İman Esaslarının Özellikleri ve İtikatta Asimilasyon (1)
Müslümanlar, iman esaslarını ve onların özelliklerini iyi bilirlerse hicret ettikleri coğrafyalarda, asimile olmadan yaşamayı başarır ve çevrelerine de daha faydalı fertler olurlar. Aksi takdirde aklî, mantıkî ve ilmî delillere dayalı olmayan iman, şüphe rüzgarları ve dalalet fırtınaları karşısında varlığını devam ettiremez. Daha çok çevreden görülerek öğrenilen ya da anne-babadan miras olarak alınan taklidî imanla fırtınalı vadilerde Müslümanca yaşamak ve Müslüman olarak ötelere intikal etmek zordur. Alimlerimizin çoğunluğuna göre böyle bir iman geçerli olsa da kişi, imanını daha da güçlendirme imkanlarına sahipken bunu yapmadığı takdirde sorumlu sayılır. İşte bu çerçevede her mümin, İslam inanç esaslarını ve onun niteliklerini derinlemesine öğrenmekle mükelleftir.
İman Esasları Sabittir, Değişmez
İslam’ın temel inanç esasları, “Cibrîl Hadisi” olarak da bilinen meşhur hadiste Allah Resûlü tarafından şöyle özetlenir: “İman, Allah’a, meleklere, ilahî kitaplara, peygamberlere, ahirete ve kadere iman etmendir.”1 Bu esaslar, ilk peygamber Hz. Adem’den (aleyhi’s-selam) son peygamber Hz. Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) kadar bu şekilde gelmiş ve kıyamete kadar da değişmeyecektir. Nitekim Kur’ân’da bu hakikat ifade edilirken: “O, Nuh’a buyurduklarını, Sana vahyettiklerimizi İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya buyurduklarımızı size din kıldı ki o dini doğru anlayın ve ayrılığa düşmeyin.”2 buyurulur.
Cenab-ı Hak, “…Bundan önce de bu Kur’an’da da size Müslüman adını veren O’dur…”3 buyurarak daha önceden gelen Peygamberleri ve onlara inananları, Müslüman olarak isimlendirdiğini de ifade eder. Yine Hz. İbrahim’e hitap edilirken “Rabbi o’na, ‘Kendini can u gönülden Hakka teslim et! (İslam ol!)’ deyince O derhal, ‘Alemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti. Bu dini, İbrahim de oğullarına vasiyet ettiği gibi Yakup da öyle yaptı ve: ‘Evlatlarım! dedi, Allah sizin için bu dini seçti. Sakın Müslümanlıktan başka bir din üzerine ölmeyin.”4
Bütün bunlar ve buraya almadığımız emsali ayetler, farklı devirlerde ve farklı coğrafyalarda gönderilen Peygamberlerin Müslüman ve onların tebliğ ettikleri dinin de “İslam” olduğunu açıkça göstermektedir. İslâm, son din olarak seçilmesinin yanında kendisinden önce gönderilen bütün dinlerin de ana esaslarını ihtiva eder. Bunun içindir ki Kur’ân, bütün Müslümanlardan, Peygamberimizden önce gönderilen peygamberlere ve onlara indirilenlere de iman etmesini ister: “Deyiniz ki: Biz Allah’a, bize indirilen Kur’ân’a, keza İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yâkub’a ve onun torunlarına indirilene ve yine Mûsa’ya, İsa’ya, hülasa bütün peygamberlere Rab’leri tarafından verilen kitaplara iman ettik. Onlar arasında asla bir ayırım yapmayız. Biz yalnız O’na teslim olan Müslümanlarız.”5
Dolayısıyla İslâm’da iman esasları sabittir; çağlara ya da coğrafyalara göre asla değişmez ve değişikliğe de uğratılamaz. Bu manada tevhid ve iman esasları adına Allah Resûlü, hicretten önce ne dediyse Medine’de de kendisine yöneltilen sorular karşısında aynı şeyleri söylemiştir. Mesela, Mekke’de müşrikler, kendisine gelip “Bize, Rabbinin nesebinden bahset!” demişlerdi. Onların bu talebi üzerine İhlas Sûresi nazil olmuş; Peygamberimiz de kendilerine bu sureyi okumuştu: “De ki: O, Allah’tır, gerçek İlahtır ve Birdir. Allah, Samed’dir. Ne doğurdu ne de doğuruldu. Ne de herhangi bir şey O’na denk oldu.”6 Medine’ye hicretten sonra Yahudi ve Hristiyanlar da gelip aynı soruyu sorduklarında Peygamberimiz, onlara yine bu sureyi okuyarak cevap vermişti.7
