Efendimiz’in eğitim kadrosuna darbe: Bi’r-i Maûne
Uhud sonrası dördüncü yılın Safer ayının içinde Âmir İbn Mâlik adında bir şahıs Efendimiz’i ziyarete gelmişti. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) onu İslâm’a davet ediyordu ama adam, ne Müslüman oluyor ne de karşı koyduğunu söylüyordu. Müteredditti. Belli ki zamana ihtiyacı vardı ve kendisi ‘evet’ diyemese de yakınlarının bu dinle buluşmasını arzu ediyordu. Bunun için:
– Yâ Resûlallah, dedi. Ashâbından bazılarını Necid halkına göndersen de onlara İslâm’ı anlatsalar; onların bu davete müspet cevap vereceklerini sanıyorum.
– Necid halkının onlara bir kötülük yapmalarından endişe ediyorum, diye karşılık verdi Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). Bunun üzerine:
– Onlara ben kefilim, diye teminat veriyordu Âmir İbn Mâlik. Dönemin kültürü itibarıyla böyle bir söz senet sayılırdı; cehalet başını alıp gitmiş olsa da sözünden dönmek er meydanlarından silinmek anlamına gelirdi. Zaten Habîb-i Zîşân Efendimiz’in genel tavrı, her fırsatı değerlendirip insanlara bir şeyler anlatmanın gayretini ortaya koymaktı. Aynı zamanda o bölgeden Medine’ye, bugüne kadar Müslüman olanların emniyet ve güven açısından problem yaşadıklarının haberi geliyordu. Hatta Ri’l, Zekvân, Usayye ve Lihyân gibi bazı kabileler haber göndermiş ve bu güvenliği tesis adına Allah Resûlü’nden yardım istemişlerdi.
Şartlar böyle bir talebe ‘evet’ demeyi gerektiriyordu ve bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâb arasından yetmiş kişi seçerek1 onlardan Âmir İbn Mâlik’le birlikte gitmelerini ve Necid halkına İslâm’ı anlatmalarını istedi. Ellerine de, gittikleri yerlerde bulunan liderlere verilmek üzere yazılan mektupları vermişti. Emir olarak başlarında, Münzir İbn Amr tayin edilmişti.2 Bunların hepsi, Allah tarafından gönderilen mesajlarla Allah Resûlü’nün beyanlarını çok iyi bilen ‘suffe’ ashâbından ‘kurra’ sahabelerdi.
Yola çıkıp da Maûne denilen kuyunun başına geldiklerinde burada konakladılar. Bir taraftan develerini dinlendirip otlatırlarken diğer yandan da Resûlullah’ın gönderdiği mektupları ilgili kişilere ulaştırmayı hedefliyorlardı. Bunun için aralarından üç kişi seçerek Âmir İbn Tufeyl’e3 diğer iki arkadaşını bir noktada bırakarak Âmir İbn Tufeyl’in yanına yalnız gitmeyi deneyecekti:
– Ben onların yanına varıncaya kadar sizler yakınlarda bulunun! Şâyet bana emân verirlerse zaten bunu siz de görürsünüz; ancak beni öldürmeye kalkışırlarsa hemen gider ve durumdan arkadaşlarınızı haberdar edersiniz, diyordu.
Dediği gibi de yapacaktı. Geldi ve Âmir İbn Tufeyl’in huzuruna girip Resûlullah’ın mektubunu takdim ederek onları hak dine davet etti.
