Uhud ve Kur’ân’ın Çizdiği Yol Haritası (1)
Uhud’da şehit düşen yetmiş sahabeden dört ay sonra, Reci’ ve Bi’ru Maûne’de Lihyanoğulları ve Hüzeyloğullarının ihanetine uğrayan mü’minler, toplam yetmiş sekiz şehit daha vermişti. Üstelik bu şehitler sıradan insanlar değil kurra, hafız/mürşid hülasa maddi manevi donanımlı kimselerdi. Ortada büyük bir dram vardı; her eve ateş düşmüştü. Bu tabloyu fırsat bilen ve tamamen düşmanlığa kilitlenen müşrikler, münafıklar ve Yahudiler ise şimdiden yeni ihanet planlarının peşine düşmüşlerdi. Ancak Allah Resûlü’nü ve ashabını adım adım takip eden vahiy, onları rehbersiz ve sahipsiz bırakmamıştı. O, daha savaş meydanından ayrılmadan önce nazil olan ayetler hem Uhud’un yaralarını hızlıca sarmış hem kıyamete kadar gelecek bütün mü’minlerin önüne bu tür imtihanlarda kazanma kuşağında yol alma adına bir harita koymuş hem de benzeri hadiseleri yorumlamada perspektif kazandırmış ve birçok hayati ilke vaz etmişti. Bunun içindir ki Uhud sarsıntısı, Reci’ ve Biru Maûne ihanetleri, İslam toplumunda herhangi bir çözülmeye sebep olmamış bilakis safların daha da sıklaşmasını netice vermişti.
İçten içe Size Düşmanlık Besleyenleri “Sırdaş” Edinmeyin!
Uhud’un hemen akabinde gelen ayetlerde ilk olarak münafıklara karşı mü’minler uyarılmış ve onları, hususi meselelerde ve kritik süreçlerde “sırdaş” edinmemeleri gerektiğine dair özellikle tahşidat yapılmıştı: “Ey iman edenler! Sizden olmayan, sizinle aynı inanç aynı duygu ve aynı idealleri paylaşmayan gerek kafir gerek müşrik gerekse münafık olsun hiç kimseyi kendinize sırdaş edinmeyin! Çünkü onlar her zaman ve zeminde size zarar vermek için fırsat kollar ve fenalık etmekten asla geri durmazlar; hep sıkıntıya düşmenizi arzu ederler. Baksanıza! Ellerine fırsat geçtiğinde size karşı kin ve nefretleri ağızlarından taşmaktadır. Sürekli aleyhinize propaganda yapıyorlar. Kalplerinde gizledikleri nefret ise açığa vurduklarından daha büyüktür. Eğer aklınızı kullanıyorsanız, işte hainleri, zalimleri, münafıkları ve düşmanlarınızı tanıyıp onlardan korunabilmeniz için ayetlerimizi size açıkça bildirdik. Sizler, imanınızdan ve insanlığınızdan kaynaklanan derin bir merhamet ve hoşgörüyle onları seviyorsunuz fakat onlar, şirk, küfür ve nifaklarının gereği olan bencillik, menfaatperestlik, haset ve bağnazlıkları yüzünden sizi sevmezler. Üstelik siz, onların inandığı Tevrat ve İncil de dahil olmak üzere bütün kitaplara inanırsınız. Onlar ise sadece kendi kitaplarına bile gerçek manada inanmazlar. Sizinle karşılaştıkları zaman: ‘Biz de sizin inandığınız gibi inanıyoruz!’ derler. Kendi aralarında baş başa kaldıklarında ise size karşı duydukları ve içlerinde özenle korudukları öfkelerinden/kinlerinden dolayı parmaklarını ısırırlar. Onlara de ki: ‘İsterseniz kahrınızdan ölün! Allah eninde sonunda nurunu tamamlayacak, hak dini üstün kılacaktır. Şüphesiz Allah, kalplerin içindeki bütün gizli niyet ve düşünceleri en iyi bilendir.”1
