Uhud Özelinde Cephe ve Münafık

824

Uhud yolunda Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) geceyi “Şeyhayn”da geçirmiş ve seher vakti kalkmıştı. Teheccüd namazının edasından sonra Uhud’a doğru hareket emrini vermişti. Sabah namazı orada ikâme edilecekti. Zaten ordu Uhud’a vardığında namaz vakti de yeni girmişti. Varır varmaz ilk iş olarak Peygamber Efendimiz, Hz. Bilal’e ezan okumasını emretmişti. Uhud dağı Hz. Bilal’in ezanıyla yankılanırken müminler de saf bağlamaya başlamışlardı.   Şafak sökün ederken başlayacak olan savaşın öncesinde, birçoğu belki de Allah Resûlü’nün arkasında son namazlarını kılacaktı. 

Namaz kılınmış ve dualar tamamlanmıştı. Allah Resûlü kalkmış ve ordusunu saf düzenine sokmaya başlamıştı. Her şey yolunda gidiyordu. Görünürde aksayan hiçbir şey yoktu. Fakat Abdullah İbn-i Übeyy İbn-i Selûl’ün bulunduğu yerden bazı sesler ve homurdanmalar duyuluyordu. Anlaşılan o ki orada ekstra bir durum vardı. 

Münafıklar Fitne Tohumu Ekiyor: “Bizim Fikrimize Değer Verilmedi!”

Abdullah İbn-i Übey İbn-i Selûl, tam savaş pozisyonu alınırken, istişare edilen dakikalara geri dönmüş alınan kararı eleştiriyor, askerlerin içine fitne tohumları atmaya çalışıyordu: “Ey insanlar! Muhammed, gençlerin sözünü dinleyerek onlara itaat etti. Benim görüşümü kâle almadı. Şimdi biz ne diye burada ölelim ki? Haydi, Medine’ye geriye dönüyoruz!”1

İbn-i Übey’in bu ani çıkışından öyle anlaşılıyor ki bu daha önceden yapılmış bir plandı. Yoksa bu fikrini Medine’de yola çıkılmadan önce açıklar ve oraya kadar gelmezdi. Orduyu Medine’den uğurlar ve Müslümanların başına gelecekleri beklemeye koyulurdu. Fakat o bunu yapmadı. Çünkü cepheye kadar gelip ordu tam vuruşmak için son hazırlıklarını yapmak üzereyken ayrılmayı planladı. Bundan dolayı önce Uhud’a kadar gelip birlik ve beraberlik görüntüsü verdi. Sonra tam çarpışma başlamak üzereyken düğmeye bastı. İşi, “Benim fikrime ve tecrübelerime, değer verilmedi” noktasına getirip oyun bozanlık yaptı. Bu planıyla o, vuruşmaya ramak kala askerin cesaretini kırmak ve morallerini altüst etmek istemişti. 

Münafık oyununu oynamış, söyleyeceğini söylemişti. Fakat bu söz sıradan bir cümle değil, tam cepheye motive olmuş asker üzerinde soğuk duş etkisi yapacak bir sözdü. Nefislerde, şüphe uyandıracak ve insanlara: “Belki de haklılık payı vardır. Doğru, niçin gençlerin yönlendirmeleriyle hareket ettik ki? Bunca tecrübeli insanımız varken onların fikri esas alınmalı değil miydi? Acaba biz de mi geri dönsek” dedirtecek bir sözdü. Tam savaş için meydana çıkılırken ölüm riski karşısında insanın nefsini okşayan bir yaklaşımdı. Şeytan, mücadeleye an kala bu kez zahiren içlerinden birini kullanarak onlara sağdan yaklaşıyordu.

Nifak Operasyonuna Kapılanlar ve Etkilenenler!

İbn-i Übey’in bu konuşması üzerine üç yüz kişilik bir grup kendisine tabi oldu ve ordudan ayrıldı. Bu azımsanacak bir rakam değildi. Bin kişilik ordunun üçte biri son anda cepheden ayrılıyordu. İslam ordusu daha mücadele başlamadan kendi içinden hançerleniyordu. Münafık yine tuzak kurmuş karakterinin gereğini sergilemişti. Buna karşı bir şey yapılmalıydı. İşte tam bu sırada yine onların kabilesi olan Hazrec’den Abdullah İbn-i Amr İbn-i Haram ortaya atıldı. Önlerine geçti ve onları içine düştükleri bu ihanetten geri çevirmeye çalıştı: “Ey kavmim! Sizi, Allah’ı şahit tutarak uyarıyorum! Kabilenizi ve Peygamberinizi, düşman karşısında yalnız bırakarak hüsrana uğratmaya kalkmayın. Kaybeden siz olursunuz!”2

