Efendimiz (sas) Döneminde Gençliğin Rolü

497

Gençlik, kişinin enerji dolu ve hareketli olduğu en dinamik çağdır. Genç insan sahip olduğu enerjiyi harcayabilmek için daha çok harekete ihtiyaç duyar. Bu itibarla o, birçok meseleyi çözebilecek heyecan, dinamizm ve fiziksel beceriye de sahiptir; kendisine fırsat verildiğinde çok önemli başarılara imza atabilecek yeteneğe sahip bulunmaktadır. Ciddi görevleri yerine getirebilecek kabiliyet, genç insanda daima mevcuttur. Esas olan, gençteki bu kabiliyeti keşfedip, onu geliştirmek, bunun için de ona görevler vererek sorumluluk bilincini kazandırmaktır.

Asr-ı Saadet’te Efendimiz’in, gençliğin bu tür özelliklerini azami ölçüde dikkate alarak değerlendirdiği, açık bir biçimde görülmektedir. Çünkü O (s.a.s.), gençleri, tebliğ ve irşat faaliyetleri dahil, devlet teşkilatının en üst kademelerine kadar hemen her alanda görevlendirmiştir. Gençler ise, Allah’ın Resulü’nü hiçbir zaman mahcup etmemişler, O’nun güvenini boşa çıkarmamışlar ve kendilerine verilen çok ciddi dini ve idari görevleri, hakkıyla yerine getirmişlerdir. Bu görevler arasında müsteşarlık, valilik, sekreterlik, hâkimlik, komutanlık, sancaktarlık, istihbaratçılık, güvenlik görevliliği, maliyecilik, öğretmenlik gibi çok önemli devlet görevleri bulunmaktadır.1

Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) “Ümmetimin en hayırlıları benim zamanımda yaşayanlardır”2 buyurmak suretiyle, genelde bütün ashabı taltif ederek övmüştür. Bununla beraber, onun, gençliğe ayrı bir önem verdiğini söylememiz gerekir. Bunun sebebini de, Hz. Peygamber’in, “Bana gençliğin yardımı lütfedildi”3 sözünde aramak gerekmektedir. Zira onların sahip olduğu enerji ve dinamizm, bir hareketi yükseklere götürebilecek ölçüdedir. İslâmiyet büyük ölçüde de gençlerin omuzlarında yükselmiştir.

Hz. Peygamber dönemini dikkatlice incelediğimizde, genç jenerasyonun İslâm’ın mesajını yaşlılardan daha önce ve daha büyük bir arzu ve iştiyakla kabul ettiğini görmekteyiz. Bu nedenle ilk Müslümanların büyük çoğunluğunu gençlik kesimi oluşturmuştur. Gençlerin İslâm dinine rağbeti o kadar fazla olmuştur ki, hicret sırasında Ubeyde b. Haris gibi oldukça yaşlı bir-iki kişi dışında, İslâm mensuplarının büyük ekseriyeti Müslüman oldukları zaman otuz yaşın altında idi ve ancak bir veya iki kişi otuz beşin üzerinde bulunuyordu. En nüfuzlu ailelerin, en nüfuzlu soyların gençleri İslâm’a koşup, kutlu davasında Allah’ın Elçisi’ne destek ve yardımcı olmuşlar, O’nu en olumsuz şartlar altında bile yalnız bırakmamışlardır.

Bu gençler arasında sayabileceğimiz Ali b. Ebî Talib Hz. Peygamber’in amcasının oğluydu. Hz. Ali İslâm’dan önce Allah’ın Resulü’nün evinde kalıyordu. Babası Ebû Talib, Hz. Peygamberi müşriklere karşı bütün imkânlarıyla korumasına rağmen, Müslüman olmamıştı. Ama Hz. Ali, daha İslâm’ın ilk gününden itibaren Müslüman olmuş, Hz. Hatice’den sonra İslâm’ın ilk mensubu olma şerefini kazanmıştır; Müslüman olduğunda ise henüz on yaşlarındaydı. Böylece o, daha İslâm’ın başlangıcından itibaren hep İslâmiyet’in içinde olmuştur. Onun ağabeyi Ca’fer b. Ebî Talib de ilk Müslüman olanlardandır4 ve Hz. Ali’den on yaş büyük olduğuna göre5, Müslüman olduğunda 20 yaşlarında bir delikanlıdır. Hz. Ca’fer’in hanımı Umeys’in kızı Esma’nın da ilk Müslüman olan6 genç hanımlardan olduğu anlaşılmaktadır.

