Allah Resûlü ve Amcaları
Mekkeliler İçinde Efendimiz’in Gözü Kulağı: Hazreti Abbas
Hazreti Abbas’ın hayatına bir bütün olarak bakıldığında, onun çok erken dönemde Resûl-i Ekrem Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) sıkı bir irtibatının olduğu ve İslâm’ın intişarı, Allah Resûlü’nün müşriklerin saldırıları karşısında korunması gibi hususlarda Peygamber Efendimiz’e tavsiyelerde bulunduğu görülmektedir. Meselâ Akabe biatları esnasında Efendimiz’in yanında bulunan Hazreti Abbas, Ensar’ın Efendimiz’e biat etmeleri durumunda karşı karşıya kalabilecekleri tehlikelere dikkat çekmiş ve onlardan canları pahasına Efendimiz’i koruyacaklarına dair teminat almıştır.1
Nitekim yine rivayetlerde geçtiği üzere, Bedir savaşında müşrikler mağlubiyete uğratıldıktan sonra, Mekkelilere ait olan kervanı takip meselesi ortaya çıkmıştı. Bu konuda fikrini beyan eden Hazreti Abbas, Peygamber Efendimiz’e hitaben: “Allah sana ihde’t-tâifeteyni (iki düşman topluluğundan birisini) müyesser kıldı. Yani seni savaşta muzaffer kıldı. Ancak ikincisi hakkında va’d-i sübhânî yoktur!”2 diyerek Efendimiz’den kervanı takip etmemesini istemişti.
Hazreti Abbas’ın hayatıyla alâkalı bu gibi parça parça hâdiseleri yan yana getirdiğimizde onun çok daha erken bir dönemde Müslüman olduğu anlaşılmaktadır. Hatta daha da ileri giderek şu değerlendirmede bulunabiliriz: Hazreti Abbas, Efendimiz Medine’ye hicret ettikten sonra Mekkelilerin içinde kalmış, onlardan biri gibi görünmüş ve Mekke’nin fethine kadar durumları hakkında Efendimiz’i bilgilendirmiştir. Evet, o, bir yönüyle Mekkelilerin içinde Efendimiz’in gözü, kulağı olmuş ve Mekke’deki gelişmeleri Efendimiz’e haber vermiştir.
İşte hayatına bir bütün olarak bakıldığında öyle anlaşılıyor ki, Hazreti Abbas’ta (radıyallâhu anh) cibilli bir terbiye vardı ve o, bu terbiyesinin mükâfatını görmüştü. Çünkü insanın bazen küçük bir meziyeti olur ve o küçük meziyet daha sonra onun hakkında çok büyük bir lütfa vesile olur. Esasında benzer bir durumu Ebû Süfyan’da da görebiliriz. Zira Ebû Süfyan; Ebû Cehil veya kayınpederi olan Utbe b. Rebia gibi kaskatı ve mütemerrit bir insan değildi. Fakat nüfusu ancak on-on beş bini bulan, panayır dönemlerinde ise otuz-kırk bine ulaşan Mekke şehrinin meclisi konumundaki Dâru’n-Nedve’de yer alan kimselerden biriydi. Burası Mekke’yle ilgili işlerin yürütüldüğü karar meclisiydi. Ebû Süfyan Dâru’n-Nedve’de bulunduğundan biraz da oradakilerin dümen suyunda hareket ediyor ve onların oyununa geliyordu. Bununla birlikte denilebilir ki, onun içinde bir efendilik, bir centilmenlik vardı, cibilli bir kötülük mülâhazası yoktu. Zaten ondaki bu güzel hasletlerin zamanla Müslümanlık hâline inkılâp ettiğini görüyoruz.
