Efendimiz (sas) ve Dünya

453

Dünyayı kesben değil kalben terk etmek esastır. Evet, dünya bizim kalbimize girmemeli, bizi sarhoş etmemeli, bakışımızı bulandırmamalı ve kat’iyen bize ahireti unutturmamalı. İşte böyle olunca biz de ona hâkim olabiliriz. Aksi hâlde dünya bize hâkim olur.

En yakın ve en aşağı anlamlarına gelen ‘dünya’ kelimesi, ıstılahta birbiriyle ilişkili birkaç anlamda kullanılmaktadır. Ezcümle,

* Üzerinde yaşadığımız yer küresi,

* Âhiretin mukabili ve bir önceki durağı olarak şu ânda yaşadığımız hayat,

* Cenab-ı Hakk’ın sayısız isim ve sıfatının tecelli alanı,

* Üzerinde/içinde bulunan değişik nimetleri ve cazibe unsurlarıyla insanları kendine bağlayan, başlarını döndüren ve neticede bir kısmına yaradılış gayelerini unutturup günah ve isyanlara sürükleyen geçici, kısa ömürlü çekici güzellikler diyarı…

Bu anlamlarıyla Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerde de geçen dünya, özellikle üçüncü mânâsıyla derin felsefî ve tasavvufî izahlara meydan verirken, dördüncü anlamıyla hep tartışma konusu olmuş, ilim ve hikmet ehli tarafından, niyet ve ölçü dengesine bağlı olarak ortaya çıkabilecek fayda ve zararlarına dikkat çekilmiştir. Dünyanın tamamıyla terk edilmesi durumunda, geniş anlamıyla onun yaradılış gayesine uyulmamış olacağından miskinlik, atalet, mânevî kemal eksikliği vb. mahzurların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Konunun bu inceliğinden ötürü müdakkik âlimler dünyanın üç yüzü bulunduğunu belirtmişlerdir:

Birinci yüzü Cenâb-ı Hakk’ın isimlerine bakar, onların tecellî ve nakışlarını gösterir, mânâ-i harfî ile bakıldığında, onları ayna gibi gösterir. Dünyanın bu yüzü, âdeta sınırsız bir İlâhî mektuptur. Bu açıdan dünya gayet güzeldir, nefrete değil, aksine aşka lâyıktır.1

İkinci yüzü âhirete bakar. Dünya âhiretin tarlasıdır, Cennet’in nimetlerinin tohumu burada ekilmektedir ve rahmetin çiçek bahçesidir. Bu yüzü de, evvelki yüzü gibi güzeldir, tahkire değil, muhabbete lâyıktır.

Üçüncü yüzü insanın arzu ve heveslerine bakar. Bu yönüyle dünya kalın bir gaflet perdesidir ve ehl-i dünyanın arzu ve heveslerinin tatmin edildiği bir arenadır. İşte bu yüzüyle dünya çirkinlerden de çirkindir. Çünkü fânîdir, zaildir, elemlidir ve aldatır. Âyet ve hadîslerde tahkir ve tenkit edilen; ehl-i hakikatin de nefret ettiği dünya onun bu yüzüdür. Buna karşı zahid davranmak elzemdir.

Bu üçüncü yönüyle dünyayı tahkir eden insanlar üç gruba ayrılırlar:

Birinci grup mârifet ehli ve bu yolun yolcularıdır. Dünya, Cenâb-ı Hakk’ın mârifet, muhabbet ve ibadetine perde ve engel olduğu için onu tahkir ve tenkit ederler.

