Mekkelilerin Boykot Kararı Alışı
Risaletin yedinci yılı, Muharrem’in ilk günüydü. Mekkeliler her türlü engelleme girişimlerine rağmen İslam’ın yayılmasının önüne geçemiyorlardı. Baskı ve işkenceye rağmen Müslümanların sayısı her geçen gün daha da artıyordu. Üstelik inananların büyük bir kısmı Habeşistan’a hicret etmiş ve onlar, buna mani olamamışlardı. Muhacirleri geri getirme teşebbüsleri ise hüsranla sonuçlanmıştı. Gücü ve kontrolü kaybediyorlardı. Artık İslam, Bekke’nin sınırlarını aşmıştı. Üstelik hiç ihtimal vermeyecekleri Hz. Hamza ve Hz. Ömer gibi isimler Müslümanların saflarına katılmıştı. Duruma seyirci kalırlarsa Mekke’nin Müslümanlaşmasının önünü alamazlardı.
Bu yeni gelişmelerden çok ciddi endişelenen müşrikler, Allah Resûlü ve O’na tabi olanlarla daha etkin mücadele edebilmek için yeni bir yol haritası belirlemeye karar verdiler. Bu yeni dini tamamen unutturacak ve inkişafını engelleyecek kesin bir çözüm arıyorlardı. Bunun tek yolu da Hz. Muhammed’i (aleyhissalâtü vesselâm) öldürmekti. Artık kesin karar vermişlerdi, O’nun vücudunu ortadan kaldıracaklardı. Ancak bu karar karşısında beklemedikleri bir gelişme yaşandı.
Haşimoğulları ve Muttaliboğulları, Efendimiz’i (aleyhissalâtü vesselâm) koruma kararı aldılar ve kılıçlarını kuşandılar. Artık Hz. Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) yalnız değildi. Arkasında O’nu gerekirse silahla da himaye edebilecek bir güç vardı. Adeta yeni bir birlik oluşmuştu. Her iki kolun inanan ve inanmayan mensupları omuz omuza vermiş; Hz. Muhammed’i (aleyhissalâtü vesselâm) teslim etmeme ve koruma mevzuunda anlaşmıştı. Organizasyonun başında onların da aşamayacağı Ebû Tâlib vardı. Bu yeni bir durumdu.
Mekke’nin ileri gelenleri ortaya çıkan bu yeni gelişmeyi görüşmek üzere “Hayf-ı Beni Kinane’de” acil bir toplandılar. Ancak burada alınan kararın bütün kabileler tarafından ortaklaşa kabul görmesi gerekirdi. Bu hususu da göz ardı etmeyen heyet, toplantıya Benî Hâşim’den sadece Ebu Leheb’i ve diğer kabilelerden de ileri gelen kimseleri aldılar. Görüşmeden çıkan sonuç bu konudaki kararlılıklarını ortaya koyuyordu. Hz. Muhammed’i (aleyhissalâtü vesselâm) öldürmek üzere kendilerine teslim edecekleri ana kadar Benî Haşime ve Benî Muttalib’e karşı toplu ambargo uygulanacaktı. Anlaşmanın maddeleri şu kararları içeriyordu: 1- Beni Haşim ve Benî Muttalib’den kız alıp verilmeyecektir. 2- Bu her iki kabileyle de bütün ticari ilişkiler kesilecek asla bir şey alınıp satılmayacaktır.
Ortaya çıkan bu kararları daha tesirli ve kalıcı olması için Mansur İbn-i İkrime’ye yazdırdılar. Yazılı bu metni hazır bulunanlara imzalattılar. Bir de bu hükümlere uygun hareket edeceklerine dair karşılıklı yeminleştiler ve yazılı belgeyi de Kabe’nin içine astırdılar.
Sıcak savaş ortamına girmeden takip ettikleri böyle bir yol onlar için de daha isabetli ve tesirli olacaktı. İki kabile ile savaşmak zorunda kalacaklarına bu yöntemle hem Hz. Muhammed’i (aleyhissalâtü vesselâm) hem de O’na inanan kimseleri toplu helak etmiş olacaklardı. Bundan daha etkili bir yol da bulunamazdı. Sonuçta ya Hz. Muhammed’i (aleyhissalâtü vesselâm) teslim edeceklerdi ya da açlıktan öleceklerdi. Mekkelilere rağmen O’nu korumaya kalkanlar yakınları dahi olsa gerekli cezayı almış olacaklardı. Bunların yanında hiçbir akrabalık veya yakınlık bağı gözetmeyeceklerine de söz vermişlerdi ki bu anlaşmaya karşı çıkmaya da kolay kolay kimse cesaret edemezdi.
Kureyşliler aktif olarak boykot kararlarını yürürlüğe geçirince Benî Haşim ve Benî Muttalib, Şi’b-i Ebi Talib’e taşındılar. Müslümanlar dini duygu ve düşünceyle diğerleri ise hamiyyet duygularıyla buraya gelmişlerdi. Benî Hâşim’den sadece Ebu Leheb ayrılarak Kureyşli müşriklere safında yer almıştı.
Kureyşliler, Müslümanlar’ı Şi’b-i Ebi Talib’de daha zor durumda bırakmak istiyorlardı. Bunun için vadiye yiyecek ve içecek maddelerin girişini yasakladılar ve yakın takip altına aldılar. Peygamberimiz’e inanmadıkları halde sırf O’nu korumak ve destek olmak için mücadeleye katılan kabilenin diğer üyeleri, Müslümanlarla beraber adeta açık hava hapishanesinde tutuldukları bu mekandan sadece hac mevsiminde ve haram aylar da çıkabiliyordu.
Şartlar o kadar ağırlaşmıştı ki açlıktan ağlayan çocukların seslerinin vadide yankılanması hiç eksik olmuyordu.1 O günlerde yaşanan gıda sıkıntısını, Sa’d İbn-i Ebi Vakkas’ın anlattığı şu hadise çok net olarak özetlemektedir: “Bir gece vakti Resûlullah ile beraber çadırından dışarı çıkmıştık. Küçük abdestimi yaparken yerde bir şey olduğunu hissettim. Bir de ne göreyim. Bir deve derisi parçası! Onu hemen aldım ve yıkadım. Bir miktar ateşe tuttum. Daha sonra iki taş arasında biraz ezdim. Sonra yemeğe başladım. Ağzıma bir parça ondan alıyor sonra da bir yudum su içiyordum. Bunu yedikten sonra üç gün o bana yetti.”