Siyer Felsefesi ve Hudeybiye Sulhü

606

Siyer-i seniyye, Kur’ân-ı Kerim’in nasıl anlaşılması gerektiğini gösteren, nassların müfessir bir mümessili konumunda bulunan ve sürekli başvurulması gereken önemli bir kaynaktır. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek hayatıyla, sözleri, tavır, davranış ve takrirleriyle vahye uygun bir hayatın nasıl yaşanacağını göstermiştir. Her birisi birer dil erbabı olan sahabe-i kiram efendilerimiz de, bu iki kutsî kaynağı doğru okumuş, doğru anlamış, doğru yorumlamış, doğru ifade etmiş ve kendilerinden sonraki nesillere ittiba edilmesi gereken bir yol bırakmışlardır. Zannediyorum bizim kurtuluşumuz da,

أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ فَبِأَيِّهِمْ إِقْتَدَيْتُمْ إَهْتَدَيْتُمْ

“Benim ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uysanız, hidayeti bulursunuz.”1 mübarek sözüyle serfiraz olan sahabe-i kirama iktidaya bağlıdır.

Bir büyük müfessir: Zaman

Asr-ı Saadet’te meydana gelen hâdiseler, cüz’î birer hâdise olsa da, onlarda, kıyamete kadar gelecek bütün küllî hâdiselere işaret vardır. O dönemde vuku bulan her hâdisede, âdeta, daha sonraki devirlerde yaşanacak meseleleri çözme adına bir kısım uçlar bırakılmıştır. İşte kendi dönemlerinin şartlarını ve o dönemde yaşayan insanların kültür seviyelerini nazar-ı itibara alarak, bu uçlardan hareket ederek yürüyen insanlar, içinde yaşadıkları dönemde ortaya çıkan problemleri çözüme kavuşturabilirler. Aynı şekilde ulaşım ve telekomünikasyon vasıtalarıyla hızla küreselleşen bir dünyada yaşayan günümüz insanı da, karşı karşıya kaldığı problemlerin halli için siyer-i seniyyede bırakılan o uçlardan hareket ederek alternatif çözümlere yürüyebilir. Fakat bunun kâmil mânâda yapılabilmesi için, hem siyer-i seniyyenin iyi okunup iyi bilinmesi, hem de çağın iyi okunup iyi tahlil edilmesi gerekir. Siz, siyere ait eserleri önünüze koyup baştan sona okuyabilir, okuduklarınızı başkalarına da aktarabilirsiniz. Elde ettiğiniz malumatla o dönemin hâdiselerine çok iyi nüfuz etmiş de olabilirsiniz. Öyle ki, o dönemi anlatırken, vicdanlarınızda âdeta o dönemin kahramanlarından biri olmayı duyabilir, duyabilir de müteessir eden hâdiseler karşısında dolup boşalır, sevindiren hâdiseler karşısında da sevince gark olursunuz. Fakat sadece bununla yetinir ve o hâdiselerde bırakılan açık uçlardan çıkışlar yaparak çağa göre bazı boşlukları doldurma gayreti içinde olmazsanız, tarihî hâdiseleri güzel bir şekilde hikâye ve nakletmekten başka bir sonuç elde edemezsiniz.

Elbette ki, 14 asırlık İslâm tarihi boyunca farklı zaman dilimlerinde siyer felsefesine dair bazı hususlar üzerinde durulmuş ve sosyal tarih açısından Asr-ı Saadet’teki bazı hâdiseler yorumlanmıştır. Fakat o dönemlerdeki şartlarla bugünkü şartlar arasında sosyolojik açıdan çok ciddî değişimlerin yaşandığı da bir gerçektir. Geçmişte, değişik dönemlerde ortaya çıkan felsefî telakkilerin bazıları zamanla rafa kaldırılmış, bir kısmının modası geçmiş ve onların yerine yeni düşünce tarzları gelişmiştir. Bu açıdan daha önceki dönemlere ait siyer yorumlarından istifade etsek de, onların günümüze tam olarak ayna tuttuğunu söyleyemeyiz. Dolayısıyla günümüz şartları açısından siyer felsefesini ancak, en büyük müfessir olan zamanın tefsirini göz önünde bulunduranlar, onun ortaya koyduğu tevil ve tefsirleri nazar-ı itibara alanlar, yani ibnü’z-zaman veya ibnü’l-vakt olanlar yapabilir.
İşte bu perspektiften siyere bakılacak olursa, onun başvurulması gerekli bir menhelü’l-azbi’l-mevrûd olduğu görülecektir. Evet, siyer, düşünce hayatımız adına bitip tükenme bilmeyen dupduru bir kaynaktır. İstifade etmesini bilenler ondan çok şey elde edeceklerdir. Soruda ifade ettiğiniz Hudeybiye Musalahası’na bu gözle baktığımızda da, onun, günümüz adına çok hikmetler ifade ettiği görülecektir.