İkinci grup âhiret ehlidir, dünyanın zarurî işleri onları âhirete ait işlerinden alıkoyduğu için nefret ederler. Ayrıca şuhûd derecesinde bir imanla, bütün güzellik ve cazibesine rağmen, dünyayı Cennet’in kemâlât ve güzelliklerine kıyas ettiklerinden dünyayı çirkin görürler. Aynen Hz. Yusuf’a güzel bir adam kıyas edildiğinde çirkin göründüğü gibi…

Üçüncü gruptakiler ise iki kısımdır: Bir kısmı dünyayı zâhiren tahkir eder, çirkin görür; ancak eline geçmediğindendir. Tilki üzüm misali… Malum tilki üzüme ulaşamayınca koruk dermiş… Bir kısmı da dünyayı tahkir eder; ancak elinde durmadığındandır. Zenginler sınıfına katılamadığından dünyaya kızar, tahkir eder böylece teselli bulur. Bu tahkirler, horlamalar dünyaya nefretten değil aksine ona muhabbetten ileri gelmektedir. Etraftaki bir kısım sahte dünya târikleri bu gruba girerler.2

Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, dünyanın aldatıcı yüzüne karşı zühde ihtiyaç bulunduğundan bu konuda da kısa bir izahta bulunmak istiyoruz.

Zühd

Dünyevî hazları terk edip, cismanî meyillere karşı koyma mânâlarına gelen zühd; sûfîlerce daha çok, dünya lezzetlerine karşı alâkasız kalıp, ömür boyu âdeta bir perhiz hayatı yaşamak, davranışlarında takvayı esas tutarak, dünyanın, kendine ve insanın nefsine bakan yönlerine karşı da kararlı, müstağni ve müstenkif bulunmak mânâlarına gelir.

Zühdü,

* Sıkıntı anlarında dahi dinin hudutlarını koruyup kollama,

* Zenginlik ve genişlik zamanlarında da başkaları için yaşama,

* Allah’ın helâlinden ihsan ettiği nimetlere karşı şükürle mukabelede bulunma, sonra bu mala terettüp eden bütün hakları yerine getirme,

* İslâm’ı i’lâ etme ve insanlara faydalı olma mülâha­za­larının dışında mal biriktirmeme,

* Tûl-i emellere girmeme şeklinde yorumlayanlar da olmuştur.

Süfyân-ı Sevrî gibi büyük zahidler zühdü, adî şeyler yiyip, basit elbiseler giymekten ziyade, Hak rızasına göre programlanmış ve tûl-i emellere karşı da kapalı kalabilmiş bir kalb ameli olarak görmüşlerdir.3 Buna göre gerçek zühdün emaresi üçtür:

a. Dünya adına elde edilen şeylere sevinmeme ve kaybedilen şeylere de üzülmeme,

b. Methedilince sevinmeme, zemmedilince de yerinmeme,

c. Hakk’a kulluk ve O’nunla halveti her şeye tercih etme.

Haram ve helâllere karşı hassas olmak, zühdde ilk adım sayılır; ikinci adım ve kâmil merhale ise, meşru ve mubah şeylerde bile kılı kırk yararcasına titiz yaşamaktır.

Zühd, mebde itibarıyla bir kalb amelidir. Ancak, zühd duygusunun insanın davranışlarına aksetmesi veya onları yönlendirmesi açısından bir farklılığı söz konusudur ki, bu da onun aksiyon ve davranış boyutunu oluşturur. Zühde göre programlanmış bir sîne, şuuru taalluk etsin-etmesin, yeme-içme, yatma-kalkma, konuşma-sükût etme, halvet peşinde olma veya celvette kalma gibi birbirine zıt bütün davranışlarında zühd düşünür, zühd soluklar ve zühd televvünlü yaşar. Bütün bunlardan sonra da, dünyanın kendine ve insanların hevesâtına bakan yanlarına karşı ciddi bir tavır alması söz konusudur.

