Efendimiz’in (sas) Cepheye Taşıdığı Rahmet
İslam’da Savaş Hukuku Prensipleri
İslâm’da barış asıldır. Bununla beraber bir Müslüman savaşmak zorunda kaldığında diğer insanların insanlık şeref ve haysiyetini rencide edemez. Çünkü sevgili Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), savaşmak mecburiyetinde kaldığında bile Müslüman’ın dininin çizdiği çerçeveyi ve tavrı koruması gerektiğini vurgulamıştır. Başta Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmak üzere her halife, etrafa asker gönderirken yalnızca muharip statüsünde olanlarla savaşmalarını hedef göstermiş ve: “Yaşlılara, kadınlara, çocuklara, kendisini ibadet ü tâate vermiş ruhbanlara ve mabetlere ilişmeyiniz.! Ağaçları yakmayınız.! Hayvanlara dokunmayınız.! Ve servetleri heder etmeyiniz.”[1] diye emirler vermişlerdir.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfinde, rahmet ve savaş kelimelerini bir arada kullanarak şöyle buyurmaktadır: “Ben rahmet peygamberiyim, ben savaş peygamberiyim.”[2] Bu iki kelimeyi bir arada kullanması, O’nun savaşlarının bile bir rahmet olduğuna işarettir. O’nun katıldığı savaşlar adaleti temin için yapılan savaşlardır, insanlık tarihindeki diğer savaşlar ise genellikle yıkımdır, ölümdür ve felakettir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) , her şeye olduğu gibi savaşa da ayrı bir mânâ kazandırmıştır. İnsanlar ölmeden, mamur yerler harap olmadan, dünya ateşe verilmeden de savaşın olabileceğini göstermiştir. Savaş sonrası, düşman tarafına ve düşman ölülerine gösterdiği merhamet eşi görülmemiş bir üstünlüktür. O’nunla savaşan kimselerin hemen savaş sonrasında Müslümanlığı kabul etmeleri, O’na kılıç çeken insanların biraz sonra O’na asker olmaları, O’nun en büyük zaferlerindendir.[3]
On senelik Medine döneminde yirmiden fazla savaşa katılan Resûlullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ortalama senede iki sefer savaşa çıkmış oluyordu. Vefatı esnasında Arap Yarımadası tamamen İslâm Devletinin hâkimiyeti altındaydı. Bu savaşlarda düşman tarafından ölen insanların sayısı yaklaşık olarak 250, Müslümanlardan şehit olanların sayısı da yaklaşık 150 civarındadır.[4] Demek ki O (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanları imha etmek için savaşmamıştır. O’nun savaşlarında sivil halkın canına ve malına dokunulmamıştır. O’nun, savaşlarında da rahmet olmasını, savaşlarda takip ettiği prensiplerden hareketle görmeye çalışalım:
Sivilleri öldürmemek
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), savaşta sivil halkın öldürülmesini yasaklamıştır. Savaşmayan sivil kimselerin canlarının ve mallarının koruma altına alınmasına azami derecede dikkat göstermiştir. Bugünkü modern dünyada cereyan eden savaşlarda büyük bir problem hâlini alan “Savaş esnasında sivillerin ve çevrenin korunması” prensibi, Allah Resûlü’nün döneminde en güzel şekilde tatbik edilmiştir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Bedir ve Uhud gazalarını şehir dışında yaparak, Hendek Savaşı’nda da şehrin etrafını hendeklerle çevreleyerek sivil halkı koruma altına almıştır. Mekke fethinde de ayrı bir taktik uygulayarak düşman tarafındaki sivillerin korunmasını göz önünde bulundurmuş ve bunu başarmıştır. O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) savaşta öldürülmesini yasak ettiği kişileri şu şekilde sıralayabiliriz:
a. Kadınlar ve çocuklar: Peygamberimiz’in savaşlarında kadın ve çocukların öldürülmesi yasaktır. Peygamber Efendimiz’in savaşlarından birisinde, bir kadın öldürülmüş olarak bulundu. Bunun üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), savaşlarda kadınların ve çocukların öldürülmesini yasakladı.[5]
b. İhtiyarlar: Savaşta ihtiyarların öldürülmesi de yasaktır. Çünkü onlar da muharip statüsünde değildir. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir askerî birlik veya bir orduyu uğurlarken şöyle derdi: “Allah’ın adı ile yola çıkın. Allah’ın dini için Allah adına savaşın. İhtiyarları öldürmeyin.”[6]
c. Din Adamları: Aynı zamanda: ” … çocukları ve manastır ehlini öldürmeyin.”[7] diye emir vermişlerdir. Hadîs-i şerîfteki ifadesi ile “Manastır ehli/Mabed ehli” olan bu insanlar da Müslümanlarla savaşmayıp, kendilerini ibadete verdikleri müddetçe öldürülmezler.
