Efendimiz’in maruz kaldığı belâ ve musibetler nelerdi ve bunlar karşısında O’nun tavrı nasıl olmuştu?
Olumlu ve müspet davranışların, temsil mevkiinde bulunan insanlar tarafından ortaya konulması, o işin müessiriyeti açısından çok önemlidir. Yani bir insan namazı anlatıyorsa öyle bir namaz kılmalı ki, dışarıdan ona bakanlar, “Bu zatın hiçbir şeyi olmasa, sadece şu namazı onun hak çizgide olduğunu gösterir.” demelidirler. Tabiî o, namazını öyle kılması gerektiği için öyle kılacak, öyle desinler diye değil. Öyle ki onu böyle bir namazda görenler tam inanmasalar da onun bu namazının büyüsüyle inanmalıdırlar. Evet, temsilde hep önde yürümek gerektir.
İnsanlar için “üsve-i hasene” olan Nebiler Serveri, başına gelen türlü türlü belâ ve musibetlere karşı takındığı tavrında, tebliğinin yanında temsilde de en iyi ve kusursuz bir örnekti.[1] Meselâ bir defasında O (sallallâhu aleyhi ve sellem) istirahate çekildiği bir gece, sabaha kadar dönüp durmuş ama bir türlü uyuyamamıştı. Evet, sağına soluna dönüyor, “uf”layıp duruyor ve âdeta ızdıraptan iki büklüm oluyordu. Sabah olunca hanımı O’na (aleyhi ekmelüttehâyâ) sordu: “Yâ Resûlallah, bu gece rahatsız mıydınız? Çok ızdırap çektiniz.” Allah Resûlü’nün cevabı şu oldu: “Yatağımı hazırlarken, yere düşmüş bir hurma buldum. Onu ağzıma koydum. Fakat sonra aklıma geldi ki, bizim evde bazen sadaka ve zekât hurmaları da bulunuyor. Ya bu hurma, onlardan idiyse! İşte sabaha kadar bunu düşündüm, bunun ızdırabıyla sağa sola dönüp durdum ve bir türlü gözüme uyku girmedi.”[2]
Evet, sadaka ve zekât O’na haramdı.[3] Ancak bu hurma, kendine ait hediye hurmalardan da olabilirdi. Hatta bu ihtimal, diğer ihtimalden daha kuvvetliydi. Çünkü O’nun hanesinde, sadaka veya zekât malları kat’iyen gecelemezdi, geldiği gibi dağıtılırdı. Şimdi şüphenin böyle en küçüğüne karşı bu ölçüde hassas davranan ve hayatını hep bu hassasiyet içinde sürdüren birinin, kesin haram olan bir işe yanaşması mümkün müdür? Evet, O, en küçük şüpheli bir şeyle dahi ruh dünyasını kirletmeme mevzuunda fevkalâde hassastı.
O bir başka sefer mihrapta namaza duracağı esnada –O’na canlar kurban!– aklına birden bir şey geliyor ve hemen kendi hücrelerine çekiliyorlar. Hücre-i saadetlerine soluk soluğa giriyor; yapacağını yapıyor sonra da namaz için tekrar geriye dönüyor. Ve daha sonra durumu şöyle izah ediyor: “Ben namaza dururken evde fakirler için dağıtılacak bir şey vardı. Onu dağıtmadan namaza durursam kalbimi meşgul edeceğinden korktum. Sonra eve gidip Âişe’ye onu hemen verilecek yerlere vermesini söyledim. (Belli bir sorumluluktan sıyrılarak gelip öylece namaza durmayı arzu ettim.)”[4]
Evet, herhangi biri Efendimiz’in sadece cömertliğine, infak mevzuundaki hassasiyetine ve dünya karşısındaki tavrına baksa kendi kendine: “Bu Zât’ın hiçbir şeyi alınmasa bile şu tavrı ve duruşu alınabilir!” diyecektir.