İman Esasları, Kesinlik İfade Eder
İslam’da iman esasları kat’iyet ve yakîn yani kesin bilgi ifade ederler. Zira bu temel esaslar, Kur’ân’a ve mütevatir hadislere dayanır. Kur’ân, “İşte o Kitap! Şüphe yoktur onda.”8 ayetiyle sabittir ki verdiği haberler ve bilgilerle bütünüyle hak olan bir Kitap’tır. Bundan dolayı mü’minler, Kur’ân ile sabit olan iman esaslarında hiçbir şüphe duymazlar. İman, en küçük bir şüpheyi kabul etmez. Zira şüphe, imandan daha ziyade inkara yakındır. Kur’ân ve mütevatir sünnetle belirlenen esasları inkâr edenler kesinlikle dalalete düşerler: “Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, resullerini ve ahiret gününü inkâr ederse hakikatten iyice uzaklaşmış, sapıklığın en koyusuna dalmış olur.”9
Müslüman, aksine ihtimal vermeyecek şekilde imanı kesin olan kimsedir. Böyle bir imana “yakîn” de denmektedir.10 Her mümin, imanının bu niteliğine dikkat etmelidir. İslam alimleri, genel olarak her ne kadar “Taklidî iman makbuldür.”11 dese de imanî meselelerde taklitle yetinmeyi doğru bulmamış hatta bununla yetinenlerin günahkar olacağını belirtmişlerdir.12
Bediuzzaman, imanın yalnız icmâlî bir tasdikten ibaret olmadığını belirterek, bununla yetinmenin tehlikesine şöyle dikkat çeker: “Taklidî bir iman, hususan bu zamandaki dalalet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkiki iman ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Bu seviyede bir imanı elde eden bir kimsenin iman ve İslamiyeti, dehşetli dinsizlik kasırgalarına da maruz kalsa, o kasırgalar bu iman kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkumdur. Böyle bir imanı kazanan kimseyi, en büyük filozoflar bile herhangi bir vesvese ya da şüpheye düşüremez. Taklidî imana sahip olan kimse ise çabuk şüphelere mağlup olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikî de pek çok mertebeler var. O mertebelerden ilmelyakîn mertebesi, çok burhanların kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidî iman bir şüpheye karşı bile bazen mağlup olur.”13
Yine Peygamber Efendimiz: “Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve Ben O’nun Resûlüyüm. Bu iki hususta şüpheye düşmeden Allah’a kavuşan kimse Cennet’e gidecektir.”14 buyurarak, yakîn içinde Rabbine ulaşmayı, cennete girmenin bir vesilesi saymıştır. Zira bu iki esasa hakiki iman, diğer bütün iman ve İslam esaslarını da içine alır.
Dolayısıyla çocukluk devresinde kendilerine öğretilen dinî inançları, büyük ölçüde kabul eden fertler, büyüdükçe bunları kaynaklarından tekrar derinlikli okumalı, üzerine düşünmeli, akıl, mantık ve ilmî bilgilerden istifade ederek hür iradeleriyle yeniden iman etmelidirler. Kur’ân da: “Ey iman edenler! Allah’a, Resûlüne, gerek Peygamberine gerekse daha önce indirdiği kitaplara iman edin..”15 ayetiyle, inananları imanda sebatın yanında böyle bir derinlik arayışına da davet etmektedir. Aksi takdirde imanî meselelerde ve inançlarında kendilerini yeterli görüp tahkik ve derinleşme arayışına girmeyenler, içinde yaşadıkları hâkim kültürden daha çok etkilenecek, zihnen ve fikren kaosa sürüklenerek itikadî ve ahlakî açıdan asimile olma sürecine gireceklerdir.
