Benzerleri Her Zaman Yaşanan Bir Olay: İfk Hadisesi

1.510

Kur’ân, geçmişi bugünle, bugünü de yarınla bir arada görüp bilen bir Zât’ın, Allah’ın (celle celâluhu) kelâmıdır. Bu yaklaşımla Kur’ân’a bakanlar onda, geçmişte yaşanmış, bugün yaşanan ve gelecekte de yaşanacak olan pek çok hâdiseyi ya doğrudan veya arka plânı ve ilgililerin karakterleriyle apaçık bir şekilde göreceklerdir.

İlm-i İlâhî’nin kelâmla ifadesi olan Kur’ân, münferid/tekil hâdiselerden bahsederek bunlardan genel ve evrensel prensipler çıkardığı gibi, şahıslardan ziyade şahısların her dönemde geçerli olan “vasıf” ve “karakter”lerine dikkatleri çeker. Şahıslardan bahsederken de onları örnek alınması/sakınılması gereken “prototip”ler olarak ele alır.

Kur’ân ve hadîslerde kâfir ve münafıkların vasıflarından uzun uzun bahsedilmesi, sırf Sahabe asrındaki kâfir ve münafıkların tanınması için değildir. Dinî metinlerde kâfir ve münafık “tipoloji”si ortaya konur ki, her dönemde olabilecek nifak ve küfür karakteri taşıyan kimselere karşı Müslümanlar uyanık olsun ve kendileri de küfür ve nifak vasıfları taşımasınlar.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve yakın çevresini bir ay boyunca derin ızdırap içinde bırakan bir hâdise (İfk hadisesi), daha sonra yaşanabilecek benzer durumlarda Müslümanların nasıl tavır almaları gerektiğini göstermek için âyetlere konu olmuştur.

Nur Sûresi 11-22 âyetleri mü’minleri uyaran bir bahis açıyor ve mü’minleri konumlarını iyi belirleyip bu konuma göre bir duruş sergilemeye davet ediyor.

Tafsilatı ilgili tefsirlere bırakarak şimdi bu âyetleri görelim.

إِنَّ الَّذِينَ جَاءُوا بِالإِفْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْ لاَ تَحْسَبُوهُ شَرًّا لَكُمْ بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْ لِكُلِّ امْرِئٍ مِنْهُمْ مَا اكْتَسَبَ مِنَ الإِثْمِ وَالَّذِي تَوَلّٰى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظِيمٌ

O İftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir gruptur. Siz o iftirayı kendi hakkınızda fena bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayırlıdır. O iftiracılara gelince, onlardan her birinin, kazandığı günah nispetinde cezası vardır. Cezanın en büyüğü ise bu yaygaranın elebaşılığını yapan şahsa verilecektir. (Nur, 11)

İfk Nedir?

“İfk”; aslından, esasından çevrilmiş, hakikati tahrif edilmiş söz, yani yalan, iftira ve bühtan demektir.

Âyette bu “ifk”i ortaya atanlar bir “usbe”, yani ondan kırka kadar bir grup, sayılı bir güruhtur. Dedikodu bütün Medine’de yankılansa bile bunu uyduran ve yayanların az sayıda bir grup olduğu anlaşılıyor. Usbe kelimesinin “taassub”la aynı kökten gelmesi de, bunların kendi aralarında organize, birbirine sımsıkı bağlı, birbirlerinin boşluklarını dolduran dar bir kadro olduğunu tedâî ettiriyor.

Nur Sûresi’nin 11-20. âyetlerinin nüzulüne sebep olan, İslâm tarihinde İfk hâdisesi olarak bilinen bu olayı, birinci ağızdan dinleyelim:1
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hicret’in 5. yılı Şaban ayında Mustalıkoğulları’nın Medine’ye saldırma plânı yaptıklarını haber almış; problem büyümeden, yerinde çözmek için Benî Mustalık üzerine bir sefer düzenlemişti. Yolun çok uzak olmaması ve Müslümanların gittikleri her seferden zaferle dönmeleri sebebiyle bu sefere her zamankinden daha çok münafık katılmıştı.

Sefer sırasında Ensar ve Muhacirler arasında çıkan sudan bir anlaşmazlığı bu münafıklar iyice köpürtmüşlerdi. Hattâ kendilerine tenhada biraz cesaret gelince Abdullah ibn-i Übey, Ensar’ın minnet duygularını harekete geçirip Muhacirleri tahkir etme adına, “Besle kargayı, oysun gözünü!” diyebilmişti. Hâdiseler biraz daha büyüyünce Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) dinlenme süresini genel uygulamalarından kısa tutmuş ve insanları hemen yola sevk etmiştir ki, insanlar konuşarak bu basit hâdiseyi büyütmesin ve büyük bir fitneye sebep olmasınlar.

