Bedir’de Efendimiz’in (sas) duaları

504

Sebepler açısından yerine getirilmesi gereken her şey tamamdı ve artık zaman, Müsebbibü’l-Esbâb’a yönelme zamanıydı. Karşı tarafta biriken insanların sayısı Müslümanların üç katıydı ve o günkü savaşlar, doğrudan insan gücü üzerinden cereyan ediyordu. Sayıca az oldukları hâlde çokların üstesinden gelebilmek için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), önce kıbleye yönelip iki rekât namaz kıldı ve ardından da, mübarek ellerini açarak Rabb-i Rahîm’ine şöyle yalvardı:

– Allah’ım! Beni kendi hâlime terk edip yalnız bırakma! Al­lah’ım! Bana vaat ettiğin şeyleri gerçekleştirip lütfunla bizi kucakla! Allah’ım! Şâyet İslâm adına şu bir avuç insan bugün burada helâk olursa, artık yeryüzünde Sana ibadet edecek kimse kalmaz!

O anda muhatabı olan insanlar Kureyş uluları olsa bile aslında bu, imanla şirkin karşı karşıya gelmesinin bir adıydı. Öyleyse, burada bugün şirk adına bir üstünlük söz konusu olacaksa, bundan sonra dünyada iman adına bir emare kalmayacak demekti. Zira Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashâb-ı kirâm hazretleri, iman adına canlarını vermeden Bedir meydanından geri dönmeyi düşünmüyorlardı.

Bunları söylerken o kadar içten ve âdeta bütün hücreleriyle bu taleple öylesine bütünleşmiş ve semaya doğru mübarek ellerini o kadar kaldırmıştı ki üzerindeki ridası yere düşüyordu. Onu alıp da yeniden omuzlarına koyan Hz. Ebû Bekir, ridasının bir kenarından tutarak şefkat ve merhamet peygamberi Efendiler Efendisi’ne şöyle deyip O’nu teselli etmek isteyecekti:

– Yâ Resûlallah! Rabbinden talepte bulunurken bu kadar kendini yorup helâk etme! Hem, yeter yâ Resûlallah! Rabbine karşı bu kadar ısrarlı olma! Şüphe yok ki Allah (celle celâluhû), Sana olan vaadini mutlaka yerine getirecektir!

Doğruydu; Allah (celle celâluhû) vaadinde hulfetmez ve mutlaka yerine getirirdi. Bedir’de zafer O’nun vadettikleri arasındaydı. Ancak bu, Allah’a ait bir hususiyetti ve insanları gevşekliğe sevketmemeliydi. O (sallallahu aleyhi ve sellem), sadece beyanlarıyla değil, aynı zamanda hâl ve hareketleriyle de ümmetine ders veriyordu. Anlaşılan, böylesi durumlarda bile rehavete girilmemeli ve sohbet-i cânân konusundaki duyarlılık asla yitirilmemeliydi!

Ümmeti için Efendimiz her şeyini ortaya koymuş öyle dua ediyordu. O kadar ki, İbn Mes’ûd gibi sahabîler, Bedir günü Efendimiz’in Rabbiyle münasebetini yakından müşahede etmiş ve böyle bir kurbiyet anına bu zamana kadar rastlayamadıklarını ifade etmişlerdi.1

Allah’ın vaadi vardı ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Abdullah İbn Revâha’ya dönerek:

– Ey İbn Revâha! Şüphesiz ki Ben, vaadini talep konusunda Allah’a niyazda bulunacağım! Çünkü O (celle celâluhû), asla vaadinden dönüp hulfetmez!

Çok geçmemişti ki, mübarek yüzlerinde beliren beşaşetle etrafındakilere yöneldi; vech-i nebevî, sürûrdan ay parçası gibi parlıyordu ve:

– Müjdeler olsun ey Ebâ Bekir, dedi. İşte şu Cibril! Başında sarı bir sarıkla sema ile arz arasında atını mahmuzlamış bekliyor! Yeryüzüne inince bir aralık onu nazarımdan kaybetmiştim; daha sonra yeniden Bedir tepelerinde göründü ve Bana, “Senin dua ve tazarrularına mukabil Allah’ın nusreti geldi.” deyip duruyor!