d. İşçi ve Hizmetçiler: Bu iki sınıf, savaşmak niyetinde olmayan mustaz’af zümredendirler. Düşmanla beraber olmaları öldürülmelerini gerektirmez. Resulullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), gönderdiği seriyelere emir verirken şöyle buyurmuşlardır: “İşçileri ve hizmetçileri öldürmeyin.”[8]
Bu saydığımız insanlar savaşa iştirak etmedikleri müddetçe canları koruma altındadır. İslâm hukukçuları böylece sivil halk-asker ayrımını asırlar önce tespit etmiştir. Fakat sivillerin savaşa katkıları durumunda, hüküm, tabiî ki değişecektir, Ka’b İbn-i Eşref’te olduğu gibi. Ka’b İbn-i Eşref, şiirleriyle Müslüman kadınlara iftiralar atan ve mü’minleri birbirine düşüren bir Yahudi’ydi. Hattâ o yılan dilini, Allah Resûlü’ne bile uzatmaktan çekinmezdi. Tabiî Müslümanlar bu durumdan çok rahatsız olurlardı ama, her defasında Resûlullah’ın tedbir, temkin ve sabrına takılırlardı. Fakat İslâm’ın en azılı düşmanı olan Ka’b İbn-i Eşref, düşmanlığına ve fitne çıkarmaya devam edince Peygamber Efendimiz’in emriyle Muhammed İbn-i Mesleme tarafından öldürüldü. Çünkü o, büyük bir ihanet şebekesinin başındaydı. Öldürülmesi hukuk ve asayişin muhafazası adına mutlak bir zaruret hâline gelmişti.[9]
Bütün bunlarla birlikte Allah Resulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahabilerine mümkün olduğu kadar az ölüm olması yönündeki tavsiyeleri, öldürmenin zaruret ilkesiyle olan yakın münasebetini ve o zaruret miktarınca caiz olacağını göstermektedir.