Bu sefer esnasında İbn-i Übey her fırsatı kendi adına değerlendirmiş, yapabileceği bütün fitne unsurlarını harekete geçirmişti. Hattâ samimi Müslüman olan oğlu, Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelerek, “Babama ceza verecekseniz, bunu ben infaz edeyim. Onun katilini halkın içinde dolaşırken görürsem, yanlış bir şey yapmaktan korkarım.” demişti. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de kıyamete kadar geçerli olacak hükmünü vermişti:

– Aramızda yaşadığı sürece zahirine bakıp yumuşak muamele ederiz.

Hazreti Ömer‘in dayanamayıp “Boynunu vuralım bu münafığın.” demesi üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yerinde bir strateji ile “İnsanlara, Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi adamlarını öldürtüyor.” dedirtmeyelim buyurmuştu. Bu yaklaşımın daha sonra pek çok müspet neticesi oldu. İslâm’ın bu konudaki temel yaklaşımı ortaya konmuş oldu:

“Münafıklar zahirlerine göre değerlendirilir, Müslüman muamelesi yapılır. Tabii temkin ve tedbir elden bırakılmadan…”

Mü’minlerin annesi Hazreti Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) herhangi bir sefere çıkacağı zaman eşleri arasında kura çeker, onlardan birini de beraberinde götürürdü. Benî Mustalık seferinden önce çektiği kurada ben çıkmıştım.

Bu seferden maksat hâsıl olmuş ve münafıkların sefer esnasındaki pek çok oyunu bertaraf edilmiş geri dönülüyordu. Ancak münafıkların son bir oyunları çok ağır olmuştu. Plân, edep ve namus timsali Hazreti Aişe’ye (radıyallahu anhâ) namussuzluk iftirası atarak onun üzerinden İslam Peygamberi’ni karalamaktı.

Sefer dönüşü Medine’ye yaklaşınca bir yerde konaklamıştık. O sırada ihtiyaç sebebiyle biraz uzaklaşmıştım. Konaklama yerine dönerken ablam Esma’dan (radıyallahu anhâ) emanet aldığım gerdanlığın boynumda olmadığını fark ettim ve aramak için geri döndüm. Konaklama yerine gelince kafilenin ayrıldığını ve kimsenin kalmadığını gördüm.

Ben o zaman gerçekten zayıftım ve özellikle kadınların daha rahat yolculuk yapmaları için devenin üzerine bağlanan “hevdec” denilen bir alet içinde yolculuk yapıyordum. Çok zayıf olduğumdan hevdeci devenin sırtına yerleştirirken içinde benim olmadığımı fark etmemişler. Ben de “Nasıl olsa aramak için geri dönerler.” diye oracıkta beklemeye karar verdim. Uyuyakalmışım.

Bu tür seferlerde, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Safvan İbn-i Muattal’ı (radıyallahu anh) konaklama yerlerinde ve güzergâh üzerinde kalan şeyleri kontrol etmek için kafilenin gerisinde “artçı” bırakırdı. Hazreti Safvan gelip beni bu hâlde görünce “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciun” demiş ve ben de bu ses üzerine uyanmıştım. O gün Hazreti Safvan’ın bunun dışında tek bir kelimesini dahi işitmedim. Yaklaşıp binmem için devesini çöktürdü, ben de bindim ve yola devam ettik. Öğleyin konakladıkları bir yerde kâfileye yetiştik. Bu gecikme başlangıçta bir problem gibi görülüp konuşulmamışken daha sonra İbn-i Selûl’ün de köpürtmesiyle büyüyüp fitne hâlini almıştı. Kendini Medine’nin liderliğine hazırlayan İbn-i Selûl bu emeline ulaşamayacağını anlayınca Müslüman olduğunu ilân etmiş ve her fırsatta Müslümanları zor durumda bırakmak ve her olayı kendi emelleri için kullanmaktan çekinmemişti. Evs ve Hazreç arasındaki küçük ihtilafları büyütmekten, eski yaraları kaşımaktan geri durmamıştı. O, bu tavır ve hareketlerinde yalnız değildi. Kendisiyle beraber hareket eden 300 civarında münafık da vardı.