Nefret buzlarını eriten hilm güneşi

Hicretin altıncı senesi Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ashabına, umre sözü vermiş, İslâm esasları ve İslâm ruhuna göre onlara umrenin nasıl yapılacağını göstermek için Kâbe’ye doğru yola çıkmıştı. Ne var ki, Kureyş bütün sertliği ve katılığıyla bunu engellemek istiyordu. Mekke’ye yaklaşıldığı bir yerde, Allah Resûlü, gayesinin sadece umre olduğunu ifade için Mekke’ye bir elçi göndermişti. Fakat Kureyş bu elçiyi öldürmek istedi. Akabinde Hz. Osman elçi olarak gönderildi. Ama onu da yakalayıp hapsettiler. Bunun üzerine, Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm), Müslümanları biata çağırdı. İşte bütün bu hâdiseler neticesinde tansiyon yükseldikçe yükselmiş, gerginlik had safhaya ulaşmıştı. Ashab-ı kirâm efendilerimiz, kılıçlarını yarıya kadar kınlarından çıkarmış ve bir karşı koyma hissiyle gerilmişlerdi. Çünkü Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kâbe’yi tavaf edeceklerine dair onlara söz vermişti. Onlar da dört yüz kilometrelik yolu o günün şartlarında deve ve at sırtında kat etmiş, Cidde’ye yakın bir yere kadar gelmiş, fakat müşriklerin engellemesiyle karşılaşmışlardı. Şayet o anda Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onurunu düşünerek bir işarette bulunsaydı, ashab, ne Halid b. Velid’den, ne Amr b. Âs’dan, ne de on bin kişilik silahlı Mekke ordusundan korkup geri dururdu. Hepsini yere serer ve gider Kâbe’ye ulaşırdı. Fakat böyle bir hareket, onların yüce ve yüksek mefkûreleri adına bir kazanç sağlamazdı. Çünkü karşı tarafta ihtida edecek nice insan vardı.

İşte bir temkin ve teyakkuz insanı olan Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hangi hareketin nasıl geriye döneceğini çok iyi hesap etmiş ve neticede Mekkeli müşriklerle Hudeybiye Sulhü’nü imzalamıştı. Ashab-ı kiramın biat etmelerini, ölene kadar savaşacaklarına ve asla ayrılmayacaklarına dair söz vermelerini, muahede ile değerlendirmişti. Çünkü böyle zor bir meselede biat eden ashabın, geriye dönüp gitme mevzuunda Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) itaat etmeleri çok daha kolaydı. Efendimiz’in fetanet ve basiret kaynaklı bu eşsiz tavrı, gayr-i metluv vahyin neticesi olarak görülebileceği gibi, tabiatının gereğini ortaya koymanın bir sonucu olarak da görülebilir.

Hudeybiye Muahedesi’nin maddeleri zahiren Müslümanların aleyhinde gibi görünüyordu. En başta, kalbleri, Kâbe aşk u iştiyakıyla yanıp tutuşan bin beş yüz insan, o sene, Kâbe’yi tavaf edemeden Hudeybiye’den geri döneceklerdi. Zahiren bu durum onlar için bir kayıptı. Fakat Hudeybiye Muahedesi’yle kendilerini emniyete alan bu insanlar, dağ-dere, ova-oba, köy ve kasaba demeden her yerde değişik kabileler ve taifeler arasında yayılarak, insanları Kur’ân’ın âyetlerine, İslâm’ın güzelliklerine davet etme imkânı bulmuşlardı. Aynı zamanda muahedenin getirmiş olduğu yumuşak atmosfer neticesinde Mekkeli müşriklerin sertlikleri de yumuşamaya durmuştu. Nitekim çok geçmeden bir iki sene sonra Halid b. Velid, Osman b. Talha, Amr b. Âs gibi müşârun bi’l-benân olan çok önemli simalar, bulundukları saflardaki o boşluğu hissetmiş, beri tarafta sürekli gelişen gücün farkına varmış, zorla değil, kendi istekleri ve gönülleriyle gidip Müslüman olmuşlardı. İslâm’ı tercih noktasında herhangi bir ikrahla karşılaşmadıklarından dolayı da gönülleri kırılmamıştı.