İlk Müslümanlardan bir diğeri de, henüz daha delikanlılık çağında İslâm’ı tercih etmiş olan ve Efendimiz’in, kendisine “havarim” diye iltifat ettiği Zübeyr b. Avvam’ dır.7 Zübeyr Müslüman olduğunda daha on iki yaşındaydı.8 Mekke döneminin ilk ve aynı zamanda çilekeş Müslümanlarından Habbab b. el-Eret’i de zikretmemiz gerekir. O, altıncı Müslüman olarak on altı yaşlarında9 bir delikanlıydı. Osman b. Maz’ûn on dördüncü Müslüman olduğunda genç grup içinde bulunuyordu. Kardeşi Kudame b. Maz’ûn da ilk Müslümanlardan olup, Müslüman olduğunda yirmi yaşının biraz üstünde idi.10

İlk Müslümanlar arasında gençlik kervanında kimler yoktu ki; Allah Resulü (s.a.s.) kutsal mesajına gönlünü açtığında on dokuz yaşında olan Sa’d b. Ebî Vakkas; Uhud savaşında kendi bedenini Allah’ın Resûlü’ne siper eden, ilahi daveti kabulde ilk sıraları alan ve İslâm’la şereflendiğinde on dört veya on sekiz yaşlarında olan Talha b. Ubeydullah; Müslüman olur olmaz Kur’ân’ı müşriklerin arasında okuyacak kadar medeni cesarete sahip olan, cılız fiziğine karşın küfrün elebaşlarına meydan okuyan, on altıncı Müslüman olduğunda on altı yaşları civarında olduğu anlaşılan Abdullah b. Mesûd; Mekke döneminde tebliğ ve irşat faaliyetleri için evini Peygamberimize tahsis eden ve İslâmiyete girdiğinde on yedi, on sekiz yaşlarında olduğu anlaşılan Erkam b. Ebî’l-Erkam; hicret sırasında yirmi iki yaşlarında olan Saîd b. Zeyd ve en fazla onunla aynı yaşlarda bulunan hanımı Hattab’ın kızı Fâtıma; Yeni Müslüman olduğunda daha on yedi yaşlarında bulunan ve Hz. Ebû Bekr’in kızı olan Esmâ11; annesinin bütün servetini elinin tersiyle bir kenara iten ve hayatına yönelik bütün tehdit ve işkenceleri göze alarak kendisini Hz. Peygamber’in getirdiği ilahi mesaja vakfeden, sonuçta Uhud savaşında şehit olduğunda, Allah Resûlü’nün, şehadetine göz yaşı döktüğü Mus’ab b. ‘Umeyr12 ve burada adını zikredemeyeceğimiz daha pek çok genç…

Burada şunu da hemen ifade etmemiz gerekir: Allah Resûlü’nün kutsal davetini öncelikle kabul edenler sadece Mekkeli gençler değildir; aynı zamanda Medineli gençler de onun bu ulvî mesajını Medineli yaşlılardan önce kabul etmişlerdir. Bilindiği gibi Allah Resulü (s.a.s.)’e en zor anlarında Medineliler kucak açmış ve ona beyatta bulunmuşlardır. O, Ensar’ı ancak mümin olanların seveceğini, münafıkların sevmeyeceğini, her kim onları severse, Allah’ın onu seveceğini, kim de sevmezse Allah’ın da onu sevmeyeceğini söylemiştir.13 Yine Allah’ın Elçisi, “Eğer Ensar bir yol tutsa, ben de Ensar’ın yolunu tutardım. Şayet hicret olmasaydı, Ensar’dan biri olmak isterdim”14 demiştir.