Hazreti Aişe (radıyallahu anhâ) anlatmaya şöyle devam eder:

Medine’ye geldik. Yolculuğun verdiği yorgunluk da eklenince hasta olmuştum. Fakat eskiden hasta olduğum zamanlarda gösterdiği ilgiyi Resul-i Ekrem’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) şimdi göremiyordum; hiçbir şeyden haberim yoktu ama bir şeyler hissediyordum. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanıma gelince beni muhatap almadan “Hastanız nasıl?” diye soruyordu.

Her neyse, bir gün Mıstah ibn-i Üsâse’nin annesi ile dışarı çıkmıştık. Dönüşte, ayağı takıldı ve tökezledi. Ağzından kendi oğlu için, “Kahrolası Mıstah!” ifadeleri döküldü.

Mıstah Bedir’e katılan şanlı sahabîlerdendi. “Bedir’de bulunmuş birisi hakkında böyle bir ifadeyi nasıl kullanırsın?” diye ikaz edince,

– Haberin yok mu dedi ve sonra da bana süreci anlattı. Bunun üzerine ağlayarak eve döndüm ve hastalığım daha da arttı. Resûl-i Ekrem eve gelince,

– Müsaade et, babaevine gideyim, dedim. Müsaade alıp gider gitmez de anneme sordum:

– Anneciğim, bu insanlar neler söylüyorlar? Annem,

– Kızcağızım! Kendini üzme, vallahi bir erkeğin yanında sevgili parlak bir kadın olsun ve ortakları bulunsun da aleyhinde çok lâf etmesinler, pek nadirdir, dedi.

Ben ağlamaya devam ederken babam geldi ve,

– Bu niçin ağlıyor? diye sordu. Annem,

– Hakkındaki söylentilerden şimdiye kadar haberi olmamış, dedi. Babam da ağlamaya başladı.

Bir müddet sonra Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) geldi. Selâm verip yanıma oturdu. Bir aydır bu kadar yakınıma oturmamıştı. Oturduktan sonra beni çok sarsan şu cümleleri söyledi:

– Yâ Âişe! Çok kritik bir süreçten geçiyoruz, durum mühim. Seninle alakalı birtakım sözler bana kadar ulaştı. Sen böyle bir şeyden uzak isen; zaten Allah (celle celâluhu) seni temize çıkarır. Eğer insanlık icabı bir günaha düştüysen; Allah’a tövbe istiğfar et. Zîrâ, kul tövbe edince Allah tövbeleri kabul eder.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözlerini bitirince benim gözyaşlarım boşandı. Babam ve annemden cevap vermelerini istedim; ama neticede söz bana kalmıştı. Gerçi konuşabilecek durumda da değildim; ama şunları söylemeden de edemedim:

– Vallahi görüyorum ki, siz benim hakkımda bir dedikodu duymuşsunuz ve bu içinizde yer etmiş. Şimdi ben size “Ben böyle bir şey yapmadım, bundan berîyim” desem bana inanmayacaksınız. Bununla beraber Allah gerçeği bildiği hâlde bir böyle bir şey olabileceğine dair “itiraf”ta bulunsam hemen inanıp tasdik edeceksiniz. Durumumu anlatacak bir misal bulamıyorum, ancak Hazreti Yusuf’un babasının dediği gibi -hüzünden Hz.Yakub’un adını hatırlayamamıştım- diyebilirim:

“Bundan sonra bana düşen, ümitvar olarak güzelce sabretmektir. Ne diyeyim, sizin bu anlattıklarınız karşısında, Allah’tan başka yardım edebilecek hiç kimse de olamaz!” (Yusuf Sûresi, 18) Bunları söyledikten sonra -zaten takatim de kalmamıştı- gidip yatağıma uzandım.

Gerçi kendimi bildiğim için Allah’ın beni temize çıkaracağını bekliyordum; rüya veya başka bir şekilde Allah, Resûlü’ne bildirir ümidindeydim. Fakat kıyamete kadar bâkî bir Kur’ân âyeti olacağı hiç aklıma gelmemişti.

Bu konuşmalar üzerine henüz Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yerinden kalkmamıştı ki, vahiy gelmeye başladı. Zîrâ vahyin tesiri onun üzerinde net olarak görülür, vahyin ağırlığından kış günü bile alnından tane tane ter dökülürdü.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk sözü şu oldu,

– Müjde ya Âişe! Allah seni, hakkında yapılan dedikodulardan tebrie etti, temize çıkardı. Annem kalkıp Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) teşekkür etmemi söyledi. Bunun üzerine “Ben sadece Allah’a hamdederim; başka kimseye minnetim yok!” dedim.

