Bedir’in istişaresi ve Ensar’ın yiğitliği
Yola çıktıkları günden bu yana oruç tutan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), daha önce ifade ettiği hâlde orucunu açmak istemeyen ashâbına seslenecek ve:
– Ben orucumu açtım, sizler de açın, diyerek bugünden sonra oruca niyet etmemelerini emir buyuracaktı.
Böylelikle ashâb-ı kirâm hazretleri, yolculuk ve savaş gibi durumlarda oruç tutmama ruhsatını da öğrenmiş oluyorlardı. Zira Cibril-i Emîn’in getirdiği âyetlerde bu konu ele alınmış ve Resûlullah da bunları ashâbına tebliğ etmişti.
Safrâ denilen yere geldiklerinde, Resûlullah karşılarına çıkan iki dağın adını sorup burada yaşayan ahalinin hangi kabileye mensup olduklarını öğrenmek istedi. Aldığı cevaplar pek hoşuna gitmemişti ve yolunu değiştirip Safrâ’yı sol tarafına alarak Zefirân denilen vadi istikametinde sağ tarafı tercih edip yoluna devam etti. Zira, kâinatta tesadüf yoktu ve olumsuzluğu ifade eden bu isimler O’na, eşyanın perde arkasından belli mesajlar fısıldamıştı. İçinde yaşadığı varlıkla bu denli bütünleşen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de, başka kaynaklardan elde ettiği bilgiler yanında bu isimlerin kendisine ilham ettiği şeyleri de esas alıyor ve stratejisini ona göre belirliyordu.
İşte bu sıralarda, Kureyş’in yola çıkıp da savaşmak için geldiği haberi ulaşmış ve işin rengi bir anda değişivermişti. Savaş niyetiyle yola çıkmadıkları için, ne malzeme ne de ruhi olarak hazırlardı. Aldığı kararlarda beraber yürüdüğü insanların iştirakine ihtimam gösteren Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), böylesine kritik bir noktada ashâbının görüşüne başvurdu. Önce Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi ileri gelenler fikir beyan ettiler. Mikdâd İbn Amr söz aldı:
– Yâ Resûlallah, dedi. Allah’ın Sana emrettiği istikamette yoluna devam et; bizler hep Seninle beraberiz! Allah’a yemin olsun ki bizler, İsrailoğullarının Hz. Musa’ya dedikleri gibi:
– Sen ve Rabbin gidip savaşın; işte bizler burada oturup hiçbir yere gitmiyoruz,1 diyecek değiliz! Bizler şunu diyoruz:
– Sen ve Rabbin gidip savaşın ama bizler de Sizinle birlikte ve Senin sağ ve solunda, ön ve arkanda ölümüne beraber savaşırız. Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, Berk-i Gımâd’a kadar yürümeyi murâd buyursan, vallahi biz hepimiz, hiç usanmadan Seninle birlikte oraya kadar geliriz!
Başındaki peygamberle birlikte ölüme koşarak gidiyor olmanın heyecanıydı bu ifadeler ve Efendimiz’i çok memnun etmişti. Nûr cemâli ay ışığı gibi parlıyordu. Önce Mikdâd’a hayır duada bulundu ve arkasından genele dönerek ashâbına şunları söyledi:
– Ey insanlar! Bana fikrinizi söyleyip yol gösterin!
Demek ki O (sallallahu aleyhi ve sellem), bu kabulün sadece belli kimselerle sınırlı olmasını istemiyordu ve bunu söylerken de, özellikle Ensâr’ı kastediyordu. Çünkü Ensâr, Akabe’de söz verirken Medine’yi kasdetmişlerdi. Şimdi ise mesele, Medine dışına kaymış ve sıcak bir çatışmaya doğru gidiyordu. Aynı zamanda ordunun büyük çoğunluğunu da onlar meydana getiriyordu. Onun için çok geçmeden Efendimiz:
– Bana fikrinizi beyan edip yol gösterin, deyip talebini tekrarlayacaktı.
– Ensâr adına ben konuşayım, diyerek Sa’d İbn Muâz ayağa kalktı:
– Sanki, bizi kasteder gibisin yâ Resûlallah, diyordu. Efendimiz de:
– Evet, buyurdu. Bunun üzerine Hz. Sa’d, şunları söylemeye başladı:
– Sanki, Ensâr’ın sadece kendi yurtlarında Sizi koruyacaklarına dair bir endişeniz var gibi yâ Resûlallah! Şüphesiz ki ben, şu an Ensâr adına konuşup Size cevap veriyorum; dilediğin yere kadar yürü… İstediğin kimselerle irtibat kur ve istediklerinle de alâkanı kes…
Mallarımızdan istediğini al ve dilediğin kadarını da bize bırak; bil ki, mallarımızdan aldığın miktar, bizim için geride bıraktığından daha çok bizi memnun eder. Senin emrin başımızın üstüne ve bizler emrini bekliyoruz ve hep Seninle birlikte olacağız!
Bizler, Sana iman edip tasdik ettik; getirdiklerinin hak olduğunu beyan edip her hâlükârda Sana söz ve ahid verdik. Öyleyse şimdi Sen, istediğin yere yönel yâ Nebiyyallah! Biz, hep Seninle beraber olacağız! Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, şâyet şu denize atını sürüp dalsan, istisnasız bizler de gelip oraya at sürer ve denize dalarız! Ve bu konuda inan, bizden bir tek adam bile geride kalmaz! Yarın, bizimle birlikte düşmanla karşılaşman, bizi asla bu yoldan çeviremez. Çünkü bizler, savaş konusunda sabırlı, düşmanla karşılaştığımızda da, sözümüzün eriyizdir. Göreceksin; umulur ki Allah, bizim vesilemiz ve Resûlü’nün de bereketiyle Sana, gözünü aydın kılacak lütuflar gösterecek!
Sanırım şimdi Senin karşına Allah (celle celâluhû), hesap etmediğin bir iş çıkardı. Bizimle birlikte Sen, Allah’ın bereketiyle yürü! Şüphen olmasın ki bizler, sürekli Senin sağ ve solunda, ön ve arkanda bulunacak ve Seninle birlikte ölümüne savaşacağız!
Anlaşılan, kıvam tamdı ve bu kıvamda, dünyayı dize getirecek bir potansiyel gizliydi. Zaten, manada yakalanan bu güç, aynı zamanda maddi olanın da üstesinden gelmeye yetecek bir potansiyel demekti. Zira, gözünü budaktan sakınmadan ve Allah ve Resûlü’nün yoluna karşılık beklemeden baş koyanlara Allah’ın nusret vaadi vardı.
Zaten, Cibril-i Emîn de gelmiş, bu vaadin gerçekleşeceği müjdesini getirmişti. Gelen âyetlerde Yüce Mevlâ, iki topluluktan birisini Müslümanlara vadettiğini söylüyordu. Elbette burada, riski daha az olan kervanı tercih etmek insan fıtratının bir gereğiydi ve belli ki ashâb da, başlangıçta böyle düşünmüştü. Ancak Allah (celle celâluhû), emirleriyle hakkı üstün tutmak ve şirkin kuvvetini yok ederek kâfirlerin ardını kesmek istiyordu. Zira bu, bir fırsat demekti ve böylelikle hak olan İslâm’ın adı yükselecek ve batıl olan şirk ise hezimet yaşayacaktı.2
Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbına döndü ve şöyle buyurdu:
– Allah’ın bereketiyle haydi yürüyün bakalım! Çünkü Allah (celle celâluhû), iki tâifeden birisini Bana vadediyor. Vallahi, şu anda da Ben, onların teker teker devrilip düştükleri yeri görüyor gibiyim!
Artık, kararlılıkla yola koyulmuş, Bedir’e doğru ilerliyorlardı.