Bu duyguyu Mevlâna ne hoş terennüm eder:

“Dünya nedir? O Huda’dan gafil olmaktır; kumaş, gümüş, evlât ve kadın değildir. Eğer dünya malını Hak rızâsı için omuzlarsan, ona Efendimiz: ‘İyi insan için iyi mal ne güzeldir!’4 buyurmuştur. Geminin içindeki su geminin helâkine sebep, geminin altındaki su da onun hareketine vesiledir.”5

Evet, ne dünyevî imkânlar ne de zenginlik zühde mânidir. Elverir ki insan onlara karşı hâkimiyetini korusun ve onların mahkûmu olmasın. Vâkıa İnsanlığın İftihar Tablosu, kalbi zühde göre programlandığı ve gözlerinin içine başka hayal girmediği hâlde fakirlerden fakir yaşamayı tercih etmiş ve ömrünü zâhidâne geçirmişti.6 Zîrâ O, ümmetine ve hususiyle de neşr-i hak vazifesinde bulunanlara misâl olma mevkiinde idi. O, böyle davranmakla,

* Peygamberlik vazife-i kudsiyesi, dünyaya âlet ediliyor töhmetine meydan vermeyecek,

* Bu yüce vazifede: “Benim mükâfatım ancak Allah nezdindedir.”7 diyen seleflerine iktidâ etme ululuğunu gösterecek,

* Neşr-i hakkı kendilerine vazife edinmiş ümmetinin âlimlerine hem bir numûne hem de rehber olarak, hayatını en fakirane bir çizgide sürdürecekti.

Efendimiz’in Zühdü

Yukarıda işaret edildiği gibi zühd bir yönüyle, dünya kişiye verilse sevinmeme, elinden gitse üzülmeme hâlidir. Bu hâl, Allah Resûlü’nde (sallallâhu aleyhi ve sellem) zirve noktadadır. Nitekim bütün dünya O’nun olsaydı, her hâlde bir arpa tanesi bulmuş kadar sevinmezdi ve hepsi bir ânda elinden gitseydi, yine bir arpa tanesi kaybetmiş kadar üzülmezdi. O, dünyayı kalben bu şekilde terk etmişti. Ancak bu terk, hiçbir zaman kesben de dünyayı terk etmek değildir. Zîrâ kazanç yollarının en güzelini bize gösteren, yine O’dur. Dolayısıyla O’nun kesben dünyayı terk etmesi veya insanları buna teşvik etmesi düşünülemez. Dünyayı terk, kalben olmalıdır. Buna en güzel delil de yine Allah Resûlü’nün kurduğu İslâm Site Devleti’nin, kısa zamanda dünyanın en zengin ve en güçlü devletlerinden biri hâline gelmesidir. Tarihçilerin tespitlerine göre, Allah Resûlü’nün kurduğu bu büyük devletten, daha sonra tam 25 tane büyük devlet doğmuştur. Osmanlı Devleti bunlardan sadece bir tanesidir. Bu devletleri idare eden irade sahiplerinin adalet, takva ve zühdden yoksun birileri olduğunu söylemek kolay olmadığı gibi gerçekleri görmemek de olur. Zira zühd geniş anlamıyla sefâhet ve şımarıklık (teref) zıddıdır ki bu son iki husus devletlerin yıkılmasında en büyük etkiye sahiptirler. Allah (celle celâlühü) şöyle buyuruyor. “Herhangi bir beldeyi (hak ettikleri bir ceza olarak) helâk etmek istediğimizde oranın lüks içinde yaşayan şımarıklarına iyilikleri emrederiz. Buna rağmen onlar dinlemez, fısk u fücura devam ederler. Bu sebeple, orası hakkında cezalandırma hükmü kesinleşir. Biz de orayı yerle bir ederiz.”8

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), peygamberliğin aydınlık iklimine adımını attığı ândan, dünya bütün debdebe ve ihtişamıyla O’nun ayağının önüne serilmesinin son ânına kadar hiç tavrını değiştirmedi. Hatta O, dünyaya geldiği anda sahip olduğu mal varlığına, vefat ederken sahip değildi. Çünkü neyi var, neyi yoksa hep dağıtmış ve infak etmişti. Bakın metrukâtına, sadece birkaç keçi ve bir de hanımlarının içinde bulundukları küçük odalardan ibaretti. Onlar da yine millete ait sayılırdı ki, analarımız vefat edince, hepsi de mescide dâhil edildi. Oraya giden herkesin de bilebileceği gibi, bu hücreler mescidin bir köşesine sıkışacak kadar dar bir yer işgal ediyorlardı.

