Asr-ı Saadet’te Medine Toplumu
Resûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekkeli müşriklerin inatla inkârcılıklarını sürdürdükleri bir ortamda, 13 yıllık tebliğ otağını Medine’ye taşımak durumunda kalmıştı. Medine toplumu, Hicret’in ilk yıllarında Müslümanlarla birlikte Yahudiler, müşrikler ve -az da olsa- Hristiyanların birlikte yaşadıkları karmaşık bir yapıyı andırıyordu.
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), şehrin emniyeti için farklı etnik ve dinî gruplardan oluşan bu içtimaî yapının öncelikle idarî açıdan belli bir düzene kavuşturulması gerektiğini düşünüyordu. Bu maksatla Hicret’ten hemen sonra önce Muhacirlerle Ensar arasında bir kardeşlik anlaşması yaptı1; ardından da Müslümanlarla Yahudiler arasındaki münasebetleri tanzim eden bir anlaşma akdedip yürürlüğe koydu.2
Resûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) bu anlaşma çerçevesinde Hristiyan ve Yahudilere tanıdığı haklarla, Medineliler arasında öylesine bir bütünleşme yolu tesis etti ki, bu sayede onları kendine çekti ve böylece Bizanslılardan, Sasanilerden ve Kureyş’ten koparmış oldu. Böylece uzun zaman Yahudiler, Müslümanların sıyaneti, vesâyeti altında, huzur ve itminan içinde yaşadılar. Medine döneminin büyük gailesi, meşhur münafık Abdullah b. Übey İbn Selûl, Kureyş karşısında bu endişelerini şöyle dile getirmiştir:
“Bizim için O’nun Medine’ye gelmesi, dinini neşretmesi bir tehlike değildir. Esas tehlike, Hristiyan ve Yahudileri putperestlik karşısında yanına almasıdır. Ve asıl sizi tehdit edecek olan husus da budur.”3
Tamamı 47 maddeden oluşan bu anlaşma metninin 24–47. maddeleri Yahudilerle Müslümanlar arasındaki ilişkileri düzenlemektedir. Özellikle anlaşmanın 25. maddesinde geçen şu ifadeler oldukça dikkat çekicidir: “(Medine) Yahudileri müminlerle birlikte bir ümmet (bir topluluk)tur. Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri de kendilerinedir. Bu hüküm, hem kendileri hem de anlaşmalı oldukları kimseler için geçerlidir.” Bu madde ile Yahudilere dinî ve hukukî muhtariyet verilmekte ve dinlerini istedikleri gibi yaşayabilmelerine imkân sağlanmaktadır.4
İslâm’ı Tebliğ Gayreti
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), bir taraftan şehirde emniyet ve huzurun sağlanması için bu adımları atarken diğer taraftan da dini tebliğ görevini yerine getirmeye çalışıyordu. Medine’ye hicretinin daha ilk günlerinden itibaren O (sallallahu aleyhi ve sellem), Yahudilerden kendisini ‘Müjdelenen Elçi’ olarak kabul etmelerini umuyordu. Lakin Yahudiler O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mesajına müspet karşılık vermediler. Ancak Yahudi din adamlarından Abdullah b. Selam (ra) adında biri vardı ki, hicretin daha ilk günlerinde Allah Resulü’nün Medine’ye geldiğini duyar duymaz yanına gelmiş ve önce O’na bazı sorular sorarak peygamber olup olmadığından emin olmak istemişti.5
Sorularını sormuş ve beklediği cevapları aldıktan sonra da tereddütsüz iman etmişti. Abdullah b. Selam (ra), Yahudilerin karakterlerini çok iyi bildiği için onların tavırlarına karşı önceden Peygamberimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) şu sözleriyle bilgilendirmek istemişti:
“Ey Allah’ın Elçisi! Yahudiler, insanı hayrette bırakacak kadar kolay yalan söyleyen, hiç beklenmedik ânda asılsız iftiralar atan bir topluluktur. Bilesin ki, sana karşı da bunu yapmaktan çekinmeyeceklerdir. İstersen onları deneyebilirsin.”
Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onun söylediklerine uyarak toplu hâlde yanına gelen Yahudilere, Abdullah b. Selam’ın Müslüman olduğunu gizleyerek önce onu nasıl gördüklerine dâir bazı sorular sordu. Yahudiler de, onun, kendilerinin efendisi, efendilerinin oğlu, bilginleri ve çok iyi yetişmiş bir din âlimi olduğunu söylediler. Bu sırada Abdullah b. Selam ortaya çıkarak İslâm’ı kabul ettiğini ve Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ‘Beklenen Elçi’ olduğunu söyleyince, bu defa sözlerini tamamen değiştirerek “bu bizim en kötümüz, en kötümüzün oğlu” diye ona hakaretler yağdırmaya başladılar. Abdullah b. Selam: “Ey Allah’ın Elçisi! İşte sana söylemek istediğim şey buydu. Korktuğum şey başıma geldi.” diyerek hayıflandı.6
Yahudilerle Yaşanan Gerginlik
Resûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem), Yahudilerin kendi mukaddeslerine de aykırı olan bu tavırları karşısında ümitsizliğe kapılmamış, her fırsatta onları İslâm’a davet etmişti.
Bu arada Mekkeli müşrikler de boş durmuyor, Medine’de yaşayan münafıkların reisi Abdullah b. Ubeyy’i kullanarak şehirde kargaşa çıkarmaya çalışıyorlardı. Hattâ onları Peygamberimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı kışkırtıyorlar ve savaşmamaları durumunda Medine’ye saldıracakları tehdidinde bile bulunuyorlardı.7
Münasebetler gittikçe bozuluyor ve Yahudilerin taşkınlıkları sürekli artıyordu. Nitekim bir gün Müslüman bir kadın, alışveriş yapmak üzere Yahudi tüccarların hâkimiyetindeki Kaynuka çarşısında bir kuyumcu dükkânına girmişti. Burada Yahudi gençler, ona laf atıp alaylı bir şekilde örtüsünü açması için tacizde bulundular. Kadının direnmesi üzerine de, ona bir komplo kurarak örtüsünün açılmasına sebep oldular. Savunmasız hanımın yardım çığlıklarını duyan bir sahabî hemen duruma müdahale ederek kuyumcuyu öldürdü, kendisi de şehit edildi.8
Bu hâdise, bardağı taşıran son damla olmuştu. Yahudiler, bu davranışlarıyla anlaşmayı bozmuş oluyorlardı. Kaynukalıların kaleleri muhasara altına alındı, kuşatma on beş gün sürdü ve sonunda teslim oldular. Bu sırada Allah Resûlü Mescid’de toplanmış olan ashabına: “Haydi Yahudilere gidiyoruz!” diye seslendi. Kararın açıklanacağı yer olan Beytü’l-Midras’a vardılar.
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) onları önce: “Ey Yahudi topluluğu! İslâm’ı kabul edin ki, emniyet ve selamette kalasınız” diye İslâm’a davet etti. Daveti reddetmeleri üzerine onlara şöyle seslendi: “Şunu iyi bilin ki, yeryüzü Allah’a ve Resûlü’ne aittir. Ben artık sizi bu bölgeden çıkarmak istiyorum. Sizlerden kimin neyi varsa onu satsın. Şayet sözümü dinlemeyecek olursanız, şunu iyi bilin ki, yeryüzü Allah’a ve Resulü’ne aittir.”.9 Yahudiler, Müslümanlarla yaptıkları anlaşmaya ihanet edip kan akıtmışlar10 ve karşılığında da sürgünle cezalandırılmışlardı.
Yine de Müsamaha ve Saygı
Medine’de kurulan nizamı dikkate almayarak verdikleri sözlere vefasızlık eden ve her fırsatta fitne ve fesat peşinde koşan Yahudi kabileleri bir bir Medine’den sürgün edildiler. Böylelikle ahitlerine sadakatsizlik ederek şehrin içtimaî hayatını bozmaya çalışan unsurlar bütünüyle tesirsiz hâle getirildi. Ancak yine de Medine’de kalan ve herhangi bir siyasî faaliyete katılmayan, sadece ticaretiyle uğraşıp sükûnetle yaşayan Yahudiler de vardı ki, bunlar Müslümanlarla uyum içinde kalmaya devam ettiler. Onlara hiçbir şekilde baskı yapılmadığı gibi, aksine Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) her yıl elde edilen hediye ve ihsanlardan onları da faydalandırdı.