Ve Bedir
O gün için Bedir, yolların kesiştiği bir yerdi ve burada Araplar, belli mevsimlerde bir araya gelip panayır kurarlardı. Kısaca Bedir, Mekke’nin de Medine’nin de yabancısı olmadığı bir yerdi.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashâb-ı kirâm Bedir’e geldiklerinde günlerden cuma idi. O akşamı burada geçirecekler ve savaş da, ertesi gün burada cereyan edecekti.3
Savaş, istihbarat demekti ve Efendimiz de, karşı tarafın durumuyla ilgili bilgi toplamaya azami dikkat ediyordu. Bu sebeple o günün akşamında, Hz. Ali, Hz. Zübeyr İbn Avvâm, Besbes İbn Amr ve Sa’d İbn Ebî Vakkâs’ı yeniden Bedir’e göndererek keşif yapmalarını istedi. Akşamın karanlığında yola çıkan grup, Bedir kuyularının başına geldiğinde, burada müşriklerin gönderdiği Eslem ve Arîd adında iki kişiyle karşılaştı.
Aslında onlar da, haber ve bilgi avına çıkmışlardı. İlk sıcak temastı bu ve aralarında geçen hafif bir tartışmanın ardından mü’minler, onları esir alarak Efendimiz’in huzuruna getirdiler. Huzura getirildiklerinde, Efendiler Efendisi namaz kılıyordu. Namazını bitirinceye kadar ashâb, etrafında toplandıkları adamları sıkıştırdı. Adamlar:
– Bizler, Kureyş için su almaya gelmiştik, diyorlardı, fakat ashâb tatmin olmamıştı. Onların, Ebû Süfyân’ın kervanından ayrılıp da geldiklerini düşünüyorlardı. Onun için, şiddet ve tazyikin dozunu artırarak sıkıştırmaya devam ediyorlardı. Nihâyet, adamlar da kurtuluşu, talep edilen istikamette konuşmakta görmüş ve Ebû Süfyân’ın ulakları olduklarını söylemişlerdi.
Bu arada Efendimiz, rükû ve secdesini tamamlayıp selam vermişti. Ashâbına döndü ve şunları söyledi:
– Adamlar size doğruyu söyleyince sıkıştırıp dövüyor, yalan beyanda bulununca da onları bırakıyorsunuz! Adamlar doğru söylüyor; vallahi de onlar, Kureyş’in adamları.
Ardından da, Eslem ve Arîd’ı karşısına alarak sordu:
– Kureyş nerede?
– Şu gördüğün tepenin arkasında, diye cevapladılar.
– Peki, onlar ne kadar?
– Çok.
– Sayıları kaç?
– Bilmiyoruz.
– Günde kaç deve kesiyorlar?
– Bir gün dokuz, bir gün on.
Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbına döndü ve:
– Onlar, dokuz yüz ile bin kişi arasında, buyurdu.4
Bir sorusu daha vardı:
– Peki, onlar arasında Kureyş’in ileri gelenlerinden kimler var?
Eslem ve Arîd; gelenler arasında, Rebîa’nın oğulları Utbe ve Şeybe, Ebu’l-Bahterî, Hakîm İbn Hizâm, Nevfel İbn Huveylid, Amr İbn Hişâm (Ebû Cehil), Ümeyye İbn Halef, Haccâc’ın iki oğlu Nebîh ve Münebbih, Süheyl İbn Amr ve Amr İbn Abdivüd gibi isimleri sayacaklardı.
Bunları dinledikten sonra Allah Resûlü’nün dudaklarından şu cümle dökülüverdi:
– İşte, şüphesiz ki Mekke, bugün sizin önünüze ciğerpârelerini sunmuş bulunuyor!
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz
Dipnot:
- Bkz. Mâide, 5/24
- Bkz. Enfâl, 8/7, 8
- Bugünün, cuma olduğuna dair de rivâyet vardır. Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, 2/21; İbn Abdilberr, İstîâb, 1/43. Her ne kadar Bedir’in pazartesi günü cereyan ettiğine dair bir rivâyet olsa da buna pek itibar edilmemiştir. Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, 2/21
- Gerçekten de müşrik ordusu, Efendimiz’in söylediği rakamın ortası olan dokuz yüz elli kişiden oluşuyordu. Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, 2/15