Cesaret ve Mertliğin Sembolü: Hazreti Hamza
Resûl-i Ekrem Efendimiz’in diğer bir amcası olan Hazreti Hamza mert, cesur ve yürekli bir kişiydi. Bir av dönüşünde kendisine Ebû Cehil’in Efendimiz’e hakaret ederek kötü muamelede bulunduğu haber verildiğinde, istikametini değiştirip doğrudan Dâru’n-Nedve’nin yolunu tutmuştur. Meclise ulaşan Hazreti Hamza sırtındaki yay ve okuyla Ebû Cehil’e vurmaya başlamıştır. Bunun üzerine Ebû Cehil’in kabilesinden bazı kimseler Hazreti Hamza’ya karşı çıkmak istediklerinde Ebû Cehil, Hazreti Hamza’nın saf değiştirerek karşı tarafa geçebileceği korkusuyla onlara engel olmuş ve suçu üzerine almıştır.3 Burada durup bir cümleyle, önemli gördüğüm bir hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum: İçlerinden bir kişiyi kaybetmemek veya birini kazanmak isteyen Müslümanlar da en azından Ebû Cehil kadar akıllı hareket etmeli, “onurum-gururum” demeyip gerektiğinde enaniyetlerini ayaklar altına almasını bilmelidirler. Bu kısa hatırlatmadan sonra asıl konumuza dönecek olursak böyle bir hâdise, mert ve cesur bir kişiliğe sahip olan ve cibilli bağları kuvvetli bulunan Hazreti Hamza’yı âdeta tetiklemiş ve onun Efendimiz’in yanında yerini almasına vesile olmuştur.
Gururla Gelen Hazin Âkıbet: Ebû Leheb
Aslında Ebû Leheb de çok kötü bir insan değildi. Genel yapısı itibarıyla, şefkat ve mülayemet sahibi bir insandı. Ancak gururlu ve kibirli bir kişi olduğundan pohpohlanınca kendisine pek çok kötü şey yaptırılabiliyordu. Meselâ ona: “Sen Abdüluzza’sın, Benî Ümeyye kabilesiyle akrabalığın var. Haşimilerle Benî Ümeyye’nin iltika noktasını teşkil ediyorsun. Geniş bir oymağın başında bulunuyorsun. Sen şöyle adamsın, böyle adamsın…” diyor ve bu tür sözlerle onu hep oyuna getiriyorlardı.4 Onun bu tür pohpohlamalara kanıp Mekke’de pek çok kötülük yaptığını biliyoruz. Fakat sizin de bildiğiniz gibi Ebû Leheb Bedir’e iştirak etmemişti. Korktuğundan dolayı mı savaştan geri durmuştu? Zannetmiyorum. Kanaatimce onu Bedir’e gitmekten alıkoyan husus, yeğenine karşı bizzat savaşmak istememesiydi. Bedir savaşını takip eden günlerde ise, ölüm hakikatiyle karşı karşıya kalmıştı. Ümmü’l-Fadl Validemiz’in bir direk parçasıyla kafasına vurduğu ve aldığı bu darbe neticesinde ölüp gittiği rivayet edilir.5 Ölümü, hakikaten başına aldığı bir darbe sonucunda beyin kanaması geçirmesinin bir neticesi miydi, yoksa Bedir’de kayınpederinin ve iki kayınbiraderinin ölmesi, müşriklerin büyük bir bozguna uğraması, onun da bu durum karşısında panikleyip derin bir korkuya kapılması ve işin içinden çıkamayıp bir çözüm yolu bulamaması neticesinde ciddi bir anguaz yaşaması mıydı, bilemiyoruz.
Ancak neticede o, âlemleri aydınlatan bir ışık kaynağının yanı başında bulunduğu hâlde, böyle acı bir sonla hayatını noktalamıştır. Onun bu hazin âkıbetinden şu neticeyi çıkarabiliriz: Demek ki, kayıp gitme ile kaymayıp yerinde kalma arasında çok ince bir perde vardır. Bu sebeple, kayıp gidene “Niçin kayıp gitti?”, yerinde kalana ise “Nasıl yerinde kaldı?” diye hayretle bakılmalıdır. Çünkü yerinde sabit kadem kalma âciz insanoğlunun elinde olmadığı gibi, kayıp gitme de onun elinde değildir. Görüldüğü üzere insan, yanlış bir bakış açısı ve mülâhazalardaki az bir inhirafla dengeyi koruyamayabiliyor; koruyamıyor ve hafizanallah gümbür gümbür devrilip gidiyor.