Müslüman olmadan önce Evs ve Hazreçlilerin Yahudilerle anlaşmaları vardı ve bazıları, bu anlaşmaları devam ettiriyorlardı. Fakat ehl-i kitap her ne kadar zahiren müttefik gözükse de hem anlaşmalı oldukları kimselerden hem de münafıklardan aldıkları bilgilerle mü’minler aleyhine faaliyet yürütüyorlardı. Özellikle münafıklar üzerinden Allah Resûlü’nün tebliğ/irşat faaliyetlerini yakından takip ediyor; güvenlik planları/stratejileri hakkında haber alıyor ve bunu Mekkeli müşriklerle paylaşıyorlardı. Bundan dolayı yeni oluşmakta olan İslam toplumunu koruma adına düşmanca duygularla hareket eden ya da onlar hesabına çalışan art niyetli kimselerden uzak durulması gerekiyordu. Kur’ân, onların Müslümanlara karşı taşıdıkları duygularını ve kötü niyetlerini de şöyle açıklıyordu:
“Size bir iyilik/nimet ulaşınca buna üzülürler; başınıza bir kötülük gelince de bundan dolayı sevinirler.” Bu ifadelerleiç yüzleri deşifre edilen bu kimselere karşı ayet, mü’minlere de kendilerini koruma adına şu tavsiyelerde bulunuyordu: “…Eğer baskı ve eziyetler karşısında aktif sabreder ve gerekli korunma tedbirlerinizi alır ve onlara riayet ederseniz, onların hile, entrika ve tuzakları size zarar veremeyecektir. Şüphesiz Allah onların yaptıklarını/yapacaklarını bütünüyle bilen ve (kudretiyle) kuşatandır.”2
Nitekim Uhud’a doğru çıkarken üç yüz kişilik münafık güruh ayrılınca bazı sahabiler, “Ya Resûlallah! Yahudi müttefiklerimizden yardım isteyelim mi?” diye sormuştu. Allah Resûlü ise onların içlerinde taşıdıkları bu kötü niyetlerinden dolayıdır ki, “Hayır! Bizim, onların yardımına ve desteğine ihtiyacımız yok. Kaldı ki müşriklere karşı, müşriklerden yardım almak isabetli değildir.” buyurmuş3 ve özellikle onların cepheye sokulmasına müsaade etmemişti. Zira cepheye yardım maksadıyla gelip fırsatını bulduklarında her türlü kötülüğü yapmaya kalkışabilir, bir anda müşrik ordusu hesabına çalışabilirlerdi. Böyle çetin ve kritik bir mücadelede onlara asla güvenilemezdi. Bunun içindir ki Allah Resûlü, “Müşriklerin ateşiyle aydınlanmaya kalkmayın!”4 buyurarak istişareye bile dahil edilmelerinin doğru olmayacağını beyan etmişti.
Mecazen ifade edilen bu ölçü, “Size ait işlerde onlara fikir danışmayın, onlarla istişare etmeyin. Zira onlara güvenmeniz başınıza yeni felaketler açabilir.” anlamına geliyordu. Zaten Kur’ân, bir başka ayette yine onların iç yüzlerini ortaya koyarken “Müslümanların her an başlarına bir bela ve musibet gelmesini arzu ettiklerini” böyle bir şeyi dört gözle beklediklerini özellikle zikreder.5 Dolayısıyla fıtratı bozulmuş, daima mü’minlerin zarar görmesine odaklanmış kimselerle meselelerin istişare edilmesi demek en baştan kaybetmek olur. Hülasa bu ayetlerle mü’minler, düşmanların tuzak ve entrikalarına karşı akıllarını kullanmaya, daha etraflı, ufuklu ve derinlikli istişareye, kendilerini koruma adına stratejiler geliştirmeye ve yeterli tedbirleri almaya teşvik edilir.
Münafıkların Söz ve Eylemleri Sizi Etkilemesin!