Müsle yapmamak
Müşriklerin, savaşta öldürdükleri kimselerin, intikam maksadıyla kulak, burun ve tenasül uzuvlarını kesmek, karınlarını yarmak gibi âdetleri vardı. Buna “müsle” denirdi. Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Uhud Savaşı’nda amcası Hazreti Hamza’nın cesedini parçalanmış olarak görünce derin bir üzüntü duydu ve: “Eğer Allah bana zafer nasip ederse, Hamza’ya yapılanın karşılığında otuz müşrike aynı muameleyi yapacağım.” dedi. Bunun üzerine: “Ceza verecek olursanız size yapılanın misliyle cezalandırın. Ama eğer sabrederseniz bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl 16/126) âyeti nâzil olunca, Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yemininden vazgeçti ve keffâret ödedi.[10]
Anlaşmaları bozmamak
Yapılan bütün anlaşmalara ve akitlere titizlikle saygı gösterilmelidir. Çünkü Resulullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) diğer insanlarla olan bütün anlaşmalara, bunlardan gelmesi muhtemel veya potansiyel kayıp veya kazanca bakmaksızın sâdık kalırdı. Genellikle insanlar, kendi yararlarına olduğu müddetçe anlaşmalara sadık kalırlar; fakat kendilerinin çıkarlarına ters düştüğünde ise anlaşmalarını bozarlar. İslâm, Müslümanların ve İslâm Devleti’nin, vaatlerini daima yerine getirmesini zorunlu görevleri arasında saymıştır: “Bir de sözleşme yaptığınızda Allah’ın huzurunda verdiğiniz sözü yerine getirin. Allah’ı kefil ederek bağlandığınız yeminleri te’kid ettikten sonra bozmayın. Hiç şüphe yok ki Allah yaptığınız her şeyi bilir. Bir topluluk, diğer bir topluluktan sayıca, nüfuzca veya malca daha çok olduğu için, yeminlerinizi aranızda bir aldatma ve işi bozma sebebi kılıp da ipliğini sağlamca büküp eğirdikten sonra çözen, böylece bütün emeğini boşa çıkaran ahmak kadının durumuna düşmeyin.”[11]
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) uygulamalarıyla anlaşmalara sâdık kaldığını ortaya koymuştur. Meselâ Hudeybiye Anlaşması yazıldığı fakat henüz imzalanmadığı bir dönemde, Ebû Cendel İbn-i Süheyl zincirli bir hâlde O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelmiş ve yardım istemişti. Bunun üzerine anlaşmayı Kureyş adına imzalamak için gelmiş bulunan Süheyl İbn-i Amr: “Bu anlaşmaya göre iadesini istediğim ilk kişi budur.” dedi. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Cendel’e: “Bizimle bu insanlar arasındaki anlaşma biraz önce bir sonuca bağlandı, öyleyse Allah bir çıkış yolu gösterene kadar sabret!” dedi.[12]
Resulûllah Efendimiz yerel kabileler ve Arabistan Yarımadası’nı çevreleyen devletlerin yöneticileriyle birçok anlaşma yapıp, bu anlaşmaların şartlarına titizlikle bağlı kalmıştır. Antlaşma yaptığında, hiçbir zaman antlaşmayı ihlâl etmemiştir. Bu, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) en önemli prensiplerinden biri olmuştur ve her zaman sözlerine ve antlaşmalarına riayet ederek, takipçilerine de böyle davranmalarını tavsiye etmiştir.
Düşmanın kadınlarına tecavüz etmemek
İslâm’a göre, yabancı bir kadına tecavüz etmek, cezayı gerektiren bir suçtur. Ebân İbn-i Osman’ın rivayetine göre Peygamber Efendimiz’in, ordu komutanlarına verdiği emirler içinde bu yasakla ilgili olarak şu sakındırıcı ifadeler yer almaktadır:
“Askerlerinizin bozgunculuk (fesat) yapmasına engel olun! Çünkü fesat çıkaran her ordunun kalbine Allah bir korku salar. Askerlerinizi hıyanetten sakındırın! Çünkü hıyanette, çalıp çırpmada bulunan her ordunun başına Allah bir başka belayı gönderir. Yine askerinizi zinadan alıkoyun! Çünkü Allah, zina yapan her askere ölüm ve salgın musallat eder.”[13]
Savaş sırasında Müslümanların kadınlarına tecavüz edilmişse, bu, Müslüman askerlere düşman kadınlarına tecavüz etme hakkını vermez.[14] Bu dahi, İslâmiyet’in milâdî 7. asırdan beri kadınlara tecavüzü “bir savaş suçu” kabul ettiğini göstermektedir. Oysa bu fiil, modern dünyada “savaş suçu” olarak ancak 2001 yılında kabul edilmiştir. 1994’te Sırp askerleri yaklaşık 50 bin Müslüman kadına ve genç kıza tecavüz ettikten yedi sene sonra Lahey’de kurulan mahkeme, sadece üç Sırp askerini suçlu bulmuş ve onları hapse mahkûm etmiştir. Bu mahkemenin verdiği karardan sonra uluslararası camia, savaş sırasında kadınlara tecavüzü “savaş suçu” saymıştır.