Nitekim Medine’de yaşamaya devam eden Benû Ureyd Yahudilerine Beytülmal’den önemli miktarda hububat verileceğine dair Resûlullah’ın bir fermanı bulunmaktadır.11 Keza Hicrî 11. yılda hâlâ Medine’de zengin Yahudi tüccarları birlikte yaşamaya devam ediyordu. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) hayata gözlerini yumduğunda zırhlı gömleği, Medine’de ticaretle uğraşan Ebu’ş-Şehm adındaki bir Yahudi’den aldığı borca karşılık rehin olarak muhafaza ediliyordu.12
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), her halükârda farklı inanç grupları arasında medenî münasebetlerin geliştirilmesine imkân sağlayacak örnek davranışlarda bulunmaya da özen gösteriyordu. Nitekim O (sallallahu aleyhi ve sellem), bir gün ashabıyla birlikte otururken yanından bir Yahudi cenazesi geçmişti de, ona hürmeten hemen ayağa kalkmıştı.
Sahabiler, Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) onun bir Yahudi cenazesi olduğunu hatırlatınca: “(Ne fark eder) bu da (vaktiyle can taşıyan) bir insan değil miydi?” diye cevap vermiştir.13 İşte O’nun bu tavrı, bir insana sırf insan olduğu için gösterilmesi gereken saygının en güzel ifadesi olsa gerektir.
Yaşanan bu gelişmeler gösteriyor ki, Yahudiler müşriklerle işbirliği yapıp savaş suçu işlemek, Medine şehrinin güvenliğini tehdit etmek ve sosyal barışı hiçe saymak yerine, Müslümanlarla yaptıkları anlaşmalarına sadakat gösterip medenice ve içtimaî hayatın gereklerine uygun bir tavır sergilemiş olsalardı, zikredilen bu acı hâdiseler yaşanmayabilirdi. Ancak onlar vaktiyle önceki peygamberlere karşı nasıl menfî bir tavır sergilemişlerse, aynı tavrı Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı da takınmışlardı.14
Esasen Allah Resûlü, Kendisinin Medine’ye hicretinden büyük rahatsızlık duyan Yahudilere karşı gayet iyi davranmış ve müsamahalı tutumuyla belli bir anlaşma zemininde birlikte yaşama arzusunda olduğunu göstermişti. Onları dinî alanda ortak bir ‘kelime’ye çağırmış15, başlangıçta İlâhî emir gelmeyen konularda onlara muvafakat etmiş, namazlarında bir müddet Beytü’l-Makdis’e doğru yönelmiş16, oruç tuttuklarını görünce sebebini sormuş ve Allah’ın Musa (sallallahu aleyhi ve sellem) ile İsrailoğullarını Firavun’un zulmünden kurtardığı günün anısına oruç tuttuklarını öğrenince bu orucun tutulmasını emretmiş17, Ehl-i Kitap sayıldıkları için Allah’ın onların kestiklerinden yemeyi ve iffetli kadınlarıyla da evlenmeyi mubah kıldığını belirtmiş18 ve yeri geldikçe İsrailoğullarına ait kıssaları anlatmış ve anlatılmasında da bir mahsur görmemişti.19 Ancak Allah Resûlü bu son derece iyi niyetli ve müsamahalı tavırlarına rağmen, maalesef Yahudilerden medenî bir karşılık görememişti. Medine şehir devletinde huzur ve sükûnet ancak onların sürgün edilmesiyle sağlanabilmişti.