Ancak Abdullah İbn-i Amr’ın bu hamlesi de onları bu ihanetlerinden vazgeçirmeye yetmemişti. “Fitne, bozgunculuk katilden daha beterdir…”3 hükmünce bu söylentilerden etkilenmeye başlayan Müslümanlar da oldu. Münafıkların suret-i haktan görünerek yaptıkları bu çıkışları bir an içlerine gevşeklik ve korku saldı. Hazreç kabilesinin iki boyu olan Hariseoğulları ve Selimeoğulları da geri dönmeyi düşünmeye başladı. Üç yüz insanın oluşturduğu nifak ve fitne girdabı, onları da yutmak üzereydi. Son anda Abdullah İbn-i Amr İbn-i Haram’ın yiğitçe yaptığı ikazları, niyetleri samimi olduğu için bunların üzerinde etkili olmuş, bu münafık güruhun arkasına takılıp sürüklenmeden kurtulmuşlardı.

Adım adım Allah Resûlü’nü ve güzide ashabını takip eden Kur’ân, bu iki topluluğun o an yaşadığı ikilemi bize şöyle haber verir: “Hani o zaman içinizden iki bölük, Allah kendilerinin yardımcıları olduğu halde, korkarak geri çekilmeye yeltenmişlerdi. Halbuki mü’minlere düşen, yalnız Allah’a dayanıp güvenmeleridir.”4

 Allah’ın inayeti imdatlarına yetişmiş, ruhlarına itmi’nan, kalplerine yeniden cesaret salınmış ve korunmuşlardı. Bunun yanında kendilerine, Bedir’de üç bin melekle gönderilen ilahi yardım hatırlatılmış,5 sabırlı ve disiplinli davranırlarsa, müşrikler, üzerlerine çok güçlü ordularla gelmiş olsalar bile beş bin melekle te’yid edilecekleri müjdesi de verilmişti.6

Uyarıları Hafife Alanların Mazereti:“Savaş Olacağını Sanmıyoruz!”

Diğer asıl münafık güruh ise Resûlullah’ın ve Abdullah İbn-i Amr’ın çağrısına icabet edeceklerine ikazları hafife aldılar ve şöyle dediler: “Biz savaş olacağını zannetmiyoruz. Şayet bir harp olacağına inansaydık sizi yalnız bırakmazdık.” Kastettikleri, Müslümanların savaşmaya fırsat bulamadan Mekkeliler tarafından işlerinin bitirilecekleriydi. Onlar bu sözleriyle inananların kalbine korku salmaya çalışıyorlardı. Hz. Abdullah İbn-i Amr ise onların bu inat, isyan ve tuğyanları karşısında izzetli duruşundan hiçbir şey kaybetmedi ve onlara haddini bildiren son sözlerini söyledi: “Gidin, ey Allah’ın düşmanları! Allah sizin şerrinizden bizi korusun! Allah, Nebisini zaten sizin desteğinize muhtaç bırakmayacaktır.”7

Çok geçmeden de haklarında ayet inmiş ve onların iç yüzlerini beyan ederek şahsiyetlerini deşifre etmişti: “…O münafıklara: ‘Gelin, Allah yolunda savaşın veya hiç olmazsa düşmanınızın size ve ailelerinize saldırmasını önleyin!’ denildiğinde: ‘Biz savaş olacağını bilseydik size katılırdık’ dediler. Doğrusu o gün onlar imandan ziyade küfre yakın idiler. Onlar, ağızlarıyla, kalplerinde olmayan şeyleri söylüyorlardı. Ama Allah onların gizlediklerini pek iyi bilir.”8

Münafığın Her Zamanki İddiası:“Bize Danışılsaydı, İnsanlar Boşuna Ölmezdi!”

Ancak öyle anlaşılıyor ki münafıkların hepsi ordudan ayrılmamış, bazıları planlı bir şekilde cephede bırakılmışlardı. Bekleyecekler ve savaşın seyrine göre fitne çıkarmaya devam edeceklerdi. Şayet Müslümanlar zafer elde ederlerse ganimete ortak olacaklardı. Okçular tepesindeki askerlerin yerini terk etmesi üzerine derin bir sarsıntı yaşanmaya başlayınca içlerinden bazıları hemen bir köşeye çekilmiş ve misyonlarını eda etmeye başlamışlardı: “Savaşın nasıl yapılacağı hususunda bizim fikrimiz alınsaydı, bu kadar insan burada boşuna ölmezdi.”9

 Kur’ân, onların bu faaliyetlerini deşifre ederek kendilerine şöyle cevap verilmesini emreder: “Onlar (münafıklar), oturup kardeşleri hakkında, ‘Bizi dinleselerdi öldürülmezlerdi’ diyenlerdir. De ki (Ey Resûlüm!): ‘Eğer sözünüzde doğru iseniz ölümü başınızdan savın.”10

Nifak sahibi bu kimseler daha cephede böyle söyleyerek ordudan ayrılan elebaşlarının asıl hedeflerinin ne olduğunu ortaya koymuşlardı. Halbuki daha önce, “Savaş olacağını bilsek size katılırız” demişlerdi. Esasen onlar bu yaklaşımlarıyla, Müslüman askerleri savaştan kaçmaya teşvik ettiklerini, teşvikleri tesirli olmayınca da gücendiklerini bundan dolayı da savaşta şehit olanları küçümsediklerini, onların öldürülmelerine sevindiklerini ve bütün bunlardan öte Allah’ın takdir ettiği eceli inkar ettiklerini itiraf etmişlerdir.11

Kur’an onlara bu meydan okumanın ardından ölenlerin nasıl büyük bir mükafata sahip olduğunu da haber vererek kendilerinin ne kadar büyük bir kayıp içinde olduklarını da bildirir: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma! Bilakis onlar diridirler; Allah’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhardırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir korku olmayacağına ve üzüntü hissetmeyeceklerine dair de müjde vermek isterler. Onlar Allah’ın nimeti ve lütfu ile ve Allah’ın müminlere olan mükafatını zayi etmeyeceği müjdesiyle de sevinirler.”12

Münafıklar Yanılmaz!: “Biz Karar Mercii Olsaydık, Bunlar Yaşanmazdı!”

Uhud’da bu olaylar yaşanırken diğer taraftan inen ayetlerle herkesin iç portresi de ortaya konuluyordu. Cephede can derdine düşenler, ölümle burun buruna gelince içlerindekini dökmeye başlamışlardı: “Bir kısmınız ise can derdine düşmüş, Allah hakkında cahiliye devrindekine benzer gerçek dışı şeyler düşünüyor ve ‘Bu işin kararlaştırılmasında bizim yetkimiz mi var? Ne gezer!’ diye söyleniyorlardı…” Karar mercii onlar olsaydı, bütün bu acıların yaşanmayacağını söyleyip kendilerini şimdiden yüceltmeye ve pazarlamaya başlamışlardı.

Fakat Allah (celle celaluhu), onların bu kuru iddialarına karşı: “…De ki: ‘Bütün yetki ve karar Allah’a aittir.” buyurarak nihai hükmü verenin Kendisi olduğunu ilan etmiştir. Bunun yanında onların asıl maksatlarının ise Peygamberimizi yıpratmak ve konumunu sarsmak olduğunu bildirmiştir: “Onlar aslında içlerinde sana karşı açığa vuramadıkları bir şeyler saklıyor ve kendi aralarında: ‘Bu emir ve komuta işinde bizim de bir payımız olsa (ya da sözümüz tutulsa, Muhammed’in va’di yerine gelseydi) şimdi burada olmaz, öldürülmezdik.’ diyorlardı. Şehitler üzerinden bir algı yönetimi planlayarak Medine’de hakimiyeti ele geçirmek istiyorlardı. Fakat buna karşı Kur’an: “…De ki: ‘Siz evlerinizde dahi olsaydınız haklarında ölüm takdir edilenler, mutlaka düşüp ölecekleri yerlere doğru çıkacaklardı…” buyurarak,onlara takdirin değişmeyeceğini bir kez daha ders vermiştir.   

Ayetin sonunda ise yaşananların hikmeti üzerinde durulmuş ve zahiri acı bu hadisenin batınî boyutu ortaya konmuştur: “Allah, sizin içinizde olanları sınamak her türlü vesvese ve kirden arındırıp pırıl pırıl yapmak içindir ki bunu başınıza getirdi. Allah sinelerin özünü dahi bilir.”13

Münafığa, Oğlu Dersini Veriyor: “Allah’ın Yaptığında Hayır Vardır.”  