Efendimiz’in haccını ve orucunu da bu çerçevede ele alıp aynı değerlendirmeyi yapmak mümkündür. Meselâ, oruç konusunda kendileri visal yapıyor,[5] fakat başka birisi visal yapmaya kalkınca ona dayanamayacağını söylüyordu.[6] Ve O, kendine has konsantrasyonu ile o durumu atlatıyor ve Allah’ın kendisini yedirip içirdiğinden bahsediyordu.[7] Aslında Efendimiz o konsantrasyonun ve o câzibedâr güzelliklerin engin iklimi içinde cismaniyete ve bedene ait şeyleri âdeta duymaz hâle geliyordu. Bunlar O’nun için ne olacak ki! Günümüzde Uzak Doğu toplumlarında bahismevzuu olan, bir kısım ruhî terbiye ile belli ölçüde aç ve susuz durulabiliyor. Ne var ki Allah Resûlü bunu bir ibadet neşvesi içinde yaşıyordu ki, bütün bunlar Allah’ın her şeyin en mükemmelini ortaya koymada O’nu örnek yarattığını göstermektedir. Evet, Allah (celle celâluhu), ölüm gelip çatıncaya kadar O’nun sürekli kullukta bulunmasını istiyordu ve öyle de oldu.[8]
Nebiler Serveri’nin temsil gücü ve duruşu, başına gelen belâ ve musibetlerde de en bariz bir şekilde kendini gösterirdi. Evet, Allah Resûlü çok defa belâların en büyüğüne maruz kalıyordu; kalıyordu zira bu, ilâhî ahlâk ve ilâhî âdetin bir neticesiydi. O: أَشَدُّ النَّاسِ بَلَاءً اَلْأَنْبِيَاءُ ثُمَّ الْأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ “İnsanların belâya en çok dûçâr olanları, nebiler (Bazı rivayetlerde nebilerden sonra salihler,[9] bazı zayıf rivayetlerde ise nebilerden sonra evliya[10] denmektedir) daha sonra da derecesine göre başkaları gelir.”[11] buyurarak işte bu hakikati dile getirir.
Bu demektir ki, insan ne kadar zirvede ise o kadar çok musibete maruz kalır. Soğuk, kar, fırtına ve tipi ilk defa zirveleri tuttuğu gibi, sıkıntı ve ızdıraplar da en başta zirve insanları vurur. Eğer belâ bir yerden kalkmamaya karar vermişse, bu zirve insanların karar kıldığı yerden kalkmaz ve dolayısıyla bu başı yüce kâmetlerin bir yanında sürekli kış yaşanır durur. Zirveye yakın olan yerler ise, onlar da değişik mevsimlerde hem o kardan, hem doludan, hem de dumandan nasiplerini alırlar. Önce konuyu böyle anlamak gerekir; gerekir, zira bu ilâhî bir âdettir. Çünkü öyle olmasa, önlerindeki temsil konumunda bulunan bu zatlara gözünü dikip bakan kimselerin: “Maşaallah keyfi yerinde!” gibi sözler söylemeleri de ihtimal dahilindedir.
Aynı zamanda bu insanlar, belâ ve musibetlere maruz kalmasalar, insanları kıvrandıran bir kısım belâ ve musibetler karşısında onların nasıl bir tavır almaları lâzım geldiği hususunda okunan bir kitap, taklit edilen bir rehber ve kendisine uyulan bir imam olamazlar. Uyulan bir imam, taklit edilen bir insan, belâ ve musibetler karşısında okunan bir kitap olabilmek için evvelâ bu sıkıntıların onlara gelmesi çok önemlidir. Evet, bu gibi olumsuz hususlar peygamberler ve peygamberlik sona erdikten sonra Hak dostu, peygamber vârisi büyük insanlar için de söz konusudur; zira onlar da rehber konumundadırlar. Âdeta belâlar bu insanların başlarına sağanak sağanak yağar; hatta yağmadığı zamanlarda bu rehberler hemen bir kordon kopukluğu olduğu paniğine kapılıp Rabbileriyle alışverişlerinin kesildiğini zannederler. Fuzûlî ne güzel söyler:
“Yâ Rab belâ-i aşk ile kıl âşinâ beni,
Bir dem belâ-i aşktan etme cüdâ beni.”
Gerçi Allah’tan belâ istenmez, aksine af ve afiyet istenir. Ne var ki o büyük insanlar bütün bütün terk edilmişliği, cismanî ve hayvanî yaşayışa terk edilmişlik içinde görürler. Sanki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Hz. Âişe Validemiz gibi kimseler belâlara o ölçüde maruz kalmışlardır ki, âdeta o musibetler onların hayatlarının bir yanı hâline gelmiştir. Ayrıca bu mevzuda rehberlik etmeleri için onların belâlara katlanmada özel olarak hazırlandıklarını söylemek de mümkündür.