Düşman rehineleri öldürmemek
Müslümanlarla düşmanları arasındaki bir antlaşmada: “Eğer düşmanlar antlaşmaya ihanet ederek Müslüman rehineleri öldürürlerse, onların rehinelerini öldürmek de bize helâl olur diye antlaşma metninde şart koşulsa ve düşmanlar antlaşmaya ihanet ederek Müslüman rehineleri öldürseler, yine de Müslümanların düşman rehinelerini öldürmeleri caiz olmaz. Bu hususta Müslümanlar icmâ etmiştir.”[15]
Hattâ karşı taraf, Müslüman rehineleri öldürse bile, bu yasak, İslâm’daki suç ve ceza anlayışının ferdî olmasından dolayı devam eder.
Elçileri öldürmemek
Elçiler, bulundukları yabancı ülkede öldürülmez, hattâ ne şekilde olursa olsun tutuklanamaz ve alıkonamaz. Elçiyi kabul eden devlet, bu kişilerin kişiliklerine, hürriyetlerine ve vakarlarına karşı yönelen herhangi bir saldırıyı önlemek için bütün önlemleri almakla yükümlüdür. Kişi dokunulmazlığı, sadece elçilerin şahsını değil, beraberinde bulunan aile üyeleri ile diğer görevlileri de kapsamaktadır.[16] Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde irtidat eden Müseylemetü’l-Kezzab’ın Medine’ye gönderdiği temsilcilere Allah Resûlü’nün şu hitabı konumuzu aydınlatabilecek niteliktedir: “Eğer elçilerin öldürülmesi caiz olsaydı, sizi öldürürdüm.”[17] Bu hâdise, Resûl-i Ekrem’in kendisine gelen yabancı devlet elçilerinin diplomatik dokunulmazlığı konusuna ne kadar saygı gösterdiğinin açık bir ispatıdır.
İşkence yapmamak
Allah Resûlü savaş ortamında dahi, her hâl ve şartta düşmanı bedenen ezmeyi ve öldürmeyi esas gaye edinmemiştir. Ayrıca insanlar düşman da olsa merhamet duygularını kabartacak ve acınacak duruma düştüklerinde onlara acımak gerektiğini ifade etmiş ve düşmana işkence yapılmasına izin vermemiştir. Süheyl İbn-i Amr Mekke müşriklerinin ileri gelenlerindendi. Bu insan, hicretten önce Peygamberimiz’e hakaret eden ve baskı uygulayanlardandı. Bedir Savaşı’nda esir edildi. Bir ara kaçmaya teşebbüs etti. Yakalanıp getirildi. Süheyl iyi bir hatipti. Sözleriyle insanları etkilemeyi başarırdı. Hazreti Ömer: “Ey Allah’ın Elçisi! Bana izin ver, şunun ön dişlerinden ikisini sökeyim de, bir daha senin aleyhine konuşma yapamasın.” dedi. Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Hayır, ben ona işkence yapamam. Hem, ben ona işkence edersem Allah da beni cezalandırır. Ayrıca umulur ki o, bir gün iyi bir davranışta bulunur.” buyurdu.[18] Gerçekten Peygamberimiz’in vefatından sonra Süheyl İbn-i Amr Mekke’de irtidat (İslâm’ı terk etme) olayları baş gösterince, “Ey Mekkeliler! Siz Allah’ın dinine en son girenlerden oldunuz. Bari en önce çıkanlardan olmayın.” diyerek Mekkelilerin irtidat olaylarına katılmalarını önlemiştir.[19]
Çevreye zarar vermemek
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), savaşta arazinin ve mamur yerlerin harap edilmesini yasaklamıştır. Vefatından az önce, ordu komutanı Üsâme İbn-i Zeyd’e şu tavsiyelerde bulunmuştur: “İnkârcı saldırganlarla çarpışın. Ahde vefasızlık etmeyin. Meyve veren ağaçları kesmeyin, sürüleri tahrip etmeyin.”[20]
“O kâfirleri kızdırmak için herhangi bir hurma ağacı kesmiş iseniz veya kökleri üzerinde bırakmışsanız bu, hep Allah’ın izniyle ve o yoldan çıkmışları cezalandırmak için olmuştur.” (Haşr Sûresi, 5) âyetinde bahsedilen bazı ağaçların kesilmesi hâdisesi, Beni Nadîr’in kalesine karşı askerî operasyonların gereği idi. Bu gibi özel durumlar dışında, Hazreti Peygamber’in ağaçların ve ürünlerin tahrip edilmesini kesinlikle yasakladığı, bilinen bir hükümdür ki hemen bütün müfessirler buna işaret ederler.