Uhud’un ardından indirilen ayetlerde mü’minlere verilen önemli bir ilke de mücadele sürecinde ya da dışında münafıkların sözlerine asla kulak vermemek ve davranışlarını örnek almamak; onlara değil Allah Resûlü’ne tabi olmaktır. Aksi takdirde az da olsa münafıklara meyletmek, Müslümana kaybettirecektir. Uhud yolunda yaşanan şu vaka bunun ibret dolu bir örneğidir:
Allah Resûlü bin kişilik ordusuyla düşmanı Uhud’da karşılamak üzere konakladığı Şeyhayn tepesinden harekete geçtiğinde münafıkların reisi Addullah İbn-i Übeyy, kendine bağlı üç yüz kişiyi alıp bir kenara çekilmişti. Tam cepheye çıkılırken o, karakterinin gereğini sergilemiş bozgunculuk yapmıştı. İstişare edilen dakikalara geri dönmüş ve ordunun gücünü bölmek için şura ile alınan Uhud’a çıkış kararını eleştirmeye başlamıştı: “Ey insanlar! Muhammed, gençlerin sözünü dinleyerek onlara itaat etti. Benim görüşümü kâle almadı. Şimdi biz, ne diye Uhud’a gidip ölelim ki? Haydin, Medine’ye geriye dönüyoruz!” Bu yorum, herkesin içine birer fitne tohumu olarak düşmüş, kendi adamlarının haricinde samimi mü’minler arasından da sözlerini ve tavrını isabetli bulup ayrılmayı düşünenler olmuştu. O esnada yaşananları özetleyen Kur’ân şöyle buyurur: “Hani sizden iki bölük, Allah da kendilerinin dostu/yardımcısı olduğu halde az kalsın paniğe kapılıp geri çekilmeye yeltenmişlerdi. Halbuki mü’minlere düşen yalnız Allah’a dayanıp güvenmeleridir.” 6
Ayette ifade edildiği gibi Müslüman saflarından Seleme ve Hâriseoğulları, münafıkların söz ve davranışlarından etkilenmiş neredeyse ayrılmaya karar vermişlerdi. İşte o esnada devreye giren Abdullah İbn-i Amr İbn-i Haram hem ihtilafa sebebiyet veren münafıklara hem de tam savaş öncesi askerlerin morallerini altüst edecek böyle bir eyleme yönelmeyi düşünenlere şöyle hitap etmişti: “Ey kavmim! Sizi, Allah’ı şahit tutarak uyarıyorum! Bugün, kabilenizi ve Peygamberimizi, düşman karşısında yalnız bırakarak hüsrana uğratmayın! Yoksa asıl hüsrana uğrayan ve kaybeden sizler olursunuz!” 7
Münafıklar ise bu çağrıya dikkat kesileceklerine, onun ikazlarını hafife almış ve şöyle bir mazeretin arkasına sığınmışlardı: “Biz savaş olacağını zannetmiyoruz. Şayet bir harp olacağına inansaydık sizi yalnız bırakmazdık!” Bununla kastettikleri daha savaş başlamadan Müslümanların müşrikler tarafından yok edileceği ve dişe diş savaşın olmayacağıydı. Onlar bu bahane ile aynı zamanda mü’minlerin içine korku ve gevşeklik de salmak istiyorlardı. Hz. Abdullah ise onların bu yalan ve tuğyanları karşısında izzetli duruşundan taviz vermemiş ve onlara haddini bildiren son sözlerini söylemişti: “Gidin, ey Allah’ın düşmanları! Allah, sizin şerrinizden bizi korusun! Allah, Nebisini sizin desteğinize muhtaç bırakmayacaktır.”8 Bu arada Abdullah İbn-i Amr’ın sözlerine kulak kesilen Seleme ve Hâriseoğulları ise bunun apaçık bir tuzak ve ihanet olduğunu anlamış ve ayrılma kararından vazgeçmişlerdi.
Orduyu yarı yolda bırakıp arkadan hançerlemeye çalışan bu azınlığın planlarının rağmına Müslümanlar ise kendi aralarında daha da kenetlenmiş; dinlerine, davalarına, temel hak ve hürriyetlerine sahip çıkma heyecanlarını daha da katlamışlardı. Hz. Abdullah’ın bu çıkışı, ayrıca üzerinde durulması gerekli önemli ve örnek bir duruştu. Zira o, İslam toplumunun geleceğini tehdit eden bir gediği ve çabayı görmüş, hiç beklemeden inisiyatif alıp konumunun hakkını vermiş; tam zamanında olaya müdahale etmiş ve daha büyük fitnelerin yaşanmasının önünü almıştı.
Allah’a Güvenin, Sabırlı/Kararlı olun ve İtaatsizlikten Sakının!