İşte Allah’ın Elçisi’nin böylesine büyük değer verdiği Medineli Müslümanlar arasında İslâm dini ile müşerref olanların ilklerini de gençler teşkil ediyordu. Tıpkı Mekke’de olduğu gibi, Medine’de de, İslâm dinine karşı duran yaşlılarla, Müslüman olup İslâmiyet’i destekleyen oğullarından oluşan gençler vardı. Bunun en tipik örnekleri, Medine’nin ileri gelen saygın kişilerinden olup kıskançlığından ötürü Hz. Peygamber’den yüz çeviren Ebû Amir ile Uhud savaşında şehitlik mertebesine ulaşacak ve cansız bedeni melekler tarafından yıkanacak kadar Allah’ın Resûlü’ne bağlı olan oğlu Hanzala15; Münafıkların reisi olan Abdullah b. Ubeyy ile İslâm toplumunu ifsat etmek ve Allah’ın Elçisi’ni alaya almak için her fırsatı değerlendiren babasını öldürmek isteyecek kadar samimi ve güçlü bir Müslüman olan oğlu Abdullah’tır.16

Medineli gençler kuşkusuz bu ikisiyle sınırlı değildir. Onlar arasında, daha hicretten üç yıl önce Mekke’ye gelen ve Akabe’de bulunduğunda oradaki reislerin en küçüğü olan Es’ad b. Zürâre17; yine ikinci Akabe beyatında beyat ettiği sırada on üç-on dört yaşlarında olup oradakilerin en genci bulunan Ukbe b. Amr18; on beş yaşlarında iken ikinci akabe beyatında hazır bulunan Cabir b. Abdillah19; Akabe’de Allah’ın Elçisi’ne beyat ettiği sırada yirmi dört yaşında olduğu anlaşılan Mesleme b. Selâme20; babasından çok önce Akabe’de Hz. Peygamberi koruma sözü veren Muaz b. Amr21…ve daha birçokları.

Görülüyor ki, yaşlı Medinelilerin çoğu Medine’de şirk üzerinde bulunurlarken, onların ya çocukları ya da yeğenleri, Allah Resûlü’ne her ne pahasına olursa olsun itaat edeceklerine ve onu koruyacaklarına dair söz veriyorlardı.

Bütün bunlar bize şunu apaçık göstermektedir ki, Hz. Peygamber’in yardımcısı olan ve İslâm dinini omuzlayanların büyük çoğunluğunu gençler oluşturmuştur. Başka bir ifadeyle, İslâm dini büyük ölçüde gençlerin omuzlarında yükselmiş, layık olduğu yere ve zaferlere onlarla koşmuştur. Şurası gerçek ki, günümüzde de İslâmiyet, usulüne uygun bir şekilde insanlara takdim edilirse, ona ilk önce koşacak olanların gençlik kitlesi olacağı bilinmelidir. Çünkü İslâm dini verdiği evrensel ve insani mesajlarla gençliği cezp etmeye müsait bir dindir.

Bilinmesi gereken önemli bir husus şudur ki; bu gençler sadece verdiği sözlerle kalmamışlar, bu sözlerin gereğini yerine getirerek, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) inanılmaz bir bağlılık göstermek suretiyle, Peygambere nasıl sadakatte bulunulacağına dair de eşsiz örnekler sergilemişlerdir. Gerçekten gençlik, İslâmî davete ilk önce koşan kitle olduğu gibi, Allah Resulü’nü koruma konusunda da en fazla özen gösteren kesim olmuştur. Allah’ın Resûlü, daha ilk tebliğini yapıp müşrikler tarafından sataşmalara ve tehditlere maruz kaldığı andan itibaren, gençlik tarafından büyük bir titizlikle korumaya alınmıştır.

Bir keresinde Hz. Peygamber aşikâre davete başlamak üzere akrabalarına yemek vermişti. Bu yemekte Allah’ın Resûlü onları Allah’a iman etmeye davet etti; oradakiler bu daveti hoş karşılamadılar; tehditler savurup tam dağılıp gideceklerken, Hz. Ali ortaya atılarak, “Gerçi benim görüşüm kısa, kollarım zayıf, yaşım buradakilerin hepsinden küçüktür; fakat bütün bunlara rağmen, ben seni bu işte korur, arka çıkarım ey Allah’ın Resûlü” demişti. Orada bulunanlar ise buna sadece gülmüşlerdi. Bu sırada Hz. Ali on üç yaşında henüz gençliğin başlangıç noktasında bulunan bir delikanlıydı.22 Aynı Hz. Ali yirmi yaşlarında bir genç iken, hicret esnasında Hz. Peygamberin yatağına ölümü göze alarak yatmış, Allah’ ın Elçisi’nin habersizce hicret etmesini sağlayarak, onu ölümden kurtarmıştı.23

Eğer Hz. Ali için, Resûlüllah’ın akrabası olduğu ve onu korumasının normal görülmesi gerektiği söylenirse, Ebû Leheb’in de Hz. Peygamber’in amcası olduğunu, ancak ona en fazla düşmanlık edenler arasına girdiğini hatırlatırız. Öyleyse Hz. Ali’nin bu fedakarlığı bir akrabalık fedakarlığı değil, ancak bir iman fedakarlığı olarak kendisini apaçık göstermektedir.