Savaş esirlerine iyi muamele
Müslümanlar, bir devletler hukuku sorunu olarak ilk defa Bedir Savaşı’nda esir gerçeğiyle karşılaştığı için bu savaşın ertesinde nazil olan şu âyetler, esirlerle ilgili ilk düzenlemeyi yapmıştır:
“Bir Peygamberin, dünyada zafer kazanıp küfrü zelil kılmadıkça, esirler edinip onları fidye karşılığında serbest bırakması uygun düşmez. Siz dünya metâını istiyorsunuz. Allah ise âhireti kazanmanızı istiyor. Allah Azîz’dir, Hakîm’dir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir). Eğer (içtihad neticesi verilen hükümlerden ötürü azap etmeyeceğine veya ganimetleri helâl kılacağına dair) Allah’ın Levh-i Mahfuz’da yazdığı daha önceki bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı size büyük bir azap dokunurdu. (Ama bundan böyle fidyeyi ve ganimeti size mubah kıldım) artık aldığınız ganimetleri helâl ve hoş olarak yiyin. Allah’a karşı gelmekten sakının! Gerçekten Allah gafurdur, rahîmdir (affı, merhamet ve ihsanı boldur).”[21]
Konuyla ilgili son düzenleme de Muhammed Sûresi’ndeki şu âyet-i kerimeyle yapılmıştır:
“…Nihayet onları iyice mağlup edince, bağı sıkı tutun, onları esir alın. Savaş bitince onları ister bir lütuf olarak karşılıksız salıverir, ister fidye alarak bırakırsınız. Durum şu ki: Allah dileseydi, onlardan intikamlarınızı alır, onları cezalandırırdı. Fakat O, sizi birbirinizle denemek için savaşı emrediyor.”[22]
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), esirlere çok iyi davranmıştır. İslâm’dan önce, Arap Yarımadası’nda harp esirlerine ait hususî ve muayyen bir muamele tarzı yoktu. Bazen öldürülürler, bazen köle hâline getirilirler (özellikle kadın ve çocuklar), bazen kurtuluş fidyesi alınarak ve bazen hiçbir karşılık alınmadan serbest bırakılırlar ve nihayet bazen de karşı tarafın elinde bulunan esirlerle karşılıklı değiştirilirlerdi.”[23]
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) savaş esirleri üzerinde çok hassasiyet göstermiş ve özellikle Bedir esirleri konusunda çok merhametli davranmıştır. Savaş esirlerinin öldürülmelerini kesinlikle yasaklamış, onları güvenli bir şekilde koruyabilmek için, kendi askerleri arasında taksim etmiş ve askerlerine onlara güzellikle muamele etmelerini, merhametli ve müşfik davranmalarını ashabına sık sık tavsiye etmiştir. Bu tavsiyeyi bir emir dikkatiyle uygulayan ashab efendilerimiz, ekmeklerini esirlere vermiş, kendileri hurma ile yetinmişlerdir. Elbisesi olmayan esirlere de elbise temin edilmiştir.[24] Zaten “Kendileri de ihtiyaç duydukları halde yiyeceklerini, sırf Allah’ın rızasına ermek için fakire, yetime ve esire ikram ederler.”[25] âyeti, kâfir olmasına rağmen esire yemek yedirmenin faziletinden bahseder. Ayrıca esirlere açlık-susuzluk da dâhil olmak üzere hiçbir işkence türü uygulanamaz.
