Allah’a Yakınlık, Bela ve İmtihanlar
“Belâların en şiddetlisi enbiyâ-i izâm efendilerimize, sonra evliyayı kiram efendilerimize, sonra da derecelerine göre diğer mü’minleredir.” hadisini açıklar mısınız?
Hadis-i Şerif’te “İnsanların en çok musibete uğrayanları evvela peygamberlerdir, sonra derecelerine göre (veliler ve salihler) gelir. Kişi dinine göre bela ve imtihanlara maruz kalır. Eğer salâbet-i diniyesi varsa, belası daha da artar. Fakat dininde gevşek yaşıyorsa ona göre musibetlerle karşılaşır. Kişiye belalar gelir gelir de artık onun üzerinde hiçbir günah kalmaz.”1
Bu hadisin farklı lafızlarla değişik rivayetleri söz konusu.2 Ancak bu farklı rivayetler arasında mânâ bakımından bir fark olduğu söylenemez. Hadislerde bahsedilen ilmiyle amel eden âlim ve salih ise velidir. Veliler bu yönüyle peygamberlerin vârisleridirler. Allah Resûlü’nden (sallâllahu aleyhi ve sellem) sonra peygamber olmayacağına/gelmeyeceğine göre, bu ümmet içinde en çok bela herhalde Hak dostlarına gelecektir. Zaten gelmiş ve geliyor da. Bu durum kıyamete kadar da böyle devam edecektir.
Belanın Allah dostlarıyla münasebetini anlamada bazı zorluklar yaşanabilir; hatta tam anlaşılamadığı da söylenebilir. Anlaşılamamanın önemli sebeplerinden biri, bizim zâhiren bela ve musibetleri hırpalayıcı ve ezici görmemizden kaynaklanmaktadır. Haddizatında belanın mânâsında bir yetiştirme ve olgunlaştırma da vardır. Bela ve musibetler bahar fırtınaları gibidirler; bunlar insanda bir kısım istidatları inkişaf ettirirler. Hatta bir insan belalarla pişmemişse, kendisinde her zaman bir kısım hamlıklar görülebilir. Bu da onun Rabbiyle münasebetlerinde zayıf olmasını netice verir. Binaenaleyh çok büyük bir davanın hamelesi (taşıyıcıları) çok kritik bir anda bozgunculuk yapıp bırakmasınlar diye musibetlerle olgunlaştırılmaları adına Allah onların başlarına dolu gibi bela yağdırabilir. Sanki başlangıçta bir kısım zayıf ve mukavemetsiz kimseler önemli bir hizmetin altına girmesinler diye Allah ilkleri çok sıkı imtihana tabi tutabilir. Yarın çok ciddi bir mücadele olduğunda veya çoluk çocuğun hayatı tehlikeye düştüğünde, işi bırakıp dönecek kimseler, daha baştan işin içine girmesinler diye Cenâb-ı Hak elli defa onları kalbura kor ve elli defa eler. Böylece hası-hamı birbirinden ayırır.
Tarih boyunca bu böyle olmuştur. Bir yere bir peygamber gittiği zaman Cenâb-ı Hak oraya çok ciddi belalar göndermiş ve daha işin başında liyakatsiz, ham ruhlar ve olgunlaşamamış kimselerin onun blokajına yerleşmelerine meydan vermemiştir.
Saadet asrı açısından bakacak olursak, Mekke’de çile ve ızdırap çekilmiş, daha sonra Medine’ye gidilmiş; ancak orada da bir humma hastalığı bu insanları kıskıvrak yakalamış ve hırpalamıştır. Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Bilal rahatsız olduğu gibi belli ölçüde Efendimiz de bundan rahatsız olmuşlardır. Ancak onlar Medine’ye küsüp ayrılmamış; sebat edip kalmışlardır. Bu sayede, ileride İslâm adına omuzlayacakları ağır davaya tahammül edebilecek insanlar da belli olmuştur.
Mü’minin musibetler karşısındaki durumu
Musibetlerin hikmetleri, Kur’ân’da pek çok yerde anlatılır. Konuyla alakalı bir âyette şöyle buyurulur: “Allah, sizin içinizden cihad edenlerle sabır gösterenleri ayırt edip meydana çıkarmadan, kolayca Cennet’e girivereceğinizi mi zannettiniz?”3 Bir başka yerde, “Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?.. evet onlar öyle ezici mihnetlere, zorluklara dûçar oldular ve öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ve yanındakiler: ‘Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ diyecek duruma geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.”4 ifadeleriyle bu durum dile getirilirken, bir diğer yerde de “Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz. Sen sabredenleri müjdele!”5 buyurulur.
Rivayet çok mevsuk olmamakla beraber bu son âyetteki durumu anlatan Hazreti Eyyub’un (aleyhisselam) başına gelenler çok dikkat çekicidir. Onun bütün malı harap olup gitmiş, çocukları vefat etmiş, her şeyi heba olmuş; işte bu esnada şeytan ‘Fırsat bu fırsattır.’ deyip ona yaklaşmış ve kulağına olup bitenleri fısıldayıvermişti. Ancak o sabır kahramanı, “Baştan veren sonra da geri alan Allah’a şükürler olsun.” demiş ve musibetin mü’min hayatındaki önemini işaretlemişti. Onun başka musibetler karşısında da yaklaşımı aynı olmuştu.
Belki kimileri belaları görünce korkup durdukları yerden ayrılacak ve arkadaşlarını yalnız bırakacaklar, kimileri serveti heba olduğundan dolayı, kimileri daha küçük endişelerle yer değiştirecek, kimileri de hırslarla, kaprislerle olmaları gerekli yerden ayrılacaklardır. Evet, Allah, işte böyle imtihan edecek ki, temelinde hasların bulunması gerekli olan bir davada hamlar elenip gitsin. Zira böyleleri her zaman kritik bir noktada bozgunculuk çıkarabilirler. Bu açıdan büyük davaları temsil eden yüce kâmetler hep ızdıraplara maruz kalmış; Allah, onları elli defa potaya koymuş, elli defa kalıptan kalıba sokmuştur. Ve neticede öyle bir noktaya gelinmiştir ki, artık onlar erimenin ve yanmanın had safhasına ulaşmış, ateşler, korlar gibi olmuşlardır; böyle bir kıvama erince de en ateşin, bela ve musibetlerin onlara yapacağı bir şey kalmamıştır.
Meselenin bir başka yönü ise, bu türlü bela ve musibetlerin kazandırdıklarıdır. Bu büyük zatlar, belki dünyada bazı belalar çekiyorlar, ama bunun yanında sürekli dereceleri yükseliyor ve Allah’a kurbiyet kazanıyorlar. Bu sebeptendir ki, dinde bela ve musibetler menfi ibadet olarak değerlendirilmiştir. Öyle ki, bunlar, insana ibadet ü taatin kazandırdıklarından çok farklı şeyler kazandırmaktadırlar. İbadet, müsbet kısmı itibarıyla insanların gözüne takılabilir ve onları görüp beğenebilirler. Bu durumda da insan, niyetini tam ayarlayamayabilir.
Dolayısıyla kıldığımız namazın içine riya girebilir. Diğer ibadetlerde de çok defa aynı duygular yaşanabilir. Ancak insanın bedenî ve mâlî ızdırapları gibi pek bilinmeyen ve hükmen ibadet olan bu “menfî ibadet” kısmında riya söz konusu olamaz. Ayrıca bazı günahlar vardır ki, onlara ancak aile efradının rızkını temin etme yolunda insanın çektiği sıkıntılar keffaret olur. Bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz ibadetlere karışan gösteriş ve riya duygusunu ele alır ve şöyle buyurur: “Kıyamet günü ilk hesaba çağrılacak üç grup insan vardır: Kur’ân’ı ezberleyen, cihad ederken şehid edilen ve Allah’ın kendisine bol mal verdiği zengin. Allah cihad için savaşa çıkanı hesaba çeker ve ona: ‘Niçin cihad ettin?’ diye sorar. ‘Senin rızan için.’ cevabını verince de, ‘Yalan söyledin.’ buyurur Allah. Zira o, bunu kendisine ‘Cesaretli, şecî insan desinler.’ diye yapmıştır. Ve karşılığını da dünyada almıştır.
Binaenaleyh Cenâb-ı Hak, yüce bir dava uğrunda, mücadele ve mücahede edecek kimselerin, öncelikle safileşmesi, durulması ve verdiği musibetlerle günahlarının gitmesi için onları imtihan ediyor, belaya maruz bırakıyor, mürâîleri ve riyâkarları, bu saf ve duru topluluktan ayırmak için onları tekrar ber tekrar eliyor; eliyor çünkü insanın namazına, cihadına ve orucuna dahası her şeyine riya girebilir, ancak bela ve musibete riya girmez.
Evet, dinde, insanın başına gelen musibetler menfi ibadet şeklinde yorumlanmıştır. Dolayısıyla bunlara riya girmez. Bunlar, insanın ibadet yaptığının farkına varmadan ona sevap kazandıran türden şeylerdir. İnsanın ayağına batan bir diken bile onun günahlarının dökülmesine vesile oluyorsa -ki, Efendimiz hadislerinde bunun böyle olduğunu söylüyor- ciddi sıkıntılara maruz kalması da onu bütün bütün temizler, paklar; paklar da bunun içine hiç riya girmez.