Talha b. Ubeydullah’ın bir genç olarak Uhud savaşında Hz. Peygamberi korumak için gösterdiği yoğun çaba gerçekten her türlü takdirin üzerindedir. O, Hz. Peygambere inen kılıç darbelerine karşı elini uzatarak kendisini kalkan yapması nedeniyle eli kesilmiş ve çolak kalmıştır. Onun bu korumasına rağmen Hz. Peygamber çok zor duruma düşünce, hatta yaralanınca, onu savaş hengâmesinden kurtarmak için sırtına yüklemiş ve büyük bir kaya parçası üzerine çıkararak kurtulmasını sağlamıştır. Bundan sonra Allah’ın Resûlü, hayatı pahasına kendisini koruyan ve kurtaran bu genç için Hz. Ebû Bekir’e “Ey Ebû Bekir! Bugün cennet Talha’ya vacip oldu” demiştir.24

Abdullah b. Zeyd, meşhur kadın sahabi Ümmü Umâre’nin iki oğlundan biridir. Uhud savaşında Hz. Peygamberi çok yakından koruyarak onun takdirini kazanmıştır. Abdullah ve ailesinin gösterdiği sadakat ve kahramanlık, Allah’ın Elçisi tarafından, bu ailenin cennette kendisine komşu kılınması niyazı ile mükafatlandırılmıştır.25

Adı geçen Ümmü Umâre’nin diğer oğlu Habib b. Zeyd’in Allah’ın Resûlü’ne bağlılığı ise kelimenin tam anlamıyla destansı bir bağlılıktır. Bu bağlılık onu şehitlik makamına yükseltmiştir. Hz. Peygamber onu, peygamberlik iddiasında bulunan Müseylimetü’l-Kezzâb’a elçi olarak göndermişti. Ancak Müseylime, Habib’i tutukladı; ona Muhammed’in peygamber olduğuna inanıp inanmadığını sordu. Habib, Hz. Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehadet ettiğini söyledi. Bunun üzerine Müseylime kendisinin de peygamber olduğuna inanıp inanmadığını sordu. Habib bu soruya “Ben sağırım, seni duymuyorum” diye cevap verdi. Bu soru ve aynı cevap defalarca tekrarlandı; her cevapta Müseylime, Habib’ in bir uzvunu kesti; Habib bu şekilde uzuvları tek tek kesilerek şehit edildi.26 O, Allah’ın Elçisine olan inanç, sevgi ve bağlılığı nedeniyle, parçalanarak şehit edilmeyi göze aldı, takiyye yapmaya bile gerek duymadı. Ruhsatla değil, azimetle amel etmeyi tercih etmişti.

Mekke müşrikleri, Resûlüllah’ı Mekke’ye sokmadıkları bir dönemde münafıkların reisi Abdullah b. Ubeyy’e haber göndererek, istediği takdirde kendisinin Mekke’ye gelebileceğini ve Kabe’yi tavaf edebileceğini söylemişlerdi. Bunu duyan Abdullah b. Ubeyy’in oğlu Abdullah, babasına “Allah her yerde nifakını açığa çıkararak seni rezil edecektir. Allah’ın Elçisi tavaf etmediği halde sen gidip tavaf edeceksin, öyle mi?!” dedi. İbn-i Ubeyy samimi Müslüman olan ve Allah’ın Resûlü’ne tam bir sadakatle bağlı olan oğlu Abdullah’dan yüz çevirdi. Oğlu ise babasına, “Resûlüllah tavaf etmedikçe ben de etmeyeceğim” diyerek rest çekti. Abdullah’ın babasına bu resti Hz. Peygamberi son derece sevindirdi. Abdullah, Hz. Peygambere olan engin sevgisi nedeniyle münafık babasını bir kalemde silip atmış ve Peygambere olan bağlılığını ortaya koymuştur.