Allahu Teâlâ, Nur Sûresi’nin 11. âyetinden itibaren benim beraetimi bildiren 10 âyet indirmişti.

İfk Nasıl Hayır Olabilir?

Yukarıda zikrettiğimiz âyette “İfk”in şer sayılmaması isteniyor. Normalde “ifk” şerdir; ama iftiraya maruz kalanlar için değil, o iftirayı ortaya atan ve yayanlar için şerdir. Zîrâ âyette “Bunu sizin için şer sanmayın.” buyruluyor. Şer olmaması bir yana bilakis bu ifkin hayır olduğu ifade ediliyor. İfk hâdisesinin Müslümanlar için hayır olması şu sebeplerle olabilir:

a) Mü’minler, bu üzüntü ve sıkıntıya sabretmişler; bu sayede mükâfat elde etmişlerdir. Mükâfatını Allah’tan bekleyerek sabretmek, zulme uğrayan kimselerin her zaman için tutacakları yoldur.

b) Hazreti Âişe’nin (radıyallahu anhâ) böylesi bir şeyden berî olduğuna dair, on âyetin inmiş olması onun şeref ve faziletini ortaya koymuş ve onun için hayır olmuştur.

c) Bu ağır cürüm vesilesiyle kıyamete kadar geçerli evrensel belli prensipler net bir şekilde gösterilmiştir:

1. Beraet-i zimmet asıldır. Suç sabit oluncaya kadar herkes masumdur.

2. İddia eden ispatla yükümlüdür.

3. Bilinmeyen konuda taraflar dinlenmeden karar verilmez.

4. Fasıkların getirdiği haberlere göre hüküm verilmez.

İfkin Sorumluluğu

Sessiz kalan, onaylayan, dinleyen, gülen, yayan ve ilk defa uyduran.. vb. gibi bu olaya karışan herkesin seviyesine göre sorumluluğu vardır. Ancak işin asıl ve ağırlıklı sorumluluğu ilk defa ortaya atanadır. Burada da en büyük sorumlu bu iftirayı ilk ortaya atan ve hedefi Müslümanlar arasında fitne yaymak olan İbn-i Selûl’dür. O, işini o kadar ustalıkla yapmış ve iz bırakmamıştır ki, her şey apaçık ortada olmasına rağmen delil(!) yetersizliğinden ona had cezası uygulanmamıştır. Belki de “büyük suçların cezasının büyük mahkemeye bırakılması” hikmetine binaen cezası Cehennem’in en alt katı olarak tecelli edecektir.

İbn-i Selûl kendisi cezadan kurtulmuş; ama önemli sahabilerden Hassan ibn-i Sabit, Mıstah ibn-i Üsâse ve Hamne binti Cahş gibi bazıları bu haberi yaydıklarından dolayı cezaya maruz kalmışlardır.

Allah Teâlâ bu tür hâdiselerle karşılaşınca nasıl tavır alınması gerektiğini şöyle açıklıyor: “Siz ey müminler, bu dedikoduyu daha işitir işitmez, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar olarak birbiriniz hakkında iyi zan besleyip: ‘Hâşa, bu besbelli bir iftiradan başka bir şey değildir!’ demeniz gerekmez miydi?” (Nur, 12)

Bu âyette Cenab-ı Hakk, mü’minlere neticesi itibarıyla ağır ve büyük sorumluluk gerektiren bir haber işittikleri zaman ne yapıp, ne diyeceklerini göstermiştir. Bu hüküm, bütün zamanlarda geçerlidir. Müslüman hüsnüzan eder, sarih bir delil yoksa kimseyi suçlamaz, suçlayanı dinlemez ve hele iftira olabilecek bir sözü asla yaymaz/yaymamalıdır.

Sahabe-i kiramın çoğunluğu “Sübhânallah! Bu, büyük bir iftiradır.” demişlerdi. Müşahhas bir örnek olarak da Ebu Eyyüb el-Ensari (radıyallahu anh) ile eşi arasında geçen değerlendirmeyi görebiliriz:

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) mihmandarı, eşine, “Allah için söyle bana, böyle bir şeyi sen yapar mısın?” diye sordu.

“Asla!” cevabını alınca da ekledi:

Unutma ki Âişe, senden daha hayırlıdır!

İşte bu, mü’mince bir duruştu ve daha sonra gelecek ifadelerde, benzeri iftira kampanyaları karşısında inananların, her zaman aynı tepkiyi vermeleri gerektiği ifade edilecekti.

Bu âyet “Beraet-i zimmet asıldır.” kaidesinin dayanaklarındandır.