Allah Resulü, Bedir’de esir alınan 70 kişiye bir cemîlede bulunmuş, onların kırılan gururlarını, rencide edilen onurlarını tamir etmek istemişti. Meselâ, bütün esirler, zincirler içinde Allah Resulü’nün huzuruna getirildiğinde o güne kadar Müslümanlara kötülük yapmış bu insanların hepsi kılıçtan geçirilebilirdi. Oysaki Efendimiz, o derin şefkatiyle bunları affetmiş ve “Bunları bağışlayalım” demiştir. Vâkıa Cenâb-ı Hak, esirlerin bağışlanmasındansa, bedelle bırakılmalarını tavsiye edecekti; ama Resulullah’ın tavrı böyle incelerden inceydi. O gün bir kısım esirler de okuma-yazma bilmeyen on Medineliye okuma-yazma öğretip salıverileceklerdi. Evet, bu bir cemîleydi. Bir kere, ölüm bekleyen bu insanlara fidye teklifi, onları seve seve fidye vermeye sevketmişti. Zaten verdikleri; bir zaman Müslümanların Mekke’de kalan mallarından alıp-çaldıkları şeylerin karşılığıydı.[26]
Esirlerin, toplama kamplarında değil, toplum içinde ve bir Müslüman evinde karnı doyurulmuş, giydirilmiş hattâ vasiyetleri bile yerine getirilmiştir. İslâm Hukuku’nun yüzyıllar önce getirdiği bu insanî hükümler, İslâm dünyası ve medeniyet alanı dışında ancak 18. yüzyılda terennüm edilmeye başlanmış ve ancak 1949 Cenevre Konferansı ile nihâî şeklini almıştır. Onların da ne kadar uygulandığı tartışılır.
Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) esirlere yaptığı muameleyi şu şekilde maddeleştirilebiliriz:
1. Fidye karşılığı serbest bırakma: Bu durum Bedir’de olmuştur. Bunlardan zengin olanlar fidye karşılığında serbest bırakıldılar. Yoksul olanlar da karşılıksız serbest bırakıldı. Diğer bir kısmı da Müslüman çocuklara okuma-yazma öğretmek şartıyla serbest bırakıldılar.[27]
2. Karşılıklı mübâdele: Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), müşriklerden aldığı esirleri bazen de, müşriklerin elinde bulunan esirleri hürriyete kavuşturma karşılığında serbest bırakırdı. Yani karşılıklı esir mübâdelesi yapardı.
3. Karşılıksız serbest bırakma: Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde esirlere yapılan muamelenin en güzeli ve en fazla uygulananı da budur. Bedir esirlerinden bir kısmı karşılıksız serbest bırakılmışlardır. Müreysî, Mekke fethi ve Huneyn savaşlarında böyle yapılmıştır. Serbest bırakılan esirlerin hemen hepsi de neticede Müslüman olmuşlardır.