Bu noktada A’râf sûresindeki bir âyet-i kerimede kendisinden bahsedildiği rivayet edilen Bel’am İbn-i Bâûra adlı şahsın feci âkıbetini hatırlayabiliriz. Söz konusu âyet-i kerimede meâlen Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Onlara, kendisine âyetlerimizi verip duyurduğumuz densizin kıssasını da anlat; anlat ki o, sahip olduğu bilgisine rağmen, sıyrılıp (tekvinî veya tenzilî) âyetleri (idrak çerçevesinin) dışına çıktı. Derken şeytan onu kendine uydurup kendine benzetti; o da onun arkasına takıldı ve azgınlardan biri oldu.”6 Rivayetlere göre bu kişi, kurb-i ilâhiye giden yollar hakkında malumat sahibiydi ve ism-i a’zamı biliyordu. Fakat işte bu konumdaki bir insan bir yerde devrilip gitmiştir.7 Bundan dolayı Sahib-i Şeriat: “Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidayet verdikten sonra kalblerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhab Sensin Sen!”8 duasını dilinden hiç düşürmemiştir. Zira âkıbet endişesi taşımayanların âkıbetinden endişe edilir. Evet, “Ben de kayabilirim!” endişesini taşımayan bir kimse –hafizanallah– her an kayıp gidecek tehlikeli bir zeminde bulunuyor demektir. Çünkü görüldüğü üzere Ebû Leheb’in düştüğü yerde Hazreti Hamza, Hazreti Abbas sürpriz bir kurtuluşla sıçrayıp felâha ermişlerdir. Baktığımızda aynı aile fertlerinden birisi Efendimiz’in yanında yer alırken diğeri onun karşısında saf tutmuştur. O zaman anlıyoruz ki, küfürle iman arasında çok ince, kıl gibi bir mesafe vardır. İnsan âdeta burada ipin üzerinde geziyor gibidir. Bundan dolayı insan, meyelân-ı şerrin kökünü kesip meyelân-ı hayra kuvvet vermek için sürekli dua etmeli, Allah’a sığınıp istiğfarı dilinden hiç düşürmemelidir. Cenâb-ı Hak hepimizi düşmekten, kayıp gitmekten muhafaza buyursun!
İmanın Doldurulamaz Yeri ve Ebû Talib
Soruda zikredilen Peygamber Efendimiz’in amcalarından biri de Ebû Talib’di. O, babası Hazreti Abdülmuttalib gibi, Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) sürekli sıyanet etmeye çalıştı. Esasında Efendimiz hakkında Abdülmuttalib Hazretleri’nin düşünceleriyle Ebû Talib’in düşünceleri birbirinden farklı değildi. Her ikisi de Efendimiz’i harika bir fıtrat olarak görüyor, hem viladetinden evvel, hem de sonra O’nun hakkında hep güzel düşüncelere sahip bulunuyorlardı. Ancak Abdülmuttalib’in durumuyla Ebû Talib’in durumu birbirinden farklıdır. Çünkü Abdülmuttalib, Efendimiz’in anne-babası gibi fetret ehli sayılır, dolayısıyla onun için fetret döneminin avantajları söz konusudur. Fakat Ebû Talib, Peygamber Efendimiz’in peygamberliğini gördüğü hâlde değişik saiklerle “Hazreti Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) ne diyorsa bize de onu demek düşer.” diyemedi.