Bu açıdan hayatının hemen her karesini ızdırapla geçiren Efendimiz’in hayat serencâmesini gözden geçirmenin faydalı olacağı kanaatindeyim.
Öncelikle şu hususun vurgulanmasında yarar var: Efendimiz çok hassas ve duyarlı bir ruha sahip idi. Çevresine bakınca insanların bakışlarından onların içlerini okur; bakışlara göre insanları ve onların duygularını hissederdi de ne olumsuz şeyleri sineye çekerdi. Zaten bu kadar hassas ve duyarlı olmasa idi O’nun için sema âlemlerine kapı aralanması da mümkün olmazdı. O, fizik ile metafiziği birden duyan ve yaşayan bir ruha sahip olmakla beraber yarım adım atarak hemen öbür âleme geçebilecek derecede bir enginliğe sahipti. Bir yetimin ağlamasıyla ızdırap duyar, hatta bazen hıçkıra hıçkıra ağladığı da olurdu. Tabiî mukavemet gereken yerde de mukavemetini gösterirdi. Evet, Üstad Hazretleri’nin de ifade ettiği gibi, zıt sıfatları nefsinde cem etmesi O’nun engin bir yanı ve peygamberliğinin de deliliydi.[12]
Gelin şimdi bu ölçüde yüksek bir duyarlılığa sahip olan O Nebi’nin hayatının akışlarını gözden geçirmeye çalışalım:
O hassas Ruh, çocuk yaşta iken yetim kalmış, daha iki-üç yaşında iken annesinin dul bir kadın olma acısını derin derin içinde hissetmiş ve hayatı boyunca hep bu hisleri ruhunda duyarak yaşamıştır. Daha sonraki hayatı da uzun bir süre bir dedenin evinde geçmiştir. Bütün âlemin babası vardır ama O, babasını daha doğmadan kaybetmiştir. Hayatı dört –veya daha kuvvetli rivayete göre altı– yaşına kadar böyle geçmiştir. Tam anasını idrak edip sıcaklığını ve okşamalarını duyacağı an o da ötelere göç etmiştir. Sekiz-on yaşına girince annesi gibi dedesi de O’nu bağrına basıp “Evlâdım!” deyince Allah onu da huzuruna almıştır. Aslına bakılırsa bunların her biri kendi çapında çok büyük ve değişik birer imtihandır. Bi’set-i seniyyenin 8. senesinde –ki bu seneye Senetü’l-hüzn denmiştir– Cenâb-ı Hak, Efendimiz’in iki dayanağı sayılan Hz. Hatice’yi ve Ebû Talib’i almıştır.
Bunların hepsi derinlemesine düşünüldüğünde her birinin ayrı dalga boyunda büyük birer imtihan ve ibtilâ olduğu anlaşılacaktır. Âdeta Nebiler Serveri iç içe imtihanlar yaşamıştır. Öyle ki sebepler açısından hiçbir hâmisi kalmamış ve sanki Cenâb-ı Hak O’na fiilen: “Senin başka hâmin olmamalı. Ben sana yeterim. Sen sürekli حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ “Allah bize yeter, O ne güzel Vekîl’dir”[13] diyecek, sana inananları da arkana alacak ve onlara örnek olacaksın. Veyahut da حَسْبِيَ اللّٰهُ “Allah bana yeter”[14] diyecek, tek başına Bana dayanacak ve Bana itimat edecek ve ruhunda sürekli Bana teslimiyeti, tefvîzi ve sikayı en âlî derecede yaşayacaksın.” demektedir. Bu duyguyu bazen başkaları da ruhlarında derinlemesine hissetmiştir. Onlar ahireti özleyince, oraya gitme arzusu içlerinde tutuşunca bu hislerini mantıklarıyla baskı altına alıp âdeta ahirete tatlı tatlı yürümeye niyet etmişken geriye durmuş ve şahsî kaderlerine razı olmuşlardır.
Son olarak Allah Resûlü’nün hayat-ı seniyyeleriyle alâkalı bir hususu daha arz etmek istiyorum. Efendimiz arkadaşlarına öyle alışıktı ki, ruhunun ufkuna yürümesine bir ay kala başını kaldırıp ashabına bakmış, sonra tekrar başka tarafa çevirmiş ve ağlamaya başlamıştı. Daha sonra da bu hareketini tekrarlamıştı.[15] Çevresiyle bile bu kadar alâkadar olan ve onlara karşı derin bir alâka duyan bir insanın ne derin bir hassasiyete, ne engin bir duyarlılığa sahip olduğu her türlü açıklamadan vârestedir. Fazla söz zait, konuyu sizin idraklerinize havale ediyorum.
O (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu duyarlılık içinde oladursun bir gün etrafına gelip giden insanların ciddî tehdit altında olduklarını ve yanına rahat bir şekilde sokulamadıklarını görüyor; görüşmeler sağda solda hep kaçamak gerçekleşiyor. Bu durumda O, üç-beş kişilik meclisler teşkil edip onlarla yetiniyordu. O zamanlar hiç olmazsa eve döndüğünde de derdini dinleyecek ve kendiyle mânevî alışveriş yapacağı, ufkuna göre bir zevcesi vardı. Ne var ki Allah (celle celâluhu) onu da elinden alınca sekiz-on (veya on-on beş) yaşlarındaki yetim çocukları ile baş başa kaldı. Bu arada onların en büyükleri olan Zeynep ve Rukiye evlenmiş de olabilirler. Valideleri vefat edince bütün dayanakları ve destekleri gitmiş oluyordu. Bunun ne derece zor bir hâdise olduğunu ancak böyle bir durumu kendimiz bizzat yaşayarak anlayabiliriz. Dışarıda O’nu tehdit eden bir şiddete mukabil, alışık olduğu evde de yalnızlığın O’na verdiği ızdırabın derinliğini varın siz kıyas edin. İşte Efendimiz bu ölçekteki sıkıntılara maruz idi.
Allah O’na bu tür imtihanları tattırıyor ve daha ağırlarına hazırlıyordu. Evet, O daha hayatta iken çocuklarının ölümlerini görecekti. Zira O arkadan gelen insanlara her hususta bir rehberdi. O’nun yolundakiler de aynı şeyleri çekeceklerdi. O onlara da rehberdi. Bu kadar imtihana karşılık Efendimiz hiçbir zaman feryâd ü figân etmemişti. Bu gibi hâdiselerin o ölçüde hassas bir ruhta nasıl tesir icra ettiğini ve sinesinde nasıl duyulduğunu Allah Resûlü’nün hassasiyeti içinde aramak ve anlamak lâzımdır ki O’nun maruz kaldığı o imtihanların buudları da anlaşılabilsin.
Ben bir yakınım vefat ettiğinden beri her aklıma geldiğinde hâlâ onu özlüyor ve “Ne olur gece bir kere görsem!” diyorum. Siz buradan Allah Resûlü’nün hassasiyetine yükselebilseniz –bu mümkün değildir– göreceksiniz ki O bu mevzuda ne tahammül-fersâ şeylere katlanmış.. evet, çok duyarlıydı ve o duyarlılık O’nun için çok büyük bir ızdırap vesilesiydi. Efendimiz’in başından geçen imtihanları buna göre değerlendirmek icap eder.
O’nun diğer bir imtihanını da Mekke’den ayrıldığında görüyoruz. O’nun Mekke’ye karşı olan alâkası ve irtibatı da bizim herhangi birimizin kendi vatanına karşı olan irtibatından çok farklıdır. Efendimiz kendisinin Mekke’deki konumunun idrakinde olduğu gibi Sidretü’l-Müntehâ’nın izdüşümü ve yerin göbeği olan Kâbe ile aynı memeden süt emmenin ve bununla beslenmenin de şuurundaydı. İşte bu derin alâkaya rağmen kendisi için âdeta ikinci bir eş olan Kâbe’den ayrılmak zorunda kalmıştı.[16] O hicretle, sadece yurdunu ve yuvasını değil her gün Cenâb-ı Hakk’ın cemalinin tecelligâhı olan mübarek bir yeri bırakıp gitme durumundaydı.