Asrı Saadet dönemi Müslüman gençliği, Allah’ın Elçisi’ne canlarını feda etmek üzere bağlanmışlardı. Nitekim Hudeybiye antlaşmasının imzalanmasından az önce sahabe, canlarını feda etmek üzere Hz. Peygambere beyat ettiklerinde, ilk beyat eden kişi, yirmi yaşlarında bir genç olan Ebû Sinan el-Esedî olmuştur.27 Bundan başka yine Hudeybiye antlaşması sırasında yirmi yaşlarında bir delikanlı olduğu anlaşılan Abdullah b. Ebî Evfâ28, on yedi yaşlarında olan Abdullah b. Yezid el-Hatmî29, on altısında Abdullah b. Ömer b. Hattab30 gibi daha birçok genç insan, meşhur “Bey’atu’r-Rıdvan”da Allah için canlarını feda edeceklerine dair Resûlüllah’a büyük bir iman ve sadakatle söz vermişlerdir.

Bütün bunlar bize gösteriyor ki, genç nesil sadece iman etmekle kalmamış, aynı zamanda imanları uğruna canlarını da feda etmekten çekinmemişlerdir. Genç nesil duygularının saflığı, haksızlıklara tahammülsüz oluşları ve evrensel fikirleri kabule müsait olmaları dolayısıyla, Peygamber Efendimizin tebliğ ettiği ilahi mesaja rağbet etmiştir. İlk Müslümanların büyük çoğunluğunun gençlerden oluşmasının nedeni budur.

Gençlerin bu teslimiyetine karşılık yaşlı nesil, büyük çoğunluk itibariyle eski inançlarından vazgeçmemiş, bunun da ötesinde Hz. Peygambere yürekten bağlı olan bu gençlere karşı her türlü zulüm ve işkencelerde bulunmuştur. Onlar bu yeni inanca ve evrensel mesaja kulaklarını tıkamışlar, geçmişin şartlanmışlığından kendilerini kurtaramamışlardır. Dar kalıpların içine gömülmüş olan bu ihtiyar nesil, içinde bulunduğu şablonun dışına çıkmaya cesaret edememiş veya çıkmak istememiştir. Çünkü onlar, içinde yaşadıkları toplumda belli bir kariyer ve makama sahiptiler. Belki bunları yeni inanç ve düzende kaybetmekten korkuyorlardı.

İslâmiyeti kabul eden bu gençler arasında babası toplumda önde gelen insanlar da vardı. Ancak bu gençler, özellikleri itibariyle ilahi mesajı kavramaya ve kabule müsait olduklarından, İslâm dinine ve onun yüce peygamberine kucak açmakta gecikmediler. Onlar için önemli olan, makam, mevki ve menfaat değildi; asıl önemli olan evrensel ilahi mesajın haklılığıydı. İslâm’ın getirdiği insanî mesajlar ve ortaya koyduğu ilahi hedefler, gençlerin tertemiz fıtratlarıyla buluşunca, İslâmiyete doğru bir gençlik akını oluşmuştur. Gençler cahiliye döneminin savunulamaz inanç ve haksızlıklarını bir kenara iterek, ilahi mesaj ve hedefleri kendilerine şiar edinmişlerdir. Böylece Allah’ın Resûlü büyük bir başarıyla gençleri kendi safına çekmeyi bilmiştir. Bütün bunlar ışığında denilebilir ki, İslâmiyet, temelde genç insanlar hareketi şeklinde yayılma imkanı bulmuştur.

İslâm’ın çok kısa zamanda tüm Arabistan’a ve oradan da kıtalar ötesi ülkelere yayılışının altında, gençlikteki dinamizmin imanla buluşmasından kaynaklanan olağanüstü manevi güç yatmaktadır. Öyleyse öncelikle yapılması gereken şey, imanlı nesillerin yetişmesini sağlamak ve onlara iman bilinci yanında, inandığı değerler için fedakarlık yapabilme şuur ve idrakini kazandırmaktır. Böylesi gençlerin yetişmesi sadece ümmet için değil, tüm insanlık alemi için hayatî derecede gereklidir. Çünkü, İslâm’ın evrensel mesajının iman bilincine ulaşmış gençlerin eliyle insanlığın önüne sunulması sayesinde, bugün her bir tarafı kan ve gözyaşıyla sulanmış yeryüzü toprakları acı verici çehresinden kurtulacaktır. Hiç kuşku yok ki, tüm insanlık hasret kaldığı huzur dolu, saadet dolu çağlara bu gençlerin eliyle taşınacaktır.