Hristiyanlarla Buluşma: Saygının Sınırları
Doğrusu Medine Hicret Yurdu’nda Yahudilerle yaşanan bu ilk tecrübede İslâm daveti açısından beklenildiği şekilde bir netice elde edilemedi. Ancak özellikle Hudeybiye Barış Anlaşması sonrasında Arap Yarımadası’nda yaşayan kabileler akın akın Medine’ye gelmeye başladılar. Bunlardan kimileri İslâm’ın barış havzasına iştirak etmek, kimileri İslâm’ı Allah Resulü’nün rehberliğinde öğrenmek, kimileri de Medine’nin güven veren ortamını yerinde tetkik etmek maksadıyla Medine yollarına koyuldular. Bu sebeple olmalıdır ki, H. 9. yıl (M.630) ‘senetü’l-vufûd (heyetler yılı)’ diye anıldı. Peygamber Şehri, farklı inanç ve kültürlere mensup insanlara ev sahipliği yapmaktaydı. Necran Hristiyanlarından Belharis kabilesi mensupları da bunlardan biriydi.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) mescitte ashabıyla birlikte ikindi namazını henüz kılmıştı ki, on dört kişiden oluşan Necran heyeti, huzura çıktılar. Âyin yapmak istediklerini belirtip, bunun için izin istediler. Bazı sahabiler her ne kadar onların bu isteğine itiraz etseler de, Allah Resulü Mescid’in bir kenarında onların ibadet etmelerine izin verdi. Necranlılar, Doğu’ya doğru yönelerek ibadet ediyorlardı. Resulü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) o gün onlarla görüşmek istemedi; ertesi gün, Necranlıların reisi Ebû Hârise ile Abdulmesih’i İslâm’a davet etti. Onlar, bu daveti kabul etmeyerek, çeşitli sorular sorarak tartışmayı başlattılar.20
Tartışmalar uzadıkça uzadı; bu esnada Hz. Meryem’in durumu, İsa’nın (as) şahsiyeti ve Hristiyan akidesine dair pek çok mesele tartışmaya konu oldu. Âl-i İmran Sûresi’nin ilk seksen âyeti bu görüşme sırasında nazil oldu. Necranlılar bir türlü ikna olmuyorlardı. Bunun üzerine Allah Resulü onları ilgili âyet gereğince mübâhaleye davet etti.21 Mübâhale, dinî bir meselenin karşılıklı konuşmak suretiyle halledilememesi durumunda, meseleyi çözüme kavuşturmak için her iki tarafın da haksız olmaları hâlinde Allah’ın lanetine uğramak için dua ve niyazda bulunmalarıydı. Bu husus âyette mealen şöyle ifade edilmiştir:
“Artık sana gelen bunca ilimden sonra, onun hakkında seninle ‘çekişip-tartışmalara girişirlerse’ de ki: ‘Gelin, çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra karşılıklı mübâhale edelim de Allah’ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım.”22
Necran heyeti, kendi aralarında özel bir görüşme yaptıktan sonra mübahaleden vazgeçtiler ve anlaşma yapıp cizye vermeye razı oldular. Ayrıca kendileriyle birlikte güvenilir birinin de gönderilmesini istediler. Allah Resulü aralarında çıkan tartışmalarda hakemlik yapmak üzere Ebû Ubeyde b.Cerrah’ı (ra) onlarla birlikte gönderdi.23 Necranlılar bu görüşmeler sonrasında Resulü Ekrem’le (sallallahu aleyhi ve sellem) bir barış anlaşması yaparak Medine’den ayrıldılar.
Bu anlaşmaya göre, ‘Necranlılar belirlenen miktardaki vergiyi (cizyeyi) ödeme karşılığında ne zulmedecek, ne de zulme de maruz kalacaklardır. Canları, malları, dinî yaşantıları ve gelenekleri Allah ve Elçisinin himayesi (zimmeti) altında olacak; mülkleri, aileleri ve mabetleri her şeyden korunacak; hiç kimse dinî konumundan, rahip de rahipliğinden alıkonulmayacaktır. Öşür vermeyecekler, askere alınmayacaklar ve topraklarına ordu ayak basmayacaktır. Bu şartlara riayet ettikleri müddetçe güven içerisinde yaşayacaklardır.”24
Bu anlaşma metni de gösteriyor ki, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), Necran Hristiyanlarının şahsında gayrimüslimlere mükemmel bir din ve vicdan hürriyeti tanımış ve onların mukaddeslerine gösterilmesi gereken saygıyı bu yazılı belgeyle teminat altına almıştı.
Gayrimüslimler, anlaşmalarına sadakat gösterip yükümlülüklerini yerine getirdikleri sürece barış anlaşması yürürlükte kalmış, sulh ve sükûnet içerisinde yaşamaya devam etmişlerdi. Ancak ne zaman ki, verdikleri sözlere uymamış ve ahitlerine riayetsizlik etmişler, işte o zaman çeşitli şekillerde cezalandırılmaları mukadder olmuştur.
