Sevr’de Ebû Bekir Hassasiyeti
Zirvedeki mağaraya önce Ebû Bekir girmeliydi. Zira, karşılaşabilecekleri her türlü olumsuzluğu, önce kendi sinesinde söndürüp Habibine herhangi bir zararın gelmesine engel olmalıydı. Hz. Ebû Bekir’ce bir hassasiyetti bu. Bütün telâşı, İnsanlığın Emîni’ne bir tozun dahi konmasını istememesinden kaynaklanıyordu. Bu yüzden, üstündeki libasını parçalamıştı; zararlı hayvanların Allah Resûlü’ne ilişmemeleri için deliklerini kapatıyordu. Kapatamadığı iki delik kalmıştı; bunlar için de bir çözüm üretmiş, ayağının biriyle birini, diğeriyle de öbürünü kapatarak Efendisi’ni buyur etmişti. Hz. Ömer’in yıllar sonra, “Mağaradaki o gecesine bütün amelimi verirdim.” diyerek gıptayla baktığı Hz. Ebû Bekir’i, ayağıyla kapattığı delikten yılan sokmuş; ama o, Efendimiz’i rahatsız etmemek için dişini sıkıp, bir kez olsun “ah” etmemişti. Nihayet, gözünden akan yaş ve alnından dökülen soğuk terler, Efendimiz’in dikkatini çekip de:
– Sana neler oluyor yâ Ebâ Bekir, diye sebebini sorduğunda:
– Anam-babam Sana feda olsun yâ Resûlallah! Yılan soktu, diyebilmişti. Bunu söylerken de, üzerinde olabildiğince bir mahcubiyet hâkimdi; kendisine ait bir durumdan dolayı Efendimiz’in üzülmesini ve kıymetli zamanını böyle bir meseleyle meşgul etmeyi istemiyordu. Bunun üzerine Efendiler Efendisi, yaranın üzerine hafifçe tükürüğünü serpecek ve ardından da, şifa bulması için Rabbine dua edecekti. Bir anda her şey, yeniden normale dönüvermişti; sanki bu hadise, hiç olmamış gibiydi. Çünkü Ebû Bekir’de, acı adına hiçbir şey kalmamıştı.1
Bu arada bir örümcek işe koyulmuş, atkılarını örerek mağaranın önünde ter döküyordu. Bir de, iki tane güvercin gelmiş ve burada yuva yapmıştı. Aynı zamanda mağara girişinde bir ağaç büyümeye başlamış ve Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) önünde perdedarlık yapıyordu. Belli ki Allah (celle celâluhû), Habîb-i Ekrem’ini kimseye bırakmayacak ve bizzat kendisi koruyup kollayacaktı.
İz sürenler, Sevr’e de tırmanmış; burada olabileceği endişesiyle mağarayı kontrole gelmişlerdi. Girişteki güvercinlerle büyüyen ağaçları ve örümcek ağını görünce aralarından birisi, gayr-i ihtiyari şunları söyleyecekti:
– Baksana şu örümcek ağına; sanki Muhammed daha dünyaya gelmeden önce örülmüş gibi!
Öbürleri de farklı düşünmüyordu ve örümcek ağları arada incecik bir perde kalmasına rağmen Allah (celle celâluhû), Resûlü’nü korumuş ve onlar da elleri boş geri dönüyorlardı.2
Mağaranın içinde ise, müşriklerin bir mızrak boyu mesafeye yaklaştıklarını görüp seslerini duyan Hz. Ebû Bekir, yine soğuk terler döküyordu. Deli danalar gibi burnundan soluyan bu gözü dönmüşlerin ayaklarını gören Ebû Bekir (radıyallahu anh):
– Yâ Resûlallah! Şayet birisi eğilip de ayağının hizasından içeriye bakıverse, ayaklarının dibinden bizi rahatlıkla görecekler!
“Sen benim kardeşimsin.” dediği mağara arkadaşını teselli yine Allah Resûlü’ne kalmıştı:
– Üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında, niye endişe duyuyorsun ki yâ Ebâ Bekir?3
Bunu diyen Resûlullah’tı. Allah’ın en sevgili kuluydu ve O’nu, insanlardan gelecek zararlara karşı koruyacağını bizzat O (celle celâluhû) bildirmişti.4 Kendinden emin konuşuyordu; zira biliyordu ki, Kureyş anlamayıp O’na yardımcı olmasa da Allah (celle celâluhû), vaktiyle bütün elçilerine yardım ettiği gibi Son Nebi’sine de yardımcı olacak ve üzerine indirdiği sekine ve huzurla destekleyip gözlerin göremeyeceği ordularla inayette bulunacaktı.