Ebû Talib, Hazreti Ali’nin babasıydı. Çok zor bir dönemde Efendimiz’e destek olmuş, O’na yardım etmişti. Ancak hiçbir zaman unutulmaması gerekir ki, bunların hiçbiri imanın yerini doldurmaz. لَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ öyle bir ağırlıktadır ki, bir hadisin ifadesiyle, dünya kadar günahlar terazinin bir kefesine konup kelime-i tevhid de diğer kefeye konduğunda, o ağır basar.9 Çünkü onun yerini dolduracak ağırlıkta başka bir şey yoktur. İşte Ebû Talib o ağırlığı kaybetmişti. Özellikle de o ağırlığın münhasıran tek başına kıymet ifade ettiği bir zaman diliminde onu kaybetmişti. Çünkü Üstad’ın da Mektubat’ta ifade ettiği gibi, Efendimiz’i gördükten, Peygamberliğine şahit olduktan sonra, O’na iman etmedikçe rah-ı necat muhaldir.10
Ebû Talib için terbiyem gereği “gurur” kelimesini kullanmak istemiyorum. Ancak Kureyş’in ileri gelenleri ona gelerek kabile ve atalara bağlılık duygusunu tahrik ettiler, “Sen Abdülmuttalib’in yolundan mı döneceksin?”11 türünden laflar ettiler ve bir yönüyle onun Efendimiz’e ittiba etmesine mâni oldular. Ancak sizin de bildiğiniz üzere kişinin iman etmesine engel hususlardan biri de, körü körüne âbâ u ecdada ittiba etme meselesidir. Bundan dolayı netice itibarıyla diyoruz ki, Allah Resûlü’ne bu kadar yardımcı olan ve O’na sahip çıkan bir insanın hidayete eremeyişi bizim için ne kadar hicranlı bir hâdise olsa da, bu noktada dilimizi tutup sükûtu tercih etmemiz gerekir.
Belki burada asıl üzerinde durulması gereken husus, körü körüne âbâ u ecdada ittiba tehlikesinin bizim için de söz konusu olup olmadığı meselesidir. Zira hâl-i pürmelalimize bakılacak olursa çoğumuz itibarıyla, erkân-ı imaniyeyi ele alıp tek tek tahlilden geçirdikten ve hepsini sağlam bir zemine oturtup yerli yerine koyduktan sonra o iman âbidesini yeniden inşa etmiş ve ona göre bir tahkikî iman ufkuna ulaşmış değiliz. Tabir caizse atalarımızın bize kazandırdığı iğreti bir imanla yaşıyoruz. Bazı Ehl-i Sünnet imamları taklide dayanan böyle bir imanı kabul etmemişlerdir. Çünkü onlara göre imanın tahkikî olabilmesi, kişinin, iman ettiği esasların her taşını kendi eliyle yerli yerine koymasıyla gerçekleşecektir. Evet, imanın her bir cüzünü düşünerek, tahlilden geçirdikten ve onların üzerine şuur mührü vurduktan sonra işte böyle bir iman şart-ı âdi planında senin iradenin ürünü demektir. Ancak şu anki hâliyle pek çoğumuzun imanının mimarı babalarımızdır; babalarımızın imanının mimarı da dedelerimizdir… ve hakeza taklit öteden beri bu şekilde devam edegelmiştir. Fakat şunu da hemen ifade edeyim ki, iman çok kıymetli olduğundan, taklit bile olsa onu reddetmek imana karşı saygısızlık olur.
Taklit Âfeti ve Biz
Hazreti Üstad bu mevzuda, insanları tahkik kapısına çağırıyor, bizlere tahkik kapısını aralamak istiyor. Risale-i Nur’da sadece bir Âyetü’l-Kübra’yı bile düşünecek olursak, Üstad’ın orada okuyucuyu kâinatın her bir parçasıyla yüzleştirdiğini, her nesneyi dillendirdiğini ve bizi her nesne karşısında düşünceye sevk ettiğini görürüz. Onu okuyan kişi âdeta iman adına kendi düşüncelerini yeniden inşa ediyor gibidir. Zaten taklidî iman çağımızdaki şiddetli inkâr ve dalâlet fırtınaları karşısında dayanamamış ve maalesef gümbür gümbür yıkılıp gitmiştir. Hatta asırlarca İslâm’ın mânevî hayatının soluklandığı müesseselerde bulunan insanlar dahi böyle bir taklidî imanla dalâlet fırtınaları karşısında ayakta duramamış ve çeşit çeşit şüphe ve tereddütlerle dinlerini, imanlarını kaybetme noktasına sürüklenmişlerdir. Hâlbuki onlar iman binalarının her parçasını çok iyi bilse ve ona göre sağlam bir zemine oturtmuş olsalardı netice böyle olmayacaktı. İşte görüldüğü üzere Ebû Talib için söz konusu olan taklit âfeti bizim için de uhrevî hayatımızı tehdit eden büyük bir belâ ve musibettir.
