Ebû Leheb’in ölümü
Bu sırada Ebû Leheb, elbisesini sürükleyerek Kâbe’ye doğru gelmekteydi. Geldi ve sırtını dayayarak bir kenara oturdu. Neredeyse sırtı, o sırada Zemzem kuyusunda çalışmakta olan Abbâs İbn Abdülmuttalib’in kölesi Ebû Râfi’in sırtına değmişti. Hz. Abbâs’ın hanımı Ümmü Fadl da orada bulunmaktaydı.
Aradan çok zaman geçmemişti ki, Bedir bozgununun haberini getiren Ebû Süfyân İbn Hâris’in geldiği görüldü. Onun gelişini görenler:
– İşte bakın, Ebû Süfyân İbn Hâris geliyor, diyerek ona işaret etmeye başlamışlardı.
Ortalıkta bir gariplik vardı; , sanki herkes bir şeyler biliyormuş da söyleyemiyormuşçasına bir hava hâkimdi. Bu arada Ebû Leheb, gelen şahsa seslendi:
– Hele şöyle yanıma bir gel bakalım yeğenim! Hayatıma yemin olsun ki, sende yeni haberler var gibi duruyorsun! İnsanların hâli nice oldu, gel de bana anlat!
O da, Ebû Leheb’in yanına yaklaşmış ve bir kenara çömelmişti. Meraklı nazarlar da onların etrafında toplanmış, konuşulacakları dikkatle bekliyordu.
Evet, Ebû Süfyân İbn Hâris çok şey anlatacaktı. Her tarafından hüzün dökülüyordu. Şunları sıraladı teker teker:
– Bizler, onlarla karşılaştığımızda, sanki boyunlarımızı kendi ellerimizle onlara uzattık ve onlar da, diledikleri gibi bizi öldürmeye, bizden istediklerini de esir almaya başladılar! Bunun yanında, ben kimseyi de kınamıyorum; çünkü bir de yeryüzü ile sema arasını dolduran devasa atlar üzerinde ve bembeyaz urbalar içinde öyle insanlarla karşılaştık ki, vallahi ne onlara karşı koymaya imkân vardı ne de hızlarına yetişmeye!
Daha İbn Hâris sözünü bitirmemişti ki, orada anlatılanlara kulak veren Ebû Râfî’ heyecanına hâkim olamayıp kaldırdığı perdenin altından:
– Hiç şüphe yok ki onlar, vallahi de meleklerdir diye bağırıverdi.
Sözünü bitirir bitirmez de, şiddetli bir tokatla sarsılacaktı. Çünkü, zaten öfkeden nefret küpü hâline gelen Ebû Leheb, çileden çıkmış ve elinin tersiyle Ebû Râfî’e şiddetli bir tokat savurmuştu. Bununla da hırsına mâni olamayan Ebû Leheb, tokatla birlikte yere yuvarlanan Ebû Râfî’in üzerine çullanacak ve ardı ardına darbelerine devam edecekti.
Hâlbuki Ebû Râfî’, zayıf yapılı bir adamdı; Ebû Leheb gibi azgın bir din düşmanının bu kadar öfkesine muhatap olmak, onu oldukça hırpalamıştı. Artık o, yerde perişan vaziyette yatıyordu.
Bu durum, o ana kadar olanlara seyirci kalan Ümmü Fadl’ı harekete geçirecekti. Gitti ve eline geçirdiği bir çadır kazığını kaptığı gibi Ebû Leheb’in karşısına dikildi:
– Efendisi burada yok diye bir köleyi nasıl böyle dövebilirsin, diyordu. O da çok öfkelenmişti. Ebû Leheb’in öz kardeşi Abbâs’ın hanımıydı ve hızını alamayıp elindeki kazıkla birlikte Ebû Leheb’in kafasına şiddetle vurmaya başladı. Kafasından kanlar akıyordu. O da şaşırmıştı; akan kanları eliyle temizlerken neye uğradığını bilememenin şaşkınlığı her hâlinden okunuyordu.
Ancak bu darbeler, aynı zamanda onun sonunu hazırlayan ölüm darbeleriydi. Küfür adına beraber yürüyüp müşterek adım attığı arkadaşlarının yokluğunun üzerine bir de aldığı bu darbeler, onu hayattan bir hayli koparmıştı. Üzüntüden karalar bağlamıştı. Yedi gece sonra da Mekke halkı, Ebû Leheb’in ölüm haberini alacaktı. Küfür adına bir kale daha tarihe karışıyordu.
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz