Allah Resûlü’nün İki Yönü
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Allah’ım, beni fakir olarak yaşat, fakir olarak öldür ve fakir olarak haşret!” şeklindeki duasını nasıl anlamalıyız?
Eğer ortada söylenmiş bir söz varsa, bu konuda mühim olan, o sözün nerede, hangi şartlar altında ve hangi siyakta söylendiğini değerlendirmek suretiyle mânâsını doğru anlamaya çalışmaktır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Allah’ım, beni fakir olarak yaşat, fakir olarak öldür, kıyamet günü de fakirler zümresiyle birlikte haşret!” buyururlar. Bu hadis, ehl-i tasavvuf arasında çok yaygındır.
Bu soru tevcih edilirken herhalde mânâ olarak buna zıt olan hadislerle karşılaştırılması isteniyor. Şayet herkes, kendi nefsi adına “Allah’ım, beni fakir yaşat, fakir öldür, fakir haşreyle!” derse bir millet topyekün fakir olur ki, topyekün fakirlerden müteşekkil bir topluluğun İslâm’ın izzetini bayraklaştırıp omuzlarına almaları asla mümkün olamaz. Kaldı ki yine hasen derecede bir hadiste Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Allah’ım, açlıktan Sana sığınırım, çünkü o pek fena bir arkadaştır!” buyurmuşlardır. Keza, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in sabah-akşam sürekli okudukları duaların içinde de buna benzer ifadeler vardır: “Allah’ım, tasadan ve hüzünden Sana sığınırım; acizlikten ve tembellikten de Sana sığınırım; korkaklıktan ve cimrilikten yine Sana sığınırım; borca mağlup olmaktan ve düşmanların kahrından da Sana sığınırım.”
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kur’ân’ın pek çok âyetinde anlatılan iki yönü vardır. Mesela, Fetih sûresinin son âyetinde, “Hz. Muhammed, Allah’ın resûlüdür. O’nun beraberinde olanlar, küffara karşı alabildiğine şiddetli ve sert, alabildiğine kararlı; dostlarına karşı da tevazu kanatları yerlere kadar inmiş, mütevazidirler…” buyrulur. Mü’minlere karşı yüzü yerde, muannitlere karşı aziz ve çetin olmak, müslümanca bir duruşun ifadesidir. İşte bu iki durum da Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’de tam temessül etmiştir.
Sahabînin ifadesiyle Ashab-ı Kiram, savaşın kızıştığı anlarda Allah Resûlü’nün arkasına sığınırlardı. Yine mesela Huneyn’de, atını düşmana doğru mahmuzladığı ve Hz. Abbas’ın, O’nun atını tutmakta zorlandığı siyer kitaplarında anlatılır. Hatta bu sırada Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) gür bir sesle: “Ben, Allah’ın Resûlü’yüm, bunda yalan yoktur. Abdulmuttalib’in soyundanım, başka değil bunda yalan yoktur.” der. Kim bilir belki de soyu O’na yakışır şekilde dünyaya gelmişti/getirilmişti…
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in bu celâdetinin yanında bir de halkın içinde halktan biri olma yönü ve tevazuu vardı. Hz. Aişe (radıyallâhu anhâ)’nın anlattığına göre, Mekke fethedildiği gün O (sallallâhu aleyhi ve sellem), yerin göbeği olan Kâbetullah’a girerken bineğinin üzerinde tevazu içinde o kadar iki büklüm olmuştu ki, alnı eyerin kaşına değiyordu. Bir başka sahabi ise konuyla alakalı müşahedesini şöyle anlatır: “Allah Resûlü diz çökmüş yemek yiyordu. O’nun bu hâlini gören bir bedevî: “Tıpkı köle gibi yemek yiyor” deyince, Efendimiz, “Evet, ben Allah’ın bendesiyim” buyurmuştu. Bu, Efendimiz’in birbirine zıt gibi görünen iki yönünün ifadesidir.
Allah Resûlü bu iki haliyle de hep en doğruyu temsil ediyordu. Bunlardan birisinde, İslâm düşmanlarına karşı temsil buyurdukları İslâm şahs-ı mânevîsi adına açlıktan, fakr u zaruretten, borçtan ve düşmanların kahrından Allah’a sığınıyor ve bunlardan, yılandan çiyandan nefret eder gibi nefret ediyordu. O, bu noktada ümmeti adına hareket ediyordu ve kâfirleri sultası altına almaya gayret ediyordu. Zaten Fahr-i Kâinat Efendimiz, şahsen de hiçbir kâfirin tahakkümüne katlanmaz ve bu mezelleti asla kabul edemezdi.
Diğer yönüyle Efendimiz, mü’minler arasında daha ziyade fakir ve fukara ile haşir-neşirdi. Allah (celle celaluhu) O’na böyle bir ahlâkı talim buyurmuştu. Mekke ileri gelenleri yer yer Allah Resûlü’ne geliyor ve “Şu sıradan insanları yanından uzaklaştır da biz gelelim” teklifinde bulunuyorlardı. Efendimiz böyle bir şeye asla yanaşmıyor, kalb-i pâk-i Nebevî bundan rencide oluyordu. Fakat bir beşer olarak binde bir meyil ihtimali oldu mu bilemem; ama Allah konuyla alakalı hemen tebcil edalı bir tenbihte bulunuyor ve böyle bir teklif karşısında sanki Efendimiz’e, “Bilal-i Habeşî, Suheyb-i Rûmî, Habbab bin Eret ve Ammar gibi… köle ve fakir fukarayla beraber kalmaya sabret!” diyordu.
İşte Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle iki yönü vardı. Bazı rivayetlerde, sorudaki duanın sonunda Hz. Aişe’nin Allah Resûlü’ne bir sorusundan da söz edilir: “Ya Resûlallah, niçin fakir olarak haşredilmeyi istiyorsun?” Efendimiz de buyururlar ki: “Onlar zenginlerden 40 yıl evvel Cennet’e gireceklerdir” Yani Bilal-i Habeşîler, Ebû Süfyanlardan kırk sene evvel Cennet’e girecekdir. Nitekim bunu teyit eden bir hadisede, Allah Resûlü bir defasında Abdurrahman bin Avf hakkında, “Ben onu gördüm, malının hesabından ötürü mak’adı üzerine emekleye emekleye Cennet’e giriyordu.” buyurmuş, bunu Hz. Aişe vasıtasıyla duyan Abdurrahman bin Avf da o ihtişamlı kervanındaki bütün mallarını Allah yolunda infak etmişti.
Netice-i kelam, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir yönüyle Müslümanlar içinde fakir fukaraya sabır ve tahammül edip tevazu gösteriyordu. Bir yerde de kefere ve fecereye karşı Allah’ın yeryüzündeki en mümtaz varlığı olarak, o aslanların başında her şeyi ayağının altına alacak mahiyette, “Allah’ım, açlık, mezellet, borcun galebesi, dünyanın kahrı.. gibi şeylerden Sana sığınırım. Beni bunlardan uzak tut!” diyordu. Bu tavırlardan biri şahs-ı manevî-i Muhammedî namına, öbürü de Müslümanlara karşı kendi şahsı adınaydı.
Kaynak: Bahar Neşidesi kitabından alınmıştır.