Kendisine Resûlullah’dan mektup gelen Âmir, onu açıp okumaya bile tenezzül etmeyip Hz. Harâm’ı öldürme talimatı verdi. Bu talimat üzerine Cebbâr İbn Sülmâ, eline aldığı bir mızrağı Hz. Harâm’a arkasından saplayıverdi. Allah Resûlü’nün elçisi kanlar içinde kalakalmış, sırtından giren mızrak göğsünden çıkmıştı. Ölürken de nasihate devam edilmeliydi ve Hz. Harâm da, bir taraftan dünya meşakketlerinden kurtulmanın, diğer yandan da Allah ve Resûlü adına şehadet mertebesine ulaşmış olmanın sevinciyle dopdoluydu. Eline bulaşan kanlarla yüzünü sıvazlayan Hz. Harâm’ın sinesine mızrak işlerken büyük bir haz içinde dudaklarından dökülen şu sözler dikkatlerden kaçmamıştı:
– Allahu Ekber! Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki kurtuldum!4
Derken, mektup hedefine ulaşamadan Harâm İbn Milhân şehit olmuştu. Ancak Âmir İbn Tufeyl’in kin ve nefreti bununla teskin olacak gibi değildi ve Âmiroğullarına seslenerek geride kalanların üzerine yürüme talimatı verdi. Âmiroğulları bu talimata uymayacaktı. Şaşılacak bir durumdu; onları davet ediyordu ama amcası Âmir İbn Mâlik’in Allah Resûlü’ne verdiği sözü nazara alarak Âmiroğulları bu davete icabet etmiyordu.
Bir lider olarak Âmir İbn Tufeyl’i cinnete sevk eden bir husustu bu. Yerinde durmaya niyeti yoktu ve yakınındakiler kendisine ‘evet’ demese bile etrafındakilerden destek alarak Resûlullah’ın elçileri üzerine yürüyecekti.
Çok geçmeden Usayye, Ri’l, Kâre ve Zekvân kabilelerinden oluşan büyük bir kalabalığın üzerlerine geldiğini gören gönül elçileri kendilerini önce:
– Vallahi de bizim sizinle bir alıp veremediğimiz yok! Biz sadece Resûlullah’ın verdiği bir iş için yolumuza gidiyoruz. Biz Allah Resûlü’nün elçileriyiz, dedilerse de gözü dönmüş bu insanlara sözlerini dinletemediler. Bunun üzerine onlar da kendilerini müdafaa etmek isteyecek, ancak güç dengesinin olmadığı yerde bu müdafaa onlar adına istenilen neticeyi vermeyecekti. Anlaşılmaz bir husustu; Allah ve Resûlü’nün hayat veren mesajlarını ulaştırmak için yola çıkan ve muhtaç gönüllere Allah’ın adını taşımaktan başka bir hedefleri olmayan bu insanları kılıçtan geçiriyorlardı!
O an için orada bulunmayanların da sırasıyla şehit edildiği bu yolculuktan geriye kalan sadece Amr İbn Ümeyye idi. Bu sürecin içinde o da çok sıkıntı yaşamış olmasına rağmen ayakta kalabilmiş ve hızlı adımlarla Medine’ye gelebilmişti. Yolda karşılaştığı iki kişinin, arkadaşlarını şehit eden kabileye mensup olduğunu öğrenince bir fırsatını bulup onları orada öldürmeyi, arkadaşlarına karşı eda etmesi gereken bir vefa borcu olarak telakki etmiş ve Âmiroğullarından bu iki kişinin işini oracıkta bitirivermişti.
Doğruca gidip Resûlullah’a olup bitenleri anlattı. Medine hüzün yudumluyordu. Zira aynı gün içinde gelen ikinci acı haberdi bu. Yalan beyan üzerine yola çıkan ve Raci’de şehit olan on samimi gönülden sonra atmış dokuz arkadaşının daha sebepsiz yere öldürüldüğünün haberini almak kadar acı bir olay olamazdı:
– Bu Ebû Berâ’nın işi, dedi ve ilave etti:
– Hâlbuki Ben, bunu istemiyor ve böyle bir hadiseyle karşılaşacağımızdan endişe duyuyordum!5
Ardından da öldürdüğü iki Âmirîden bahsetti Hz. Amr Allah Resûlü’ne. Ortam bir anda elektriklenivermişti. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Sen ne kötü bir iş yaptın, diye seslendi önce. Ardından da:
– Onlara Ben, emân vermiş ve himaye taahhüdünde bulunmuştum. Vallahi de onların diyetlerini ödeyeceğim, buyurdu.
O ana kadar iyi bir iş yaptığını sanan ve belki de bu haberi verirken iltifat bekleyen Hz. Amr şaşırıp kalmıştı! Hüzn-ü nebevî onu da kedere boğmuş, yaptıklarına bin pişman olmuştu. Ancak bu noktadan sonraki pişmanlığın bir faydası yoktu.