Uhud’a doğru giderken münafıkların söylemlerinden etkilenip ayrılmayı düşünen grup üzerinden bütün mü’minlere verilen mesajlardan birisi de sebepleri arızasız olarak yerine getirdikten sonra nihai olarak Allah’a dayanma ve O’na itimattır. Bunun içindir ki cepheyi terk eden münafıkların bu tavrından etkilenip dönmeyi düşünen mü’minlere, ayetin fezlekesinde Allah’a tevekkül etmeleri hatırlatılır: “… Mü’minler sadece ve sadece Allah’a dayanıp güvensinler.”9 Zaten mü’minlere Kur’ân’da sıkça verilen kısa ve öz bir mesaj da gerekli korunma tedbirlerini aldıktan sonra gayret, teslimiyet ve tevekküldür: “Ey Resûlüm! De ki: Allah bizim için ne takdir etmiş ise ancak o bize ulaşır, bizim Mevlamız O’dur. Mü’minler sadece Allah’a tevekkül etsinler.”10 Zira şayet inanıyorlarsa Allah’tan daha güçlü ve kuvvetli bir dayanakları olamaz ve yardım/zafer de bütünüyle Allah katındandır.11
Allah Resûlü, Uhud’a çıkarken yaklaşık otuz civarında tedbir almış12 ve ashabına da “Size emrettiklerimi aynen yerine getirir, Allah’ın adıyla yürür bir de sabır gösterirseniz zafer sizindir.” buyurmuştu. Uhud’da tevekküle vurgu yapan ayetin ardından, Bedir’deki sağlam duruş, itaat ve tevekkül karşılığında kendilerine lütfedilen ilahi yardıma ve zafere de özellikle dikkat çekilir. Dolayısıyla tam cepheye çıkarken bölünmemeleri, korkaklık ve zaaf göstermemeleri gerektiği belirtilir: “Hani Allah, siz son derece zayıf ve güçsüz durumda olduğunuz halde Bedir savaşında size yardım etmişti. Durum böyleyken, nasıl olur da Allah’ın yardımına güvenmeyip münafık gürûhun orduyu bölmesinden etkilenir/korkuya kapılır ve ayrılmayı düşünürsünüz? O halde, Allah’a ve Resûlüne karşı itaatsizlikten sakının ve emirlerine sımsıkı sarılarak kendinizi korumaya alın ki, O’nun yardımına ve sonsuz nimetlerine şükretmiş olasınız.”13
Tevekkül, teslimiyet işin bir tarafıydı. Meselenin diğer tarafı ise cephenin hakkını verme adına her ne pahasına olursa olsun nebevî stratejilere itaat, sabır ve kararlılıktır: “Evet, Allah elbette inananlara yardım edecektir! Eğer siz mücadelenin sıkıntılarına göğüs gererek sabreder, savaşın hakkını verir ve Resûlüne itaatsizlikten sakınırsanız, düşmanlarınız size hemen saldıracak olsalar bile Rabbiniz, akın akın gelecek beş bin melekle size yardım edecektir!”14 Aslında bu vasıflarla muttasıf kahramanların, meleklerin desteğine bile ihtiyacı olmazdı. Nitekim bundan sonra gelen ayette buna işaret ediyordu: “Allah, bu yardımı sırf sizi, bir müjdeyle sevindirmek ve bu sayede gönüllerinizi huzur ve güvene kavuşturmak için yapmıştır. Evet yardım/zafer, ancak Azîz (Mutlak galip) ve Hakîm (tam hüküm ve hikmet sahibi) olan Allah tarafından gelir.”15 Karşı cepheye bakan tarafıyla da ilahi inayetin hikmetini Kur’ân şöyle açıklar: “Bir de Allah, düşmanlık yapan kafirlerin bir kısmını mahvetmek, diğerlerini de iyice alçaltarak ümitsizce geri dönmelerini sağlamak için size yardımını göndermiştir.”16
Düşmanlarınızdan Asla Korkmayın!
Uhud hakkında nazil olan ayetlerde üzerinde durulan bir husus da insî-cinnî şeytanların söz ve davranışlarına bakıp düşmana karşı korkaklığa kapılmamaktır. Allah’ın inayetiyle Müslüman topluluğun karşısında duramayan düşmanlar, çoğu zaman münafıklarla gizli ittifak halinde yalan haber ve propagandalarla onları korkutmaya ve yıldırmaya çalışacaktır. Bunun için insî-cinni şeytanlarla da ittifak yaparak mü’minlerin üzerine gelip onları korku damarından yakalamayı planlayacaktır. Halbuki korkaklığın en tehlikelisi, düşman karşısında korkmaktır:
“İşte şeytan, yani kalbinize çeşitli vesveseler vererek sizi korkutmaya çalışan insî-cinnî şeytanlar ve Müslüman görünerek aranıza sızan münafıklar, müşrikleri olduğundan daha güçlü gösterip onlar karşısında cesaretinizi kırmaya çalışacaklardır. Fakat onlar, hakiki mü’minleri korkutup yıldıramazlar. Onlar ancak kendi dostlarını yani kendilerine ve fikirlerine değer veren ve gerçekte iman etmeyen ikiyüzlüleri korkutabilir. O halde hakiki/samimi mü’minler iseniz onlardan değil sadece Benden korkun! Ta ki Benim rızam, sevgim ve inayetimden/desteğimden mahrum kalmayasınız. Dolayısıyla korkacaksanız asıl bunları kaybetmekten korkun!“17 Bunun için korkaklıktan Allah’a sığının18 ve korkacaksanız Allah’tan korkun ki hakiki cesarete ulaşın ve fanilerden korkunuz izale olsun. Zira Allah’tan korkanların, düşmanlarından korkusu kalmaz.