Allah (celle celâluhu), içinde riyanın ve gösterişin bulunmadığı menfi ibadet dediğimiz hususlarla kendi salih kullarını serfiraz kılıyor. Bunlarla enbiya-i izamı, evliya-ı izamı ve ulema-i kiramı safileştiriyor, kurb-i huzuruna almaya layık hale getiriyor. İşte bu, Cenâb-ı Hakk’ın değişmeyen kanunudur; dün böyle olduğu gibi, bugün ve yarın da böyle olacaktır.
Dünyevî musibetin uhrevî karşılığı
Bundan başka, her bela ve musibetin ahiret hesabına kazandırdığı öyle şeyler vardır ki, bunlar ancak oraya gidildiği zaman anlaşılacaktır. Hazreti Câbir’in babası Abdullah ibn-i Amr, Uhud’da şehit olmuştu. İbn Abbas’ın rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz, o ve onunla beraber şehit olanların durumunu anlattı ve: “Uhud’da şehit olan kardeşleriniz var ya! Allah, onların ruhlarını yeşil kuşların içine koydu. Bunlar Cennet’in nehirlerine giden, Cennet meyvelerinden yiyen ve Arş’ın gölgesine asılmış altından kandillere girip istirahat eden kuşlardır. Şehitler böylece güzel güzel yiyip içip dinlenince şöyle dediler: ‘Kardeşlerimize bizden kim haber götürecek ve bildirecek ki bizler şu anda Cennet’te diriyiz ve Rabbimiz bize bol bol rızık veriyor. Bu haber gitmeli ki onlar Cennet’e karşı isteksiz olmasınlar ve harplerde korkak davranmasınlar!’
Allah Teâlâ onlara cevaben, ‘Sizin haberinizi ben duyuracağım’ buyurdu. Bu durumu anlatan şu âyet nâzil oldu: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar hayatta olup, Rabbileri nezdinde yaşarlar ve rızıklanırlar. Allah’ın lütfundan ihsan ettiği nimetlere kavuşmaktan dolayı sevinç içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine kavuşmayan müstakbel şehitlere, ‘kendilerine hiçbir korku olmayacağına ve üzüntü hissetmeyeceklerine’ dair de müjde vermek isterler.”6
Uhrevi zevklere açılan kapı
Şehitler, kılıçlar altında parçalanmaktan öyle bir zevk ve lezzet duyuyorlardı ki, onu ancak oraya gidince anlıyorlardı. Aradan seneler geçtikten sonra Abdullah İbn-i Amr’ın kabrini açtıklarında, oğlu Hazreti Câbir babası için, ‘Hiçbir halini yadırgamadım; toprakta dipdiriydi ve sanki o an ölmüş gibiydi.’ der.
Biz dünyada bir kısım eza ve cefa gören kimselerin haline üzülürüz. Mesela, “Seyyidina Hazreti Hamza’yı Uhud’da parça parça ettiler.” deriz. Şayet o, sinesine saplanan mızrak sayesinde kanatlanmış göklerde uçar hale gelmişse, bu durumda haline acınacak biri varsa, o da biziz demektir. Cenâb-ı Hak ona çok büyük lütuflarda bulundu. Adeta o, sinesine saplanan o mızrakla, dünyadan Cennet’e gidiyor ve Cennet’in zevklerini iliklerine kadar duyuyordu. Ama biz yine de onun şehadetine üzülürüz. İhtimal şimdi o, çok azizdir ve belki de bizim halimize acıyordur.
Ayrıca bu musibetlerin öyle uhrevî bir haz ve lezzeti var ki, hiçbir şeyle mukayese edilemez. Bunu ifade için Efendimiz (sallâllahu aleyhi vesellem) buyuruyor ki, “ashab-ı musibet ahirete gittikleri zaman daha fazla musibete uğramış olmalarını arzu sadedinde, dünyada etlerinin makaslarla doğranmasını arzu edecek ve ‘Keşke parça parça doğransaydık da öyle gelseydik.’ diyeceklerdir.” Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, musibetlere maruz kalma, insanın uhrevi yapısının, uhrevi haz ve lezzetlerinin kâmil ü mükemmel olması için adeta bir yol.. ve Allah böyle bir lütfu enbiya, evliya ve o çizgide yol alanlara lûtfediyor.
Yazar: M. Fethullah Gülen, Kürsü