Sadece zikrettiğimiz bu üç zat değil, o gün itibarıyla bu şekilde yüzlerce belki binlerce insan vardı. İşte Efendimiz’in (aleyhi ekmelüttehâyâ) hilm ü silmi sayesinde, Hudeybiye Muahedesi’yle oluşan bu sulh atmosferi içinde, muhalif cepheler bir bir çözülmüş ve o cephedeki insanlar da zamanla gelip teslim olmuşlardı. Sadece teslim olma da değil, o insanlar isteyerek gelip İslâm’a girmişlerdi. Bütün bu hâdiseleri, ufkî bir bakışla önceden gören ve bütüncül bir nazarla değerlendiren Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadece Kâbe’ye gidip tavaf etmeyi hatta orayı fethetmeyi değil, bunun da ötesinde gönüllere girmeyi, insan kazanmayı hedeflediğinden, Hudeybiye’de zahiren şartlar aleyhte olsa da böyle bir anlaşma yolunu tercih etmişti. Aynı zamanda O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu hareketiyle çevredeki kabilelerin, “Bunlar Kâbe’ye kan dökerek girdiler” demelerine de meydan ve fırsat vermemişti. Mekke kısa bir müddet sonra, Harem-i Şerif’e saygıda kusur edilmeden ve kan dökülmeden fethedilmişti. Vâkıa Mekke’ye girilirken birkaç insan mukabelede bulunmuş, meselenin temel esprisini kavrayamamış bazı kimseler de onlara müdahale etmişti. Fakat bu, çok cüz’î ve istisnaî bir durumdu.

Sulh atmosferi içinde açılan gönül kapıları

Şimdi isterseniz, kuşbakışı naklettiğimiz bu hâdisenin günümüz insanına ilham edeceği hususlar üzerinde duralım: Ulaşım ve iletişim vasıtalarıyla mesafelerin büzüştüğü, farklı kültür ve anlayışların iç içe girdiği günümüz dünyasında farklı dinlere, farklı kültürlere sahip insanlar aynı mekânı paylaşıyor, birlikte yaşıyorlar. Meselâ Afrika’daki bir ülkeye gittiğinizde, hâlâ kabile dinlerini yaşayan insanlar olduğu gibi, Hıristiyanlaştırılmış insanların olduğunu da görüyorsunuz. Hatta bazıları itibarıyla bu insanlar, Batı’daki Hıristiyanlardan daha mutaassıplar. Aynı zamanda bunlar arasında İslâm’a karşı olumsuz bir tavır ve önyargı içinde olanlar da var. Şimdi bu insanlarla bir münasebet kurulacaksa mevcut tablo çok iyi okunmalı ve her mesele inceden inceye düşünülerek hareket edilmelidir. Zira meselenin kabalığa tahammülü yoktur. Siz hiçbir zaman tepelerine vuruyor gibi bir yaklaşımla insanlarla münasebet tesis edemezsiniz. Bilakis diyalogla, hoşgörüyle, konuma saygıyla, onları ahsen-i takvîme mazhar görmekle, mahiyet ve donanımları itibarıyla bir mir’at-ı mücella olduklarını kabul ederek onlarla sıcak bir münasebet kurabilirsiniz.

İşte bütün bunlar çok iyi okunduktan ve “ben bu zamanın çocuğuyum ve şöyle bir toplum içinde yaşıyorum” dedikten sonra, bir üslûp belirlenmelidir. Zannediyorum günümüzde, bizim en büyük eksiklerimizden birisi, herkesi kucaklayıcı ve âlemşümul bir söylem geliştirememiş olmamızdır. Keşke çağımız insanına böyle yüksek bir üslubu kazandıracak, diyalog merkezleri gibi, –tabir caizse– söylem geliştirme merkezleri de olsaydı. Bu müesseselerde “tepki almadan, reaksiyona sebebiyet vermeden farklı kültür ve anlayışlara sahip insanlarla nasıl diyalog kurulup nasıl konuşulacağı” izah edilebilseydi. Elimizde Kur’ân ve Sünnet gibi her çağın problemlerine çözüm sunacak engin iki kaynak mevcut. Fakat kanaatimce bunların değişik toplumlara ve farklı kültür çocuklarına en uygun bir tarzda takdimi için müşterek bir beyan diline ihtiyaç var.

O hâlde her toplumun kendi dili, kültürü vb. konularda çok hassas olduğu bir dönemde, adımınızı atmadan önce, muhatabınızı tanımalı ve onun genel hissiyatını hesaba katmalısınız. Bunları görmezlikten gelerek meseleleri sadece kendi doğrularınıza bağlı götürürseniz, yanılırsınız. Trafikte karşı tarafı hesaba katmayan, sadece içinde bulunduğu arabayı iyi kullanmaya odaklanmış bir kişi, iyi bir şoför olamaz. Bunun yerine sağdan ve soldan çıkacak, karşıdan gelecek