Bunun yanında O, Medine-i Münevvere’ye gittiğinde de on altı veya on sekiz ay Kâbe’ye doğru namaz kılmaktan men edilmişti. Hadis-i şeriflerin umumu birden mütalaa edilince görülür ki, Efendimiz göz ucuyla hep oraya doğru hareketlenir ve bir nigâh-ı âşinâ ile “Kâbe’ye döndürülür müyüm?” şeklinde bir beklenti içine girerdi. Bunun üzerine Kur’ân O’na şöyle diyecekti: “Elbette ilâhî buyruğu bekleyerek yüzünün semada aranıp durduğunu görüyoruz. (Artık müsterih ol, işte) memnun olacağın kıbleye seni yöneltiyoruz. Haydi şimdi yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir! Siz de ey mü’minler, nerede olursanız olunuz yüzünüzü oraya doğru çevirin!”[17]
Nebiler Serveri hicret esnasında Mekke’den ayrılırken bu duygularla dopdolu ve derin hislerle, “Eğer beni çıkarmasalardı senden çıkmazdım. Ey Kâbe! Allah şahit ki seni çok seviyorum!”[18] demişti. Böylece Efendimiz yurttan yuvadan edilmenin yanı sıra Kâbe gibi bir mekândan edilmenin ızdırabını da sinesine basmıştı; basmıştı zira O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisinden sonra yurdundan ve yuvasından edilenlere örnekti. Bu itibarla denebilir ki “Efendimiz’in hayatının hiçbir karesi imtihansız geçmemiştir.”
Yine bir keresinde Efendimiz bir yere gelip oturmuş ve bir tâli’sizin suikastına maruz kalmıştı. Bugün bazı medyada olduğu gibi, Efendimiz döneminde de hemen her gün bir kısım densiz sürekli komplo peşinden koşar ve sürekli yargısız infazda bulunurlardı. Evet, o gün Nebiler Serveri’ne belki on defa suikast tertip edilmişti.[19] Bazen Efendimiz’in başına taşlar atılmış bazen de kılıçlarla üzerine gidilmişti. Bu tür olaylar öyle bir hâl almıştı ki o büyük Güven İnsanı, Medine’de bir gün yalnız olarak hücre-i saadetlerinde yatarken, içinden, “Keşke birisi gelse, başımda beklese de biraz uyuyabilsem!” şeklinde bir düşünceye dalmıştı. O öyle düşünürken Sa’d b. Ebî Vakkas, kılıcını kuşanmış olarak oraya gelmiş ve Efendimiz’in kim olduğunu sorması üzerine kendini tanıtmış ve “Allah’ın Resûlü rahat uyusun, size bir şey olmasın diye kapınızda bekleyeyim mülâhazasıyla geldim.”[20] demişti. İşin doğrusu Efendimiz’in hayatının hemen her bölümünde değişik imtihanlara dair kareler görmemiz mümkündür. Cenâb-ı Hak Medine’de O’nu korkuyla imtihan etmiştir. “Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz. Sen sabredenleri müjdele!”[21] âyetiyle buna işaret edilmektedir.
Evet, O Rehber-i Küll, Bedir Savaşı münasebetiyle ashabından bir kısmını kaybetmişti. Yani her şeye o derece katlanan Nebiler Serveri, arkasına aldığı ve belirli bir kerteye kadar beraber hareket ettiği ashabını kaybetmesiyle de imtihan olmuştu.
Evet, O başına gelen sıkıntılarla imtihan olduğu gibi başlarına gelmesi muhtemel musibetlerle de, bunların ağırlığını her an ruhunda derin derin hisseden bir vicdandı. Meselâ, Efendimiz’e yakın olan insanlardan bazıları Bedir’de harp başlayacağı esnada şöyle diyebilmişlerdi: “Biz bir kervanı takip etmek ve Mekkelilerin elimizden aldığı mallarımızı istirdat etmek için bu yola çıkmıştık. Bizim harp mülâhazamız yoktu!” Böyle bir söz sarf etmemiş olsalardı bile, böyle bir ihtimalin dahi ona ne kadar ağır geldiği/geleceği ortadadır. Bu meseleyi, kendimizi onların yerine koyarak değil de O’na inanarak, O’nun için yurdunu yuvasını terk etmiş veya evini başkalarına açmış kimseleri düşündüğümüzde, O’na inanmış bazı insanların bu sözü veya benzerini söyleme ihtimalinin Efendimiz için ne büyük bir imtihan olduğu anlaşılacaktır.