Osman Gazi de ruhunu çadırda teslim etmişti. Vefatı sırasında Söğüt’e yerleşeli kırk seneden fazla olmuştu; ama onun hâlâ evi yoktu. Bilecik’te oğlu Orhan Gazi’nin emri altında Bursa’yı fethe uğraşırken uzaktan Bursa’nın ışıklarını görüyor ve “Beni oraya defnedin.” diyordu. Etraftaki tekfurlardan elde ettiği mal mülkle tâ o zaman Topkapı Sarayı’nı kurabilirdi; ama o çadırında vefat ediyordu. Zîrâ o derin bir saffet, samimiyet ve adanmışlık ruhunun adamıydı.
Efendimiz Bulamadığı İçin mi Fakir Yaşadı!

Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) elde ettiği malı bazen fakir ve muhtaçlara dağıtır, bazen Allah yolunda harcar, bazen de İslâm’a gönül ısındırmak için verirdi. Öyle ihsanda bulunurdu ki dönemin süper güçleri olan Kisra ve Kayserler o kadarını vermekten âciz kalırlardı. Ama kendisi hep fakirler gibi yaşadı. Bu iki durum arasında bir çelişki de bulunmamaktadır.

Evet, ‘O bulamadığı için fakir yaşadı.’ denilemez. Zîrâ

* Hz. Hatice Validemiz’le evlenmeden önce, belki babasından ciddi bir miras kalmamıştı ama güvenirliliğinin yanı sıra ticaretten ciddi şekilde anladığı için büyük bir sermayenin başına getirilmiş ve yaptığı ticaretten o günün en büyük kârlarını elde etmişti.

* Daha sonra bu sermayenin sahibi olmuş ve Allah tarafından peygamberlik görevi verilinceye kadar, on beş sene boyunca onu sürekli geliştirmişti.

* Peygamberlik gibi ağır bir vazife ve diğer birçok sebep ve hikmetlerden ötürü ticaretle meşguliyetini terk etmesine rağmen etrafındaki tüccarlara tecrübe ve bilgisini sürekli aktarmış ve yol göstermişti.

* Hicretten sonra, o günün sosyal hayatı ve devletlerarası ilişkilerin özelliğinden ötürü ganimet payları, hediyeler ve devlet başkanının meşru hakkı olan humus gibi gelirlerden ötürü Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) evinde ciddi bir zenginlik seviyesi ortaya çıkması gerekirdi. Ama gelen her şey çok kısa bir zamanda dağıtıldığı için bu zenginlik tabir yerinde ise ortaya çıkmaya fırsat bulamadı.

Bütün bunlar gösteriyor ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç de fakir bir insan değildi. Zenginlik içinde fakir hayatını iradî olarak tercih etmişti. Asıl büyüklük de buradadır. Ne mutlak anlamda fakirlik ne de mutlak anlamda zenginlik aşağılanabilir. Sabredilmediği zaman fakirlik kişiyi küfre götürebilecek kadar kötü bir durum, yerinde harcanmadığı ve hakkı verilmediği zaman zenginlik de Karunlaştıran bir belâdır.

“Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Allah’ım, beni miskin olarak yaşat.”9 sözünden maksat kalp sükû­netidir, yoksa kendisine yetecek kadar bir şey bulamaması mânâsına miskinlik (meskenet) değildir.” şeklinde yorumlar yapıldığı gibi, iradî bir fakirlik tercihi de anlaşılmaktadır.

“Fakirlik iftiharımdır, onunla övünürüm.” şeklindeki yaygın söze gelince, İrâkî ve İbn Hacer gibi müdakkik âlimler bunun hadis olmadığını söylemişlerdir.10 Bir zayıf hadîs veya kelâm-i kibâr olarak kabul edenler ise şöyle izah etmişlerdir: Allah’ın ganiy-yi mutlak olmasına kıyasen kul her şeyiyle fakirdir ve O’na muhtaçtır; zîrâ bu anlamda kula fakirlik yakışmaktadır, Rabb’imize gani olmak yakıştığı gibi… Kulun bu anlamda fakirliğinin şuurunda olması onu Rabb’ine daha çok yaklaştıracak ve mârifet ufkuna ulaştıracaktır.