İktidar sevdasının gözlerini kör, kulaklarını sağır ettiği baş münafık Abdullah İbn-i Übey İbn-i Selûl ve etbaı, yanı başında yaşayan son Peygamber Hz. Muhammed’e (sallalalhu aleyhi ve sellem) iman edememişti. Ancak oğlu Abdullah Müslümanlar arasındaydı. Hatta Uhud’a katılıp yaralananlar arasında o da vardı. Uhud dönüşü babası ileri geri konuşunca ona ilk haddini bildiren de kendisi olmuştu. Abdullah gece boyu yaralarını tedaviyle meşgul olurken babası ona, “Ben, senin onunla savaşa katılmanı tasvip etmedim. Muhammed de beni dinlemedi. Maalesef gençlerin sözüne kulak verdi. Vallahi ben, sonucun böyle olacağını görüyor gibiydim” diyor ve moralini bozmaya çalışıyordu. Bunun üzerine Abdullah babasına: “Allah’ın, Resûlü’ne ve Müslümanlara takdir ettiği ve yaptığı her şeyde hayır vardır!” diyerek müthiş bir iman ve teslimiyet dersi vermişti.

Geriye Dönenlerin Durumu Değerlendiriliyor

Cepheden geriye dönen ve İslam ordusunu adeta arkadan hançerleyen bu güruha karşı ne yapılacaktı. Bunlar yaptıkları ihanetleriyle baş başa bırakılıp kendilerine, hiçbir şey olmamış gibi mi davranılacaktı. Ordu Medine’ye girdikten sonra Müslümanlar arasında bu mesele konuşulmaya başlanmıştı. İçeride gözüküp fırsat gözetleyen bu sinsi gruba karşı kalıcı bir çözüm bulunmalı ve tedbir alınmalıydı. Bunun için bazıları bu tuzağı kuranların ele başlarının ya da hepsinin öldürülmesini teklif ederken diğerleri bu teklifi isabetli bulmuyor, karşı çıkıyorlardı. Bu tartışmalar devam ederken konuyu çözüme kavuşturan ayet de nazil oldu: “İşledikleri bunca cürüm sebebiyle Allah kendilerini baş aşağı getirdiği halde, durum bu kadar belli iken ne diye münafıklar hakkında hüküm verirken kalkıp birbiriyle çekişen iki fırka haline geliyorsunuz? Allah’ın, (yapıp ettiklerinden dolayı) saptırdığını siz mi yola getirmek istiyorsunuz? Her kimi Allah şaşırtırsa artık sen ona yol bulamazsın.14

Bu münasebetle, ayetin ilk kısmında tam mücadele başlayacakken geri çekilen kimselerin zaten kendilerini helake sürükledikleri ifade edilerek, onlar üzerinden tartışmanın ve ihtilafa düşmenin isabetsiz olduğu ve bunun İslam toplumuna bir şey kazandırmayacağı ifade edilir. İkinci olarak “..Allah’ın saptırdığını siz mi yola getirmek istiyorsunuz..?” buyrularak, onları doğru yola sevk etmek için yapılacak her türlü baskının  bir anlam ifade etmeyeceği ve müminin böyle bir vazifesinin olmadığı belirtilir. Son  olarak da, “..Her kimi Allah şaşırtırsa artık sen ona yol bulamazsın.” denilerek, kendi iradeleriyle dalalet yolunu tercih eden kimseler için artık yapılabilecek bir şeyin olmadığı vurgusu yapılır. Hatta bu ayetin peşinden gelen diğer ayette: “O münafıklar, kendileri küfre yuvarlandığı gibi sizin de küfre yuvarlanmanızı ve dalalette eşit hale gelmenizi arzu ederler..” buyrularak, münafıkların içlerinde gizledikleri farklı bir niyetleri daha deşifre edilir. Bu vesileyle müminler, onların bu anlamda kurabileceği başka tuzaklara düşmemeleri için uyarılır. Hem onların hem de Medine dışındaki emsallerinin “İnanıp Allah yolunda hicret edecekleri ana kadar da dost ve sırdaş edinilmemeleri gerektiği…”15 hükme bağlanır.

İnen bu ayetlerle mesele açıklığa kavuşunca Efendimiz de (aleyhissalatü vesselam) Medine’nin farklı bir hususiyetini dile getirir: “Burası Medine’dir. Ateş nasıl gümüşün pasını giderirse o da manevi kirleri yok eder.”16 Yine O’nun bir diğer ifadesiyle: “..Medine, tıpkı körüğün curufu ayırması gibi insanların kötüsünü defedip ayırır.”17 buyurarak bundan sonra önemli olan şeyin Medine toplumunun manevi atmosferi olduğunu belirtmiş ve zamanla onların, şehrin sahip olduğu bu ruhani ortamda eriyecekleri tespitini yapmıştır. Erimeyeceklerin ise bir şekilde Medine’de kalmayacaklarını, şehirden ayrılacaklarını söylemiştir. Bununla O, çok farklı yönleri olan “münafıklar” sorununun çözümünü, İslam toplumunun hal diline ve İslam ahlakının güzel temsiline bağlamış ve zamana bırakmıştır. 