Yazar: Yeni Ümit Dergisi’nden alınmıştır.

Dipnot:

  1. Bu konu ile ilgili geniş bilgi için bkz. Kara, Seyfullah, Peygamber Döneminde Gençlik, İstanbul, 2003.
  2. El-Buhârî, Muhammed b. İsmail, Sahîhu’l-Buhârî, Mutâbıu’ş-Şuûb, b.y.y., 1378, V, 2.
  3. Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, edit. Hakkı Dursun Yıldız, İstanbul, 1992, I, 386
  4. İbnu Hişam, a.g.e., I, 275; ez-Zehebî, Muhammed b. Ahmed b. ‘Usmân, es-Sîretu’n- Nebeviyye, nşr. Hüsameddin Kuddûsi, Beyrut, 1988, s. 78.
  5. İbnu Abdilberr, Ebû ‘Umer Ahmed b. Muhammed, el-İstîâb fî Esmâi’l-Ashâb, (İbnu Hacer, el-İsâbe kenarında), Beyrut, ts., I, 210.
  6. İbnu Hişam, a.g.e., I, 275; ez-Zehebî, a.g.e., s. 78.
  7. İbnu Hişam, a.g.e., I, 266; Ebû’l-Fidâ, a.g.e., I, 116; ez-Zehebî, a.g.e., s. 78.
  8. İbnu Hacer, Şihâbuddin Ahmed b. Ali el-Askalânî, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, Beyrut, ts., I, 545.
  9. a.g.e., I, 416.
  10. İbnu Abdilberr, a.g.e., III, 262.
  11. İbnu Hişam, a.g.e., I, 271.
  12. İbnu Abdilberr, a.g.e., III, 471; İbnu Hacer, a.g.e., III, 460.
  13. A.k., V, 40.
  14. A.k., V, 38.
  15. Avn eş-Şerîf, Kasım, Neş’etü’d-Devleti’l-İslamiyye alâ Ahdi Resûlillah, Beyrut, 1991, s. 20.
  16. El-Heysemî, Nûreddîn Ali b. Ebî Bekr, Mecmeu’z-Zevâid ve Menbau’l-Fevâid, Beyrut, 1967, IX, 318.
  17. İbnu Hacer, a.g.e., I, 34.
  18. İbnu Abdilberr, a.g.e., III, 105; Uğur, Mücteba, “Ebû Mesûd el-Bedrî”, DİA, İstanbul, 1994, X, 187.
  19. İbnu Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim ed-Dîneverî, el-Maarif, çev. Hasan Ege, İstanbul, ts., s. 211; Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Ankara, 1988, II, 89.
  20. Ahmed Cevdet, Kısâs-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, Sadeleştiren: Mahir İz, Ankara, 1985, III, 190.
  21. İbnu Kesîr, Ebû’l-Fidâ, İsmail, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Riyad, 1988, III, 163-164.
  22. Et-Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr, Târîhu’l-Umem ve’l-Mulûk, Beyrut, ts., II, 320-321; Berki, Ali Himmet-Keskioğlu, Osman, Hatemü’l-Enbiyâ Hz. Muhammed ve Hayatı, Ankara, 1981, s. 69.
  23. İbnu Kesîr, a.g.e., III, 174.
  24. El-Buhârî, a.g.e., V, 27; İbnu Abdilberr, a.g.e., II, 220.
  25. Çakan, İsmail Lütfi, “Abdullah b. Zeyd”, DİA, İstanbul, 1988, I, 143.
  26. İbnu Abdilberr, a.g.e., I, 328.
  27. İbnu Hişam, a.g.e., III, 330; İbnu Abdilberr, a.g.e., IV, 83.
  28. A.k., II, 265.
  29. Çakan, İsmail Lütfi, “Abdullah b. Yezid el-Hatmî”, DİA, İstanbul, 1988, I, 143.
  30. Kandemir, M. Yaşar, “Abdullah b. Ömer b. Hattab”, DİA, İstanbul, 1988, I, 126.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.