Müslüman zahirde gördüğü bildiği şeylerin aksine delilsiz iddialara hiç duraksamadan “Bu apaçık bir iftiradır.” demelidir.

O iftiracılar dört şahit getirselerdi ya! Şahitlerini getiremediklerine göre, onlar Allah katında yalancıların ta kendileri olarak tescil edileceklerdir. (Nur, 13)

Şahitsiz, delilsiz sözleri/iddiaları ortaya atanlar müfteridir. Bir defa iftira atan kimselere daha sonra ihtiyat kaydıyla yaklaşılmalı ve söyledikleri hep soru işaretiyle dinlenmelidir.

Böyle bir iftiradan dolayı “Hem dünyada, hem de Âhiret’te Allah’ın lütuf ve merhameti sizinle olmasaydı, daldığınız bu yaygaradan dolayı mutlaka başınıza müthiş bir ceza gelirdi.” (Nur, 14)

Başınıza ceza gelirdi. “Zîrâ siz, o sırada siz o iftirayı dilden dile birbirinize aktarıyor, işin aslına dair hiç bilginiz olmayan sözleri ağızlarınızda geveleyip duruyordunuz ve bunu basit, önemsiz bir şey sanıyordunuz. Hâlbuki o, Allah’ın nazarında pek büyük bir vebaldi!” (Nur, 15)

Allah, bu hâdiseyi sanki sıradan bir şeymiş gibi nakletmeye dikkatleri çekiyor. Bu size basit gelebilir; ama bir mü’minin iffetine dokunmak Allah nezdinde çok büyük bir suçtur.

İfk Hâdisesinden Kıyamete Kadar Geçerli Ders

{يَعِظُكُمَ اللهُ أَنْ تَعُودُوا لِمِثْلِهِ أَبَدًا إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ}

“Eğer inanıyorsanız, Allah böylesi bir şeyi tekrarlamaktan sizi kesinlikle sakındırıp yasaklıyor!” (Nur, 17)

Böylece tarihin herhangi bir döneminde benzer bir suçlamaya maruz kalan mü’minler de koruma altına alınıyor.

İfk Hâdisesi Karşısında Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) Çare Arayışları

İfk hâdisesiyle ilgili âyetler gelmeden önce Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra bizzat kendi hanesinin masumiyetine dokunan ve elde hiçbir delil olmadan ileri sürülen yalan ve iftiralara karşı Hazreti Ali, Üsame İbn-i Zeyd, Hazreti Ömer, Zeynep İbn-i Cahş ve Berîre gibi pek çok sahabi ile istişare etmişti. Herkes istişarede konunun ve konumunun hakkını vermişti. Hazreti Ali, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), içinde bulunduğu sıkıntıdan sıyrılması istikametinde görüşünü beyan etmiş ve hizmetçi Hazreti Berîre’yi işaret etmişti. O da, şahitliğin hakkını vermişti:

– Ben onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum; onda, kendisini ayıplayabileceğim zerre kadar bir olumsuzluk görmedim.

Hazreti Berire’nin şehadeti aslında yeterliydi; ama meseleyi çözme adına başka şahitliklere de başvurdu Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve kız kardeşi Hamne de tesirinde kaldığı olayı Hazreti Zeyneb İbn-i Cahş‘a sordu. Onun cevabı ise şöyle olmuştu:

“Ben, görmediğim bir hususta gözümü ve duymadığım bir kelâm karşısında da kulağımı muhafaza etmek isterim. Şu kadar ki, onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum!”

Hicret’in 5. yılında cereyan eden, Hazreti Aişe (radıyallahu anhâ) üzerinden Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) konumunu sarsmaya matuf olarak gelişen ve azınlık bir grup tarafından bilinçli bir şekilde yayılan ifk hâdisesi, İslâm tarihinde daha sonra yaşanacak benzer temelsiz iddialara karşı tavır belirlemek için hakkında âyet indirilen ve pek çok hükmün uygulamalı misâli olan bir hâdisedir. Günümüzde de mü’minler duydukları temelsiz ithamlar karşısında, hüsnüzannı esas tutup “Delil yoksa, bu bir iftiradır.” diyerek Kur’ânî bir tavır sergilemelidirler.

Yazar: Osman Karyağdı [Yeni Ümit Dergisi, Sayı: 109 Temmuz-Ağustos-Eylül – 2015]


Dipnot:
1. İfk hadisesinin farklı kaynaklardan derlenmiş tafsilatlı anlatımı için bkz.: Mü’minlerin En Mümtaz Annesi Hazreti Âişe, Reşit Haylamaz, s.171 vd..

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.