Bir Yıllık Yiyecek Ayırmak

Bir aile reisi olarak Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) aile fertlerinin geçiminden mesuldü. O günün sosyal hayatına uygun olarak bu vazife yerine getirilmekteydi. Daha önce belirttiğimiz gibi elbette iradî bir fakirlik tercihi söz konusuydu. Aylık bir maaş veya gelir sistemi olmadığından, bu gün bile birçok yerde yapıldığı gibi, evin gideri yıllık olarak belirleniyordu. Kaynaklarda bu konuyla ilgili şu bilgiler verilmektedir:

* Allah Resulü ganimet payı olarak kendisine düşen Benî Nadîr hurmalarını satıyor ve ailesinin o yılki yiyeceğini ayırıyordu.11

* Hz. Peygamber ailesinin bir yıllık nafakasını ayırıyordu.12

* Allah Resulü elde edilecek hurma veya tahılın yarısı karşılığında Hayber’i (ortaklığa) verdi. Hanımlarına her yıl 80 vesk hurma ve 20 vesk arpa olmak üzere 100 vesk yiyecek veriyordu.13

Sahih kaynaklarımızda aktarılan bu malumat bize Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ailesinin yıllık gider hesabı yaptığını ve imkânları ölçüsünde bunu uyguladığını göstermektedir. Ancak yıl içinde sık sık açlık ve yokluk çektiklerine dâir çok sayıda hadîs olduğuna göre, normal şartlarda yılı çıkaracak şekilde ayrılan bu yiyeceklerin kendisi ve hanımları tarafından kısa zamanda fakirlere ve misafirlere yedirildiği veya dağıtıldığı anlaşılmaktadır. Ancak yıl içinde değişik hediyelerin geldiği ve bunların çoğunu ashab-ı suffaya ve fakirlere verdiği unutulmamalıdır.

Ayrıca yukarıda verdiğimiz hadîs-i şerîflerden Efen­dimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) her hanımı için ayrı ve eşit bir bütçe uyguladığı ve harcama yetkisini tamamıyla onlara verdiği de anlaşılmaktadır ki kadın hakları açısından dikkate şayandır.

Konfor ve Gösteriş

İslâm, ruhbanlığa ve münzevî hayata karşıdır. İslâm’da ruhbanlık yoktur. O yüzden Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünya nimetlerinin helâl olanlarından yararlanmayı caiz görür, zaman zaman kendisi de bunlardan yararlanırdı. Bununla birlikte zevk ü sefa sürmeyi, konforlu bir hayat yaşamayı, dünya hayatından aşırı zevk almayı sevmez, başkalarını da bundan men ederdi.

Tevazu ve alçak gönüllülük bakımından sade elbiseler giyerdi. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), Cuma ve Bayram namazlarında veya yabancı elçiler geldiği sırada Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanı heybetli gösteren süslü elbiseler giymesini arzu ediyordu. Bir gün mescidin kapısında ipekli, süslü bir elbisenin satıldığını gördüler. Hz. Ömer bunu fırsat bilerek, “Ey Allah Resulü! Bu elbiseyi satın alsanız da Cuma günleri ve yabancı elçileri karşıladığınızda giyseniz.” dedi. Efendimiz buna karşılık; “Bunu âhirette hiç giyme şansı olmayanlar giysinler.” buyurdu.14 Çoğu kez kaba ve yünden yapılmış elbiseler giyer ve giydiğini de çok güzel yakıştırırdı. Öyle elbiseler içinde de ruhunun ufkuna yürüdü.