Efendimiz ciddî bir imtihan olarak Bedir’den sonra da öyle bir fırtına ile (Uhud Savaşı) karşı karşıya kalacaktır ki bu kasırga her şeyi âdeta yerle bir edecek ve yetmişe yakın sahabiyi önüne katıp ötelere götürecektir. Öyle ki bu fırtınanın önüne katıp götürdüğü şehitler arasında Efendimiz’in amcası Hz. Hamza da vardır. Bu demekti ki Efendimiz’in acılarına bir de amca ızdırabı ekleniyordu. Vâkıa O, Bedir’de de amcasının oğlu Ubeyde b. Hâris b. Abdulmuttalib’i kaybetmişti. Bu ibtilâlar zinciri devam ediyor, O, Hendek’te Yahudilerin ihanetleri ile daha farklı şekilde karşı karşıya geliyor ve onları Medine’den teb’îd etme mecburiyetinde kalıyordu. Tabiî hem dünkü hem de bugünkü münafıkların yapacakları dedikoduya rağmen…
Günümüzde, “Medine Vesikası” adıyla neşredilen mukaveleyi “Kendi eliyle bozdu!” suçlamasına maruz kalması da O’nun için apayrı bir imtihandı. Zeynep binti Cahş ile evlâtlık edindiği bir insanı evlendiren Efendimiz, teşrîe esas olsun diye azatlı kölesi Zeyd b. Hârise’nin boşadığı Hz. Zeynep’le Allah’ın (celle celâluhu) emriyle izdivaç etmiş ve böylece ayrı bir imtihana daha maruz kalmıştı.[22] Ezvâc-ı Tahirât’ın yer yer dahi olsa dünyaya karşı küçük olan taleplerini dile getirmeleri de O’nun için ayrı bir imtihandı. Ve hayat-ı seniyyeleri boyunca bu imtihanlar hep devam edip durmuştu.[23]
Görüldüğü üzere Rehber-i Küll, Mukteda-i Ekmel ve Ekrem olan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), her meselede olduğu gibi musibetlere dayanma mevzuunda da bizim için en güzel ve en mükemmel bir numunedir. Bu sebeple diyebiliriz ki, Efendimiz vasıtasıyla Allah’ın bize ihsan ettiği en büyük lütuf, O’na iktida ve ittiba hususudur. Rabbimiz’in bizi O’na iktida ettirmesi niyetiyle…
Dipnotlar
[1] Bkz.: Ahzâb sûresi, 33/21.
[2] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/183; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 12/132.
[3] Bkz.: Müslim, zekât 167; Ebû Dâvûd, harâc 19, 20.
[4] Buhârî, ezân 158; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 17/354.
[5] Bkz.: Buhârî, savm 49; Müslim, sıyâm 57, 58.
[6] Bkz.: Buhârî, savm 55; Müslim, sıyâm 181.
[7] Bkz.: Buhârî, savm 49; Müslim, sıyâm 57, 58.
[8] Bkz.: Hicr sûresi, 15/99.
[9] İbn Mâce, fiten 23; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/172.
[10] el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/28; es-Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene s.117.
[11] Tirmizî, zühd 57; İbn Mâce, fiten 23; Dârimî, rikak 67.
[12] Bkz.: Bediüzzaman, Âsâr-ı Bedîiyye (Şuâât-ı Mârifeti’n-Nebi) s.233.
[13] Bkz.: Âl-i İmran sûresi, 3/173.
[14] Bkz.: Tevbe sûresi, 9/129.
[15] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/256; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 4/20.
[16] Tirmizî, menâkıb 68; İbn Mâce, menâsik 103; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/305.
[17] Bakara sûresi, 2/144.
[18] Tirmizî, menâkıb 68; İbn Mâce, menâsik 103; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/305.
[19] Ebû Nuaym, Delâilü’n-nübüvve s.489-490; el-Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve 3/180-181.
[20] Buhârî, temennî 4; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 39-40.
[21] Bakara sûresi, 2/155.
[22] Bkz.: Ahzâb sûresi, 33/37-38.
[23] Bkz.: Ahzâb sûresi, 33/28-34; Tahrîm sûresi, 66/1-5.