Bir de Ey Resûlüm! “Hakikati inkâr etmede birbirleriyle yarışanların dedikoduları ve pervasızca davranışları, hatta pakt oluşturup inananlara karşı savaş açma hazırlığında bulunmaları, sakın seni endişeye, üzüntüye kapılmaya sevk etmesin! Korkma! Zira Onlar Allah’a zarar veremeyecekleri gibi, O’nun dinine ve hakkı temsil eden mü’minlere de asla kalıcı bir zarar veremeyeceklerdir.”19 Öyle ki bütün insanlar inkâr edip düşmanlık yapsalar bile, Allah’ın mülkünden hiçbir şey eksiltemeyeceklerdir.
Bir de aklınıza “Bu inkarcılar ve Hakka düşmanlık yapanlar hala nimetler içinde yaşamaya devam ediyor hemen niye cezalandırılmıyor?” diye gelirse bunun bir hikmeti şudur: “Allah, o zalimlerin, kendilerine ihsan edilen bütün nimetlerden/güzelliklerden bu dünyada istifade etmelerini böylece kendilerine ahirette hiçbir pay kalmamasını diliyor. Bir de yaptıkları zulüm ve kötülüklerden dolayı cehennemde onları bekleyen korkunç bir azap da vardır.” 20 “Kaldı ki ortada insanın, kendisiyle hem dünya saadetini hem de ebedi hayatı kazanabileceği iman gibi büyük bir hazine varken, küfre/nifaka talip olanlar daha baştan kaybedecekleri bir alış-veriş yapmışlardır. Dolayısıyla iman etmiş gözükerek ihanetle müşriklerle iş birliği yapan taşeron münafıklar, Allah’a ve bizzat korumayı üstlendiği dinine hiçbir şekilde zarar veremezler. Onlar bu tutum ve davranışlarıyla ancak kendilerini ateşe atmış olurlar. Bu gidişle can yakıcı bir azap onları beklemektedir.”21 Ötelerde, mazlumlar karşısında muhakeme edilirken, yaptıkları zulüm ve haksızlıkları sayılıp ortaya döküldüğünde, vicdanları da kendi aleyhlerine şahitlik edecek ve Rab’lerinin bu hükmünü tasdik edecektir.
Devam edecek…
Yazar: Dr. Selim Koç
Dipnot:
- Âl-i İmran Sûresi, 3/118, 119
- Âl-i İmran Sûresi, 3/120
- İbn-i Hişam, Sîre III/19; İbn-i Sa’d, Tabakât, II/36
- Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, 11734; Beyhâkî, es-Sünenu’l-Kübra, 18781
- Bkz. Tevbe Sûresi, 9/98
- Âl-i İmran Sûresi, 3/122
- İbn-i Hişam, Sîre, III/19
- İbn-i Hişâm, es-Sîre, III/19
- Âl-i İmran Sûresi, 3/122
- Tövbe Sûresi, 9/51
- Bkz. Enfal Sûresi, 8/10
- Bu tedbirler için tıklayınız: https://peygamberyolu.com/uhud-ozelinde-efendimizin-sas-hayatinda-tedbir-ve-tevekkul/
- Âl-i İmrân Sûresi, 3/123
- Âl-i İmrân Sûresi, 3/125
- Âl-i İmrân Sûresi, 3/126
- Âl-i İmrân Sûresi, 3/127
- Âl-i İmrân Sûresi, 3/175
- Bkz. Buhârî, Cihâd 25; Daavât 37, 41, 44
- Âl-i İmrân Sûresi, 3/176
- Âl-i İmrân Sûresi, 3/176
- Âl-i İmrân Sûresi, 3/177