Nitekim Necran Hristiyanlarından bazıları ahitlerine sadakatsizlikten dolayı Hz. Ömer döneminde Irak’a sürgün edilmişlerdi.25 Ahitlerine sadakat gösterenler ise, belli haklara sahip olarak Müslümanlarla birlikte yaşamaya devam etmişlerdir. Resulü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde Necran kumaşıyla kefenlenmiş olması da münasebetlerin devam ettiğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.26
Gayrimüslimlerin Hepsi Bir Değil
Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) tebliğinin ilk yıllarında, Mekke müşriklerinin amansız muhalefeti karşısında, sosyal hayatın birçok alanında ehl-i kitaptan yana tavır koymuştu. Ehl-i kitabın vahiy dili ve risalet geleneğine sahip olması27, onlarla daha kolay münasebet kurabileceğini gösteriyordu. Ancak Medine’de ehl-i kitapla yaşanan olumsuz gelişmeler, bu beklentinin karşılıksız kalmasına yol açmıştı. Zîrâ yaşananlar açıkça göstermişti ki, ne Yahudiler ne de Hristiyanlar, kendi dinlerine tâbi olmadıkça razı olmaya yanaşmıyorlardı.28
Bununla birlikte yine de ehl-i kitabın “Hepsi bir değildi, içlerinde Allah’ın âyetlerine kulak veren, istikamet sahibi iyilik timsali kimseler de vardı.”29 Bu açıdan Yahudilere nazaran Hristiyanların durumu daha müspet addediliyordu: “İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak Yahudiler ile şirk koşanları bulacaksın. Onlar arasında iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da ‘Biz Hristiyanlarız’ diyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar.”30
Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), İslâm’a davette teşvik edici olması bakımından, ehl-i kitap içerisindeki bu faziletli kimselerin, hem kendi peygamberlerine ve hem de son peygamber olarak Kendisine gönderilen İlahî mesajları kabul etmeleri durumunda iki kat mükâfat elde edeceklerini de beyan etmiştir.31
Hristiyan toplumunun, peygamberlerine ve rahiplerine karşı gösterdikleri aşırı tazim (yüceltme) hisleri, zamanla onların ilâhlık mertebesine çıkarılmalarına yol açmıştı.32 Hristiyanlıktan İslâm’a ihtida etmiş olan Adiyy b. Hâtim, önce Hristiyanlıkta böyle bir şey olmadığını söyleyerek itiraz etmiş; fakat Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) şu sözleriyle şüpheleri izale olmuştu: “Evet onlar (görünürde) rahiplerine ve hahamlarına tapınmıyorlardı; fakat (onları Allah’ın yerine koyarak) helâl kıldıklarını helâl, haram kıldıklarını da haram sayıyorlardı (ki, bu da Allah’ı bırakıp başkalarını ilâh tanımaktan farksızdı).”33
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yeni bir toplum vücuda getirirken, Yahudi ve Hristiyanlara benzememeye, inançtan ibadete, ibadetten muamelata, muamelattan âdâba kadar hayatın her alanında özgün bir toplum oluşturmaya itina göstermişti.
İslâm toplumunun kendi öz değerlerini kazanması gerektiğine işaretle “Kim bir kavme benzerse, o da onlardan sayılır.”34 buyurarak bu konuda ümmetini uyarmıştır. Ancak bununla birlikte ümmetinin zamanla kendi kimliklerinden uzaklaşarak Yahudi ve Hristiyan milletlerinin yoluna uyacağına da dikkat çekmiştir.35
Resûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) özellikle Yahudi ve Hristiyan adetlerine muhalefet etme çerçevesinde, namaza çağrı için boru ve çan sesi kullanmak yerine ezanı meşru kılmış36; mescitlerin kiliseler gibi süslenmesine izin vermemiş37; sabah namazının vaktini tayin konusunda Hristiyanlara muhalefeti öngörmüş38 ve onların aksine saçların boyanması39, selamlaşma40 ve yeme-içme adetleri41 gibi içtimaî hayatın pek çok alanında başkalarına benzememek gerektiğini açıkça ifade etmiştir.
Netice: Birlikte Yaşamanın Esasları
Resulü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem), yaklaşık çeyrek asırlık risalet hayatı boyunca farklı inanç, kültür ve sosyal sınıflara mensup insanlarla birlikte yaşamış; onların kültürleri, gelenekleri ve inançlarını tanıma fırsatı bulmuş; bu buluşma sonrasında da bazen onların tavırlarını tasvip etmiş, bazen tenkit etmiş, bazen onlarla mücadele etmiş ve bazen de istemediği hâlde savaşmak zorunda kalmıştır.
Bu tavırlar, gelişen hâdiselerin ve yaşanan gelişmelerin akabinde ortaya çıkmıştır. Şüphesiz Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bu vetirede izlemiş olduğu yol, Kur’ân’ın beşerî ve içtimaî münasebetlerde öngördüğü hakkı, adaleti, insanlık haysiyetini, ahlâkîliği ve faziletliliği esas alan yüce ve evrensel bir yoldur.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), farklı inanç gruplarıyla girdiği münasebetlerde her fırsatta muhataplarını İslâm’a davet etmiş, çeşitli vasıtalarla bu kaideyi hayata geçirmiştir. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) bu görevi yerine getirirken muhataplarını asla zorlamamış, onlara “nasihat edip hikmet ve güzel öğütle davet etmek” suretiyle en güzel ve en insanî yola başvurmaya özen göstermiştir.