Hz. Ebû Bekir de biliyordu; ama bu bilmek, olayın bütün sıcaklığıyla yaşandığı zamanda karşılaşılan endişeleri gidermeye yetmiyordu. Bütün endişesi, Efendiler Efendisi’nin başına gelmesi muhtemel sıkıntılar içindi. Zira o, kendi başına gelebilecek her türlü meselenin, sadece bir kişiyle sınırlı kalacağını, ancak söz konusu meselenin Efendimiz’i hedeflemesi durumunda ise, bütün insanlığı hedefleyeceğinin hassasiyetini ortaya koyuyordu.5
Nihayet, mağara önüne gelenler de geri dönmüşlerdi ve artık yol, bir nebze olsun emniyet vadediyordu. Üç gün beklediler burada. Bu süre içinde, Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh) sık sık dışarı çıkıp etrafı gözlüyordu. El-etek çekilince, oğlu Abdullah da, yanlarına geliyor ve Mekke’de olup-bitenlerin haberini getiriyordu. Derken, Âmir ile birlikte rehber Abdullah İbn Uraykıt da gelmiş; kendilerini Medine’ye taşıyacak olan develeri beraberinde getirmişti.
Develeri teslim alan Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh), en güzel ve bakımlı olanını Efendimiz’e takdim etti ve:
– Anam-babam sana feda olsun! Bin yâ Resûlallah, dedi.
Beklemediği bir tepkiyle karşılaşacaktı:
– Ben, bana ait olmayan deveye binmem.
Hz. Ebû Bekir bu durumda ‘Sıddîk’ vasfına uygun hareket edecek, ve:
– Anam-babam sana feda olsun! O senindir yâ Resûlallah, diyecekti.
Fakat, bu da çözüm olmamıştı. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ısrarlıydı:
– Hayır, ancak, satın aldığın değeri sana ödemek şartıyla.
Mecburen anlattı Ebû Bekir. Bunun üzerine Habîb-i Zîşan:
– Ben de onu, bu bedele senden aldım, buyurdu ve böylelikle, hicret gibi önemli bir dönüm noktasında, ümmete kalıcı bir mesaj daha sunulmuş olunuyordu.
Mekke’den gelen haberler, arama taleplerinin ilk günküne nispetle kısmen de olsa şiddetini yitirdiğini söylüyordu. Demek ki artık, ayrılık vakti gelmişti.
Rebîülevvel ayının ilk ışıklarıydı. Yine bir pazartesi sabahı erkenden mağaradan ayrılacak; önce sahil tarafından batıya, ardından da Kızıl Deniz cihetinden asıl hedefleri olan Medine istikametine doğru yol almaya başlayacaklardı. Mekke-Medine arasında normalde alışık olunmayan bir yoldu bu. Sevr’den başlayıp da Ufsân, Emec, Kudeyd, Harrâr, Seneyye, Mercâh, Ziludayveyn, Zîkeşer, Cedâcid, Ecred, Abâyîd, Fâce, Arc, Âir, Rism ve Kuba güzergâhında6 tam bir hafta sürecek bu çileli yolda Allah Resûlü’nün yanında, Abdullah İbn Uraykıt, Âmir İbn Füheyre ve bir de sâdık yâr Hz. Ebû Bekir bulunuyordu.
Dipnot:
- Bkz. Muhibbuttaberî, er-Rıyâdü’n-Nadıra, 1/450. Hatta Hz. Ömer (radıyallahu anh), bu rivayetinde Hz. Ebû Bekir’in (radıyallahu anh) bu sebepten dolayı öldüğünü de vurgulamaktadır.
- Bkz. İsbehânî, Delâil, 1/76, 77; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, 3/231
- Aynı husus, Cibril-i Emîn’in getirdiği Ebedî Mesaj Kur’ân’da da yer alacak ve bu meseleyi Yüce Mevla, şöyle anlatacaktı: “Eğer siz o (Hak elçisi)ne yardım etmezseniz, iyi bilin ki, Allah ona yardım etmişti: Hani yalnız iki kişiden biri olduğu halde, inkâr edenler kendisini (Mekke’den) çıkardıkları sırada ikisi mağarada iken arkadaşına ‘Üzülme, Allah bizimle beraberdir!’ diyordu. (İşte o zaman) Allah (ona yardım etti) onun üzerine sekine(huzur ve güven duygu)sunu indirdi ve onu, sizin görmediğiniz askerlerle destekledi; inanmayanların sözünü alçalttı. Yüce olan, yalnız Allah’ın sözüdür. Allah dâimâ üstündür, hüküm ve hikmet sâhibidir.” Tevbe, 9/40
- Bkz. Mâide, 5/67: “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri emellerine kavuşturmaz.
- Bkz. İsbahânî, Delâil, 1/62; Necdî, Abdullah, Muhtasaru Sîreti’r-Resûl, s. 168
- Bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 3/189