İmanda tahkiki elde edenler ise Allah Resûlü (sallallhu aleyhi ve sellem) gibi sabit-kadem olacak dünyevî hiçbir şeye imanını değişmeyecektir. Kendisini himaye eden amcası Ebu Talib, müşriklerin baskısı ile O’na, imanından vazgeçmesini ve iman davasına hizmetten biraz geri durmasını teklif edince şu tarihî duruşu sergilemişti: “Ey Amca! Allah’a yemin ederim ki güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, Ben iman davasından asla vazgeçmem! Ya Allah bu dini hâkim kılar ya da Ben bu yolda ölürüm!”16
İman Esasları, Bölünme Kabul Etmez
İman esasları bölünme, parçalanma kabul etmeyen bir bütündür. Bediuzzaman’ın ifadesiyle, “İman, altı rükünden çıkan öyle vahdanî bir hakikattir ki tefrik kabul etmez. Öyle bir küllîdir ki bölünme (tecezzi) kaldırmaz. Çünkü imanın her bir rüknü, kendini ispat eden delilleriyle diğer iman esaslarını da ispat eder. Her biri diğerine gayet kuvvetli bir hüccet olur.”17
Bu çerçevede iman esaslarından birine inanılmadığı takdirde İslâm dininden çıkılmış olur. Kur’ân’ın bu konudaki hükmü açıktır: “Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında rezil ve rüsvaylık, kıyamet gününde ise en şiddetli ateşe atılmaktır.”18
Dolayısıyla her mü’min, Kur’ân ve Allah Resûlü’nün bildirdiği şekliyle iman esaslarına bir bütün olarak inanmalıdır. Bu esasların bölünmezliği şuurunu, kalp ve kafasında inşa edememiş mü’minler, içinde yaşadıkları farklı toplum ve kültürlerin çeşitli felsefî inanç ve yorumları karşısında sarsılacaktır. Ve zamanla yaşayacakları gel-gitler hiç beklenmedik bir zamanda şüpheye ve vesveseye yenik düşmelerine ve bu da İslam’dan kopmalarına sebep olacaktır. Zira bunun sonucunda imanla küfrü tek kalpte bulundurma gibi bir dalalete sürükleneceklerdir. Allah Resûlü, “İman ile küfür, aynı anda bir kimsenin kalbinde bir araya gelmez.”19 buyurarak bu büyük tehlikeye karşı dikkat çekmiştir.
Kur’ân da “İman edip, imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte korkudan emin olma onların hakkıdır ve hidayete erenler de onlardır.”20 buyurarak bu tehlikeye dikkat çeker. Zira ayetteki “zulüm” kavramının “şirk” olduğunu açıklayan Allah Resûlü, Müslümanlara imanlarını gizli-açık her türlü şirkten korumaları gerektiği dersini vermiştir. Efendimiz’in getirdiklerinin bir kısmına iman edip bir kısmına inanmamak da en büyük zulümlerden birisidir.
İman hususunda hiçbir parçalanmayı, bölünmeyi kabul etmeyen Cenâb-ı Hak, aynı zamanda müminleri şöyle buyurarak ikaz da etmektedir: “Ey iman edenler! Allah’a, Resûlüne gerek Resûlüne indirdiği gerek daha önce indirdiği kitaplara imanınızda sebat edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, resullerini ve ahiret gününü inkâr ederse hakikatten iyice uzaklaşmış, sapkınlığın en koyusuna dalmış olur.”21
Bu ayetten de anlaşılıyor ki iman edilecek hususlardan birisini bile kabul etmemek, bütün Kur’ân’ı inkâr gibidir. Hz. Ali’nin ve Abdullah İbn-i Mes’ud’un ifadesiyle: “Kim Kur’ân’ın bir harfini inkâr edecek olsa bütün Kur’ân’ı inkâr etmiş gibi olur. Çünkü Kur’ân, Allah’ın kelamıdır ve O’ndan bir şeyi reddeden Allah’ın emir ve yasaklarının hepsini reddetmiş olur.”22
Aynı şekilde Kitaplara iman hakikatinde de Kur’ân’ı kendi içinde parçalamaya kalkmadan bir bütün olarak iman edilmelidir. Bu hususta Cenâb-ı Hak, işlerine gelmeyen hükümlere uymamak ve onları yürürlükten kaldırmak için kitaplarını tahrif eden geçmiş ümmetleri de nazara vererek, mü’minleri şöyle ikaz eder: “Onlar ki şimdi de Kur’ân’ı -bir kısmını kabul, bir kısmını redderek- bölük bölük, paramparça ediyorlar. O Kur’ân’ı işlerine geldiği gibi parçalara ayıranlar yok mu; Rabbine andolsun ki yaptıklarından dolayı onların hepsini sorguya çekeceğiz.”23
Dolayısıyla Kur’ân bir bütündür ve hepsi Allah katındandır. Onun hiçbir ayeti gereksiz, manasız ve değersiz görülemeyeceği gibi hiçbir hükmü de değiştirilemez ve kaldırılamaz. Müminler, alimlerinin rehberliğinde içinde yaşadıkları çağın ihtiyaç ve şartlarına göre ondan istifade etmeye çalışırlar. Aksi takdirde, “Şurası aklıma yatıyor, şurası yatmıyor, ya da şu hükmü kabul ediyorum fakat şu hükmü kabul edemiyorum ya da şu asırda bu da olur mu?” vs. yaklaşımlar, ancak heva ve heveslerine göre yeni bir din ve kitap icad etmek isteyenlerin söz ve icraatı olabilir. Bundan dolayıdır ki Allah (celle celaluhu), “Onların çoğu şirk koşmadan Allah’a iman etmezler.”24 buyurarak, müminleri bu ve emsali dalaletlere düşmekten şiddetli ve çok veciz bir şekilde uyarmaktadır.