Ortada peygamberî bir şefkat vardı ve insanlığın gözü önünde nebevî adalet tecelli ediyordu. Bir tarafta hiçbir sebep yokken altmışdokuz masumun canına kıyan insanlar, diğer yanda yanlışlıkla öldürülen iki kişi vardı ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), kendi arkadaşlarının diyetlerini gündeme bile getirmediği yerde, emân verdiği iki kişinin ashâbından birisi tarafından yanlışlıkla öldürülmesi karşısında diyetlerini ödeyeceğinden bahsediyor ve bu konudaki ısrarını dile getiriyordu!
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.
Dipnot:
- Bu sayının kırk olduğu da söylenmektedir. Bkz. Taberî, el-Câmiu’l-Beyân, 4/173; Taberî, Tarih, 2/82; İbn Kesir, Tefsir, 1/427
- Hz. Münzir, şehadet arzusuyla yanıp tutuşan biri olduğu için o gün kendisine, ölüme gönüllü boyun uzatan manasında ‘el-Mün’iku li Yemûte’ deniliyordu. Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 4/138; Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir, 20/357 (841); Taberî, Tarih, 2/81; İbn Hacer, el-İsâbe, 6/217 (8230)
- Âmir İbn Tufeyl, Efendimiz’e emân verip de Suffe ashâbından yetmiş kişiyi talep eden Âmir İbn Mâlik’in yeğeniydi. Bkz. İbn Esîr, Üsüdü’l-Ğâbe, 2/65; İbn Hacer, el-İsâbe, 3/600
- Hz. Harâm’ın bu cümlesi, o gün kendisini öldüren şahsın hidâyetine vesile olacaktı. Çünkü bu, Cebbâr için anlaşılmaz bir çıkıştı. Şaşırmıştı; elindeki mızrağı saplayıp da öldürdüğü adam nasıl olup da ölüme giderken ‘kurtuldum’ diye haykırabiliyor, dünyadan giderken sürûr izhar edip ölümü bu kadar aşkın bir sevinçle karşılayabiliyordu! O an için anlam veremediği bu çıkış Cebbâr’ın zihnini hep meşgul edecek ve karşılaştığı insanlardan hep, Hz. Harâm’ın son sözlerinin manasını soracaktı. Kendi kendine:
– Nasıl kurtuluş bu? Ben o adamı öldürmedim mi, diye soruyor ve bir türlü cevabını bulamıyordu. Nihâyet bir gün bunun, şehadet arzusuyla dünya sıkıntılarından kurtuluşu ifade eden bir sevinç belirtisi olduğunu anlayacak ve duyduğu dehşet karşısında:
– Allah’a yemin olsun ki gerçekten de kurtulmuş, diyerek gelip Müslüman olacaktı. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/348; İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4/83 - Hüzün peygamberininin üzüntüsünü anlatmaya imkân yoktu. Medine karalara bürünmüştü âdeta… Üst üste gelen bu iki üzücü olayın etkisi Medine’de aylarca hissedilecek ve Efendiler Efendisi, hiçbir sebep yokken yanında bulunan yetmiş dokuz ashâbının tuzak kurulmak suretiyle şehit edildiği bu iki olaya sebep olanlar için, sabah namazlarından sonra kalkacak ve bir ay boyunca kunutta bulunarak ilgilileri Allah’a havale edecekti. Maûne kuyusu başında yetmiş ashâbına tuzak kuran bilhassa Usayye kabilesi için “Usayye Allah ve Resûlü’ne isyan etti.” buyuracak ve “Bizim hâlimizi arkada bıraktığımız kavmimize ulaştırın; zira biz O’ndan O da bizden razı olduğu hâlde Rabbimize kavuştuk.” bilgisi kendisine ulaşacağı ana kadar da bu hâline devam edecekti. Bkz. Buhârî, Sahîh, 3/1031 (2647), 4/1503 (3868), 5/2349 (6031); Müslim, Sahîh, 1/468 (677); Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 3/215 (13278)