. Bir taraftan da Hz. Muâz’ı süzüyordu; sanki ayrılmak istemiyormuşçasına bir nazarı vardı. Sanki o gün, Kur’ân’a vukûfiyeti ve ahkâma hâkimiyetini nazara vererek ashâbının müracaat etmelerini istediği dört kişiden biri olan Hz. Muâz ile Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) vedalaşıyordu. Yanına yaklaştı ve:
– Ey Muâz, diye seslendi. “Bu yıldan sonra sen, bir daha belki burada Benimle buluşamazsın; artık mescidimi ve kabrimi ziyaret edersin!”
Sanki vedalaşan Hz. Muâz değil de Allah Resûlü’ydü! Gerçi onun yüreğine de bir kor düşmüştü. Bir tarafta Allah ve Resûlü adına hizmet için yola çıkmanın hazzı olsa da, beri tarafta kalbi, Allah Resûlü’nden ayrılacak olmanın firak ateşiyle yanıyordu! Şimdi bir de, bundan sonra dünya gözüyle O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem) hiç görememe ihtimali vardı ortada! Hele bunu Resûlullah söylüyorsa, mutlaka bir bildiği vardı ve düşünmek bile istemediği böyle bir durum karşısında Hz. Muâz’ın gözleri çoktan iki çeşme olmuş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu!
Efendimiz’in şefkat ve muhabbet dolu bakışları arasında atını Yemen istikametine mahmuzlarken, yüreğini Medine’de bırakmış, gözü arkada gidiyordu![3]
Dipnotlar:
[1] Efendimiz’in bu taraflara bir mektup daha gönderdiği ve böylelikle yöre halkını İslâm’a davet edip başlarına da emir olarak Mâlik İbn Nemat’ı görevlendirip, işlerini onun vereceği hükümlere göre tanzim etmelerini istediği de gelen bilgiler arasındadır. Bkz. İbn Kayyim, Zâdu’l-Meâd, 3/539; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 6/427
[2] Hz. Ali’nin, Hâlid İbn Velîd’in yerine gönderildiği de ifade edilmektedir. Bkz. Taberî, Tarih, 2/197; Beyhakî, Sünen, 2/369 (3747)
[3] Gerçekten de öyle olacaktı; Efendimiz’in talimatlarını yerine getirmek için Yemen’de bulunduğu sıralarda Hz. Muâz, Allah Resûlü’nün vefat haberini alacak ve ancak Medine’ye geldiğinde, Mescid-i Nebevî ile Efendimiz’in kabrini ziyaret edebilecekti. Bkz. İbn Esir, Üsüdü’l-Ğâbe, 2/217; İbn Hacer, el-İsâbe, 8/41 (11550)