Bundan dolayıdır ki Hz. Ebû Bekir, Allah Resûlü döneminde zekât verdikleri halde daha sonra “Allah’ın emirlerinin hepsini yerine getiririz fakat zekât vermeyiz diyerek İslam’ın bütünlüğünü bozmaya kalkışanların karşısında durmuş ve onlara şu tarihi ikazı yapmıştır: “Allah’a yemin ederim ki namazla zekâtın arasını ayıranlarla mutlaka mücadele edeceğim. Çünkü zekât, malın üzerinde fakirlerin, miskinlerin… hakkıdır. Allah’a yemin olsun ki Resûlüllah’a verdikleri bir deve yularını bile bana vermekten kaçınırlarsa sırf bu sebepten dolayı onlarla savaşırım.”25 Dolayısıyla böyle bir yaklaşım ve uygulama nerde, ne zaman ve İslam’ın hangi emir ve nehiyleriyle ilgili olursa olsun hüküm değişmeyecektir. Zira iman ve İslam esaslarının bütünlüğünü bozmak hangi gerekçeye dayandırılıyor olursa olsun bu dinin tahrifidir.
Kur’ân, İslam’ın kendi içinde bir bütün olduğunun üzerinde ısrarla dururken diğer taraftan iman esaslarının arasında ayırımı da reddettiğini peygamberler üzerinden şöyle örneklendirir: “… O kimseler ki Allah’ı tanıdığını iddia ettiği halde peygamberlerini tanımayarak, Allah ile elçilerini birbirinden ayırmak isterler. Ve o onlar ki ‘Biz, Resullerin bazısına iman eder, bazısını reddederiz.’ derler ve bununla iman ile küfür arasında bir yol tutmak isterler. İşte onlar kafirlerin ta kendileridir…”26
Zira böyle parçacı bir yaklaşım İslam dininin, sübutu ve delaleti kesin olan hükümlerinden birisini yok etmek demektir ki bu da ona yeni bir şekil vermek ve tahrif etmektir. Bu açıdan ayetten anlaşılan, Allah Resûlü’ne bütün getirdikleriyle iman etmek, imanın rükünlerindendir. Dolayısıyla Cenab-ı Hakkın gönderdiği peygamberler arasında ayırım yapan inkara girer: “…Biz peygamberler arasında ayırım yapmayız.”27 ayetinin hükmünce mesele zaten hükme bağlanmıştır.
Yazar: Dr. Selim Koç
Dipnot:
- Buhârî, İman 37; Müslim, İman 1-5; Ebû Dâvud, Sünnet 16; Tirmizî, İman 4
- Şûra Sûresi 42/13
- Hac Sûresi 22/78
- Bakara Sûresi 2/131,132
- Bakara Sûresi 2/136
- İhlas Sûresi 112/1-4
- Tirmizî, Tefsîr 92; İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî 13/505
- Bakara Sûresi 2/2
- Nisa Sûresi 4/136
- Geniş bilgi için bkz. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri
- Taftazânî, Şerhu’l-Makasıd 2/264
- Aliyyü’l-Kârî, Fıkhı Ekber Şerhi 383; Sâbûnî, El-Bidaye fi Usuli’d-Dîn 89
- Bkz. Sözler, s. 749; Emirdağ Lahikası 63. Mektup
- Müslim, İman 44
- Nisa Sûresi 4/136
- İbn-i Hişâm, Sîre 1/170
- Bkz. Âsay-ı Musa, s. 59, 60
- Bakara Sûresi 2/85
- Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 8593. Hadis
- En’am Sûresi 6/82
- Nisa Sûresi 4/136
- İbn-i Ebu Şeyde, Musannef 10/513; Suyûtî, Câmiu’l-Kebîr 15/236
- Hicr Sûresi 15/91-93
- Yusuf Sûresi 12/106
- Buhârî, İ’tisam 2; Zekat 1, 40; Müslim, İman 32
- Nisa Sûresi 4/150
- Bakara Sûresi 2/285