Bu ve benzeri diğer davranışlarıyla Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), sadeliğin önemine parmak basmakta ve özellikle önde olan, idareci veya örnek alınan kişilerin bu konularda daha dikkatli davranmaları gerektiğine işaret etmektedir. İslâm âlimleri konuyla ilgili diğer nassları da göz önüne alarak mutlak anlamda evleri süslemenin, süslü elbise giymenin vb. davranışların, kibir duygusuna sebebiyet vermedikten sonra, haram olmadığı hükmünü çıkarmışlardır. Bu arada süslenmenin kadına yakıştığı ve fıtratına uygun olduğu, erkeğin ise bu yönüyle kadından farklı olduğu da anlaşılmaktadır.

“Evde kişinin kendisi için bir yatak, eşi için bir yatak, misafiri için bir yatak bulundurması yeterlidir. Dördüncüsü (fazlası) şeytanın payıdır.” buyuran15 Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ihtiyaç fazlası, belki yıllarca dursa birkaç defa kullanılmayacak ev eşyasının zararlarına ve bunlarla evi doldurmanın İslâm’a uygun bir davranış olmadığına dikkat çekmiştir. İhtiyaç fazlası eşya ve mobilyanın bütün genişliğine rağmen evlerimizi daralttığı, neredeyse en yakın dost ve akrabalarımızı misafir edemez hâle getirdiği bir dönemde bu ikazın önemi daha da iyi anlaşılmaktadır.

Netice

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir beşer olarak, meşru daire içinde dünya nimetlerinden yararlanmış, bu konuda ümmetine rehber ve örnek olacak şekilde davranmış, teşvikte bulunmuş ve mü’minin dünya ile münasebeti adına kıyamete kadar geçerli olacak prensipler vazetmiştir. Ancak bütün toplum katmanlarına hitap eden ve rehber olan bir şahsiyet olarak, ferdî ve ailevî hayatında iradî bir şekilde fakir yaşamış; kendi ifadesiyle ümmetinin en alt gelir seviyesinde bulunan bir kişinin hayat standardını kendine düstur edinmiş ve geriye hiçbir mal-mülk bırakmamıştır. Bu durum bütün ümmetin öyle yaşamasını gerektirmez, zaten ümmetin gücü de buna yetmez. Fakat insanlığa rehberlik eden ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nurunu bütün insanlığa ulaştırma gayreti içinde olan kişi ve toplulukların Peygambervârî yaşaması, yani kazanmayı kesben terk etmeyerek kalben terk etmesi ve ferdî-ailevî hayatlarında peygamberane bir tavır sergilemesi başarılı olmalarının vazgeçilmez prensiplerinden biridir.


Yazar: Yeni Ümit Dergisi’nden alınmıştır.

Dipnot:

  1. Dünyayı bu anlamıyla bir değerlendirme için bak: F. Gülen, Müslüman Ufkundan Dünya ve İçindekiler, Sızıntı, Aralık, 2003 (25/299), 11-14.
  2. Bkz: B. S. Nursî, Sözler, 862 (32. Söz).
  3. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ VI, 386; el-Beyhakî, Kitabü’z-Zühdi’l-Kebîr, II, 102.
  4. Müsned, IV,197; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, 112; İbn Hibbân, Sahîh, VIII,6.
  5. Mesnevî, I, 44; Beyit, 980-985.
  6. Bkz. Buhârî, Rikak 17; Müslim, Zühd 18–36; Tirmizî, Zühd 35, 38.
  7. Yûnus, 10/72
  8. İsrâ, 17/16
  9. Bkz. Mecmau’z-Zevâid, X, 262–263; Kenzü’l-Ummâl, VI, 470.
  10. Bkz. Ali el-Kârî, el-Esrârül-Merfu’a, s. 255; el-Mekâsidü’l-Hasene, s. 300.
  11. Buharî, Nefekât, 3.
  12. Tirmizi, Cihâd, 39.
  13. Müslim, Musâkat, 2. (Bir vesk yaklaşık 130 kg.dır)
  14. Ebû Davud, Libas, 10.
  15. Ebû Davud, Libas, 45.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.