Sonuç

Zaman akıp gitse asırlar değişse de tarih boyunca münafıkların temel karakteristik özellikleri değişmemiştir/değişmez. Bu mevzuda Kuran ayetleri ve Peygamberimizin hayatı dikkatlice takip edildiğinde onların söz, tavır, fiil ve hareketleriyle tam olarak ortaya konuldukları görülür. Bu yüzden münafıkların büyük bir korkusu da içlerinde gizledikleri kötü emel ve planlarının gelen vahiyle deşifre edilmesi korkusudur.18

Kur’ân ve sünnette onların temel vasıfları verilirken birçok farklı özellikleri nazara verilir. Bunlardan bir tanesi de cepheden kaçmak, kendisine ihtiyaç duyulduğu bir dönemde can ve mal derdine düşüp cepheyi terk etmektir. Her cepheyi terk eden münafıktır denmese bile nifaktan bir alâmet taşıyor demektir. Bundan dolayı Kur’ân, bu hususta müminleri uyarır ve bunun Allah’ın gazabını celbeden büyük bir günah olduğunu şöyle ifade eder: “Ey iman edenler! Kafirlerle cephede karşılaştığınız zaman sakın arkanızı dönüp kaçmayın! Mevzi değiştirme veya taktik icabı geri çekilme gibi durumlar dışında kim öyle bir günde savaştan kaçarsa, Allah’ın gazabına uğrar ve gideceği yer cehennem olur. Orası ne kötü bir varış yeridir!”19

Bir mütefekkirimizin ifadesiyle sonlandıracak olursak: “Yerinde durup mevziini koruma, düşmanının planlarını tersyüz etme ve hedefe varmanın en birinci vesilesidir. Cepheyi terk edip ayrılanlar ise, yerlerinden ayrıldıkları andan itibaren kaybetme yoluna girmiş sayılırlar. Her cephe firarisi, evvela kendi vicdanında, sonra tarih ve gelecek nesiller karşısında kendini mahkum etmiş, dolayısıyla da maksadının aksiyle tokat yemiş sayılır. Her yüce davada, yerinde sebat edip cepheyi koruma ise bir yiğitlik nişanesidir. Esintilere göre yüzüp-gezen nefsin azat kabul etmez kulları bunu anlamasalar, anlamak istemeseler de insan olan insan, hakikati bir kere anlayıp idrak ettikten sonra, menfaatler onun ayağına zincir vuramaz; korku, yolunu kesip onu engelleyemez…”20

Yazar: Dr. Selim Koç

Dipnot:

  1. Vakıdî, el-Meğâzî, I/199-200; İbn Hişam, es-Sîre, III/19; Vakıdî, münafıkların reisinin geri dönüş hamlesini burada yaptığını belirtirken, İbn-i Hişâm, bu fitnenin daha tam Uhud’a varılmadan önce “Şavt” denilen yere ulaşıldığında çıkarıldığını belirtir.
  2. İbn Hişam, es-Sîre, III/19
  3. Bakara, 2/191
  4. Âl-i İmran, 3/122
  5. Bkz. Âli İmran, 3/123-124
  6. Bkz. Âl-i İmran, 3/125
  7. İbn Hişam, es-Sîre, III/19; Vâkıdî, Meğâzî, I/200
  8. Âl-i İmrân, 3/166-167
  9. Vakidî, Kitabu’l-Meğâzî, I/296; İbn Hacer, el-İsâbe, s., 1442
  10. Al-i İmran, 3/168
  11. Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Al-i İmran 168. ayetin tefsirinde
  12. Al-i İmran, 3/170-171
  13. Âl-i İmran, 3/154
  14. Nisa Suresi, 4/88
  15. Bkz., Nisa Suresi, 4/89
  16. Buhârî, Tefsir 15; Müslim Münafıkûn 6
  17. Buhârî, Fedailu’l-Medine 2, Müslim, Hac 488
  18. Bkz. Tevbe, 9/64
  19. Enfal, 8/15-16
  20. F. Gülen, Ölçü ve Yoldaki Işıklar
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.