Aynı zamanda Cibril, kıyamete kadar geleceklere rehberlik adına:

– Hatırlayın o günü ki, hani sizler Rabbinize dua ve tazarru ile yardım istiyordunuz. O da, “Ben size, peşi peşine gelen bin melek ile yardım edeceğim” diyerek dua ve tazarrunuzu kabul buyurmuştu,2 meâlindeki âyeti getirecek ve böylelikle, Bedir’deki ilâhî inâyeti herkese duyurmuş olacaktı.

Çadırından çıkarken, sevinçten zırhı içinde durmakta zorlanıyor ve bir taraftan da etrafındakilerle şu âyeti paylaşıyordu:

– Bu topluluk şüphe yok ki bozguna uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar! Esas hesaba çekilerek buluşacakları hesap günü ise kıyamet anındadır ve onlar için o zaman, daha çok acı verici ve perişan edicidir.3

Artık Bedir ovasında, olduğundan fazla at kişnemesi ve kılıç şakırtısı duyulmaya başlanmıştı. Kuvve-i maneviye takviye görmüş ve artık Müslümanlar, yere daha sağlam basıyorlardı. Bu hava içinde karşı tarafın gücü azaldıkça azalmış ve onlar açısından da Efendimiz ve ashâb-ı kirâmın gücü, arttıkça artmıştı.4

Kısa zamanda ashâb arasında duyulan bu haberler, herkesin yüzünü güldürmüştü. Efendimiz’in bir müjdesi daha vardı; ashâbına döndü ve şunları söyledi:

– Sanki, şu anda Ben, bugünün akşamında hangi müşrikin nerede öldürüleceğini görüyor gibiyim!

O gün Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), sadece müspeti talep etmiyordu; aynı zamanda menfiyi dayatanlar konusunda da dua ediyor ve dualarında, Kureyş’i kışkırtıp da kendi üzerlerine yürüten küfrün elebaşlarını zikrederek onları Allah’a havale ediyordu. Bunlar, Ebû Cehil, Ümeyye İbn Halef, Rebîa’nın oğlu Utbe ve Şeybe kardeşler ve Ukbe İbn Ebî Muayt olmak üzere yedi kişi idi.

O kadar içtenlikle dua edip yalvarmıştı ki, sadece O’nun bu duası bile Bedir’i Müslümanların lehine çevirebilirdi. O kadar ki, aleyhinde beddua ettiği bu yedi kişinin, Bedir’de cansız yere düşecekleri yerleri bile ashâbına gösteriyor ve böylelikle onlara, daha savaş başlamadan önce sonucu gösterip moral veriyordu.

Bizzat kendileri de kılıcını kuşanmış ve düşmanla savaş vaziyeti almıştı. Düşmanla ilk randevu başlamak üzereydi. Bu arada, mübarek ellerine aldığı bir avuç toprağı düşman kuvvetlerin üzerine doğru savurmuş ve:

– Yüzler kara olsun, buyurmuştu. Bunu yaparken de, avucunda kalan toz ve toprağı onlara karşı üflüyordu. Ardından da, ellerini açıp:

– Allah’ım! Onların kalplerine korku sal ve ayaklarını kaydır, diye dua edecekti. Sonra da, son kez ashâbına yönelecek ve:

– Haydi, saflarınızı daha sağlam tutup birbirinizle kenetlenin, diye emredecekti.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz

Dipnot:

  1. Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir, 10/147 (10270); Beyhakî, Delâil, 3/32
  2. Enfâl, 8/9; Müslim, Sahîh, 3/1384 (1763); Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 1/30
  3. Kamer, 54/45, 46; Taberî, el-Câmiu’l-Beyân, 27/109; İbn Kesîr, Tefsir, 4/267
  4. Bkz. Enfâl, 8/44
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.