Ayrıca unutulmaması gerekir ki, taklitten sıyrılıp tahkikin sağlam zemininde iman binamızı inşa edebilirsek, bu hâl, bizim tavır ve davranışlarımıza da aksedecektir. Zira inanmış bir insanın bakışında, konuşmasında hep ciddiyet nümâyandır. Bu mânâda, Hazreti Üstad’ın çevresinde de inanmış insanların bulunduğunu söyleyebiliriz. Hâlbuki bizler taklidin kocaman kahramanlarıyız. Çünkü biz kendimizle yüzleşerek, inandıklarımızı analitik mülâhazayla ele alıp tahlil ederek; tahlil edip yeni terkip ve sentezlere ulaşarak o imanımızı sahiplenmiş değiliz. Taklitten kurtulamamış böyle bir fert, çok güçlü bir dalâlet fırtınası karşısında devrilip gitme tehlikesiyle karşı karşıya demektir. Böyle bir netice bazen itikat sahasında, bazen amelde, bazen hizmet felsefesinde, bazen de benliğin öne çıkması gibi hususlarda kendini gösterir/göstermektedir.
Hâlbuki iman yönüyle oturaklaşmış, dalgaları dinmiş bir insanın her tavrından inanç dökülür. O her hâliyle gayet tabiî ve fıtrîdir. Hatırlatılacak şeyler hatırlatıldığında onun yüreğinin ağzına geldiğini görürsünüz. Daha bir farklıdır onun geceleri. Seccadesi çok iyi tanır onu. Yoksa tahkikî imandan kaynaklanmayan hâl ve hareketler sun’îdir; centilmenlik ve incelikler aldatıcıdır. Onlarda devam ve temâdî söz konusu değildir. Bir gün birisine karşı incelerden ince görünürsün ama tabiatında o inceliğe ulaşamadıysan moralinin o ölçüde yerinde olmadığı bir başka gün gerçek tabiatını ortaya koyarsın. “Kimseye bir fiske dahi vurmam!” dediğin bir yerde öyle bir tekme atarsın ki çevrende bulunan insanların senin hakkındaki kanaati altüst olur. Böylece o güne kadar yapmacık tavırlarınla oluşturmaya ve mayalamaya çalıştığın her şey gümbür gümbür yıkılır gider. Çünkü bunlar senin tabiatına mal olmamıştır. Rabbim böyle bir âkıbetten bizleri muhafaza buyursun ve hepimizi şekil insanı olmaktan ziyade iç derinliğine sahip, tahkikî imanla mücehhez, hakikî mü’minlerden eylesin. Âmin.
Yazar: M. Fethullah Gülen, Cemre Beklentisi
Dipnot:
- Bkz.: Ebû Nuaym, Delâilü’n-nübüvve s.302-303.
- Tirmizî, tefsîru sûre (8) 2; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/228.
- İbn İshak, es-Sîre 2/151-152; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/129.
- Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 1/211.
- Bkz.: el-Bezzâr, el-Müsned 9/317; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 1/308; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 4/73.
- A’râf sûresi, 7/175.
- Bkz.: et-Taberî, Câmiu’l-beyân 9/122.
- Âl-i İmrân sûresi, 3/9.
- Bkz.: Tirmizî, îmân 17; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/213.
- Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.378 (Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas).
- Buhârî, cenâiz 81; Müslim, îmân 24.