4. Esirlerin Öldürülmesi: Asr-ı Saâdet’te savaşlarda esir alınanlar öldürülmemiştir. Öldürme sadece bir kere vukû bulmuştur, o da Bedir Savaşı sonrası olmuştur. Bedir’de alınan esirlerden Nadr İbn-i Hâris ve Ukbe İbn-i Ebî Muayt öldürülmüşlerdir. Bu iki esir, esir oldukları için değil, daha önce işlemiş oldukları suçlardan dolayı cezalandırılmışlardır.[28]
Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) savaşlarında gaye ve hedef, insanları öldürmek değil, yaşatmaktır. Öteden beri insanlık tarihinde cereyan eden savaşlarda ve bugünkü modern dünyanın savaşlarında gaye ve hedef, düşmanı bütün varlığı ile yok etmektir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu yanlış anlayışa dur demiş, savaşlarda gaye ve hedefin insanları öldürmek değil, yaşatmak olduğunu hem sözü ve hem de tatbikatı ile göstermiştir. Çünkü cihad, her zaman düşmana zarar verilerek yapılmayabilir. Bazen zor durumda kaldıkları zamanlarda düşmana insanî yardımda bulunmak da cihad kapsamına girer. Böyle bir davranış, düşmanlık duygularının azalmasına ve düşmanın gücünün kırılmasına da yarayabilir. Hicretten sonra Mekke üzerine çöken kuraklık ve kıtlık yıllarında Peygamberimiz Mekke’ye tahıl, hurma, hayvan yemi ve nakit ihtiyacı için altın göndererek yardımda bulunmuştur. Ümeyye İbn-i Halef ve Safvan İbn-i Ümeyye gibi Kureyş müşriklerinin ileri gelenleri, bu yardımı kabul etmek istemedilerse de Ebû Süfyan Peygamberimiz hakkında: “Allah, kardeşimin oğlunu hayırla mükâfatlandırsın. Çünkü O, akrabalık hakkını gözetti.”[29] diyerek şükran duygusunu ifade etmiştir.
Sonuç
Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) savaş stratejisinin esas hedefi; kendi dinini müdafaa etmek, onun doğruluğuna ikna olanların bu dini özgürce kabul edebilmeleri için engelleri ortadan kaldırmak ve hiçbir korku ve zorlama olmaksızın onun gereklerini yerine getirmek idi. Resulullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) hedefi, düşmanlarıyla savaşmak ve onları öldürmek değil ancak onların, kendisine ve inançlarına göre yaşamak isteyen diğer insanlara yaptıkları zorbalıkların önüne geçmek idi.
Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanlar için gerçek bir velînimet idi. Onların ızdırap ve meşakkatlerini azaltmak için gönderildi, savaşmak için gelmedi, fakat savaşa zorlandı. Bu konudaki tutumunu kendine tâbi olanlara öğüt verirken şu kelimelerle kesin bir şekilde ifade etmiştir. “Ey Müslümanlar! Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz; Allah’tan afiyet dileyiniz. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabrediniz…”[30] Bu hadîs kesinlikte ortaya koymaktadır ki, İslâm’da barış esastır; savaş istisnadır (hastalık gibi) ve düşmanlarının hareketleriyle zorunlu hâle gelir. Onun için savaşmak, hemen hiçbir devrede Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için gaye olmamıştır. Savaş O’nun en son başvurduğu çaredir. Zîrâ karşı cepheye daima alternatifli gidilmiş ve harp en son olarak zikredilmiştir.
Bir ordu komutanı olarak Hazreti Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) katıldığı savaşlarda sivil halkın canına ve malına dokunulmamıştır. Esirler en iyi muameleyi görmüşlerdir. Yaralı ve hasta olanlara gereken ilgi gösterilmiş ve düşman ölüleri defnedilmiştir. Ölülerin uzuvları kesilmemiş, müsle yapılmamıştır. Savaş öncesi ve sonrası yağma ve talana tenezzül edilmemiştir. O’nun katıldığı savaşlarda şahsî çıkar, ırk asabiyeti, maddî menfaat, öç alma duygusu, sömürü vb. gibi câhilî duygular kesinlikle yoktur.
Savaşa ait pratik uygulamaları ile Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından ortaya konan önemli bir prensip; düşmana merhametli ve insanî muameledir. Zîrâ O (sallallâhu aleyhi ve sellem), savaşın kötülük ve dehşetini azaltmak ve onu daha insancıl kılmak için bütün gayretini göstermiştir. Savaş gerçeğine medenî ve insanî kavramları kazandırması Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanlık medeniyetine yaptığı en büyük katkılardan biridir. O, eski ulusların kaba, barbar âdet ve alışkanlarını temizlemiş ve bunların yerine âdil, iyiliğe yönlendirici ve insancıl, evrensel kuralları yerleştirmiştir. Gerçekten O (sallallâhu aleyhi ve sellem) savaşa, modern ve uluslararası yaklaşım için gerekli temelleri ortaya koymuştur.