Keza Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), insanın doğuştan kazanmış olduğu “haklara saygı” ilkesine de riayet etmiş ve herhangi bir ayrım gözetmeksizin onların korunmasına titizlik göstermiştir. “Din ve vicdan hürriyeti hakkı” da O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) rehberliği sayesinde temel bir hak olarak saygınlık kazanmıştır. Bu sayede gayrimüslimlere, İslâm topraklarında inanç ve ibadetlerinin gereğini yerine getirebilecekleri tam bir serbestiyet ortamı sağlanmıştır.
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), mücadelenin kaçınılmaz olduğu ânlarda da, “en güzel şekilde mücadele etmiş” ve “mücadelede ahlakîlik ve faziletlilik” ilkesine riayeti esas kabul etmiştir. Toplumlar arası münasebette ihmal edilmemesi gereken en temel prensibin “ahde vefa” ilkesi olduğuna vurgu yaparak, gayrimüslimlerle yaptığı antlaşmalara riayeti, ifası gerekli insanî ve dinî bir vazife saymıştır.
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), insanî değerlerin örselenmesine asla müsaade etmemiş, savaşın kaçınılmaz olduğu durumlarda bile, “âdil savaş” kurallarına riayet ederek sivil halkın can ve mal güvenliğine saygı gösterilmesini, esirlere ve rehinelere iyi davranılmasını tavsiye etmiştir. Savaşın kaçınılmaz olduğu durumlarda kansız bir savaş stratejisi izlemiş ve bunun temelini de düşmanı zayıflatma, korkutma veya saldırıdan vazgeçirme esası olarak tespit etmiştir. Zîrâ O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) nazarında sulh ve barış esastır. Gerekmediği hâlde savaşmak ve savaşta insanları imha etmek, asla arzulanan bir hedef değildir.
Yazar: Yeni Ümit Dergisi’nden alınmıştır.
Dipnot:
- Buhari, Kefalet, 2
- Ebû Davud, Harac, Fey’ ve ‘İmare, 21, 22
- M.Fethullah Gülen, İnsanlığın İftihar Tablosu Sonsuz Nur 2, Nil yay., İzmir, 2007, s.136.
- Bk. Hamidullah, Mecmûatü’l-Vesâiki’s-Siyâsiyye, s.1-7.
- İbn Mâce, Et’ime, 1
- Buhari, Tefsir, Bakara, 6
- Ebu Davud, Harac ve ‘İmare, 21, 22
- İbn Hişam, Sîre, III, 51.
- Buharî, Cizye, 6) (h.2/m.624)
- Enfâl, 8, 58
- Hamidullah, Vesâik, s.29.
- Buhari, Büyu’, 14; Nesai, Buyû’, 83
- Buhari, Cenaiz, 49
- Kasas, 28/48
- Âl-i İmrân, 3/64
- Bakara, 2, 143-144; Buhari, Tefsir, Bakara, 12
- Buhari, Tefsir, Tâhâ 2
- Maide, 5/5
- Buhari, Ehadisü’l-Enbiya, 50
- İbn Sa’d, Tabakât, I/357.
- İbn Sa’d, Tabakât, I, 357.
- Âl-i İmrân, 3/61
- Buhari, Megâzî, 73
- Ebû Ubeyd, Kitâbu’l-Emvâl, s. 244–5; Ebu Davud, Harac, Fey’ ve ‘İmare, 29,30
- Muvatta, Câmi, 5
- Ebu Davud, Cenaiz, 29–30
- Şûrâ, 42,13
- Bakara, 2, 120, 135
- Âl-i İmrân, 3, 113–115
- Mâide, 5/82
- İbn Hanbel, Müsned, V/259
- Tevbe, 9/31
- Tirmizi, Tefsîru’l-Kur’ân, 9
- Ebu Davud, Libas, 4
- İbn Mâce, Fiten, 17
- Buhari, Ezan, 1
- Ebu Davud, Salat, 12
- İbn Hanbel, IV, 349
- Müslim, Libas ve Zînet, 80
- Tirmizi, İsti’zan ve Âdâb, 7
- Tirmizi, Siyer, 16