Dipnotlar:
[1] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, Beyrut 1985, 1/300; Ebû Davud, İstanbul ts., Cihad 90, 121.
[2] Taberî, Câmiu’l-Beyân, Kâhire ts., Hicr suresi 86. âyetin tefsiri.
[3] Mustafa Ağırman, Yeni Ümit Dergisi, Temmuz-Ağustos-Eylül 2007, Sayı : 77.
[4] Muhammed Hamidullah, Hazreti Peygamber’in Savaşları, (trcm. Salih Tuğ), Yağmur yay., İstanbul 1991., s.21.
[5] Buhari, Cihad, 148, İstanbul ts.; Müslim, Cihad, 24-25, İstanbul 1955; Ebû Davud, Cihad 90.
[6] Ebu Dâvud, Cihad, 90.
[7] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, 1/ 300.
[8] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, 3/ 413; Ayrıca Bkz, İbn Mace, Beyrut 1975, Cihad, 30.
[9] Buhârî, Megâzî 15, 16; Müslim, Cihad 119.
[10] Heysemî, Mecmau’z- Zevâid, Beyrut ts., 6/120.
[11] Nahl Sûresi 16/91-92. Müslümanların diğer insanlarla olan ahitlerini ve anlaşmalarını yerine getirmeleri hususunda Kur’ân’da başka âyetler de vardır. Meselâ bkz: Âl-i İmran, 3/76-77, Mâide, 5/1, Tövbe, 9/4.
[12] Buhârî, Şurût 15; Ahmed İbn-i Hanbel, el-Müsned, 4/330; İbn Hişâm, es-Sîre, I-II, Beyrut ts., 2/318.
[13] Mâverdi, Ebu’l-Hasen Ali İbn-i Muhammed, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye, Beyrut ts., s.54.
[14] Ebû Zehra, Prof. Muhammed, İslâm’da Savaş Kavramı, (çev. C. Karaağaçlı), İstanbul 1976, s.42.
[15] İmam Muhammed İbn-i el-Hasen eş-Şeybanî, Şerhu Kitabi’s-Siyeri’l-Kebîr, (Serahsî’nin şerhi ile birlikte), Beyrut 1997, 5/44.
[16] Ebû Yûsuf, Yakûb b.İbrahim el-Ensârî, Kitâbu’l-Harâc, Matbaatu Selefiyye ve Mektebetuha, Kahire, 1392, s. 204.
[17] Ebû Davud, Süleyman İbn-i Eş’as İbn-i İshâk el-Ezdî, es-Sicistânî, es-Sünen, Thk. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, Dâru İhyai’s-Sünneti’n-Nebeviyye, Beyrut, ty. Cihad,165(3/84).
[18] İbn Hişâm, es-Sîre, 1/649.
[19] İbn Hişam, es-Sîre, 2/666.
[20] Vakıdî, Megâzî, Oxford 1966, 3/1117-1118.
[21] Enfâl Sûresi 8/67-69.
[22] Muhammed Sûresi, 47/4
[23] Muhammed Hamidullah, Hazreti Peygamber’in Savaşları, (trcm. Salih Tuğ), Yağmur yay., İstanbul 1991, s.75.
[24] Taberî, Târîhu’t-Taberî, 2/460.
[25] İnsan Sûresi 76/8.
[26] M. Fethullah Gülen, Sonsuz Nur, İstanbul 1994, 2/54.
[27] İbn Sa’d, Ebû Abdullah Muhammed İbn-i Sa’d el-Menî’, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut ts., 2/22.
[28] İbn Hişâm, 1/708-710.
[29] Âsım Köksal, İslâm Tarihi, İstanbul, 1981, 14/304.
[30] Buhârî, Cihâd 112; Müslim, Cihâd 20.
Yazar: Yeni Ümit Dergisi Temmuz-Ağustos-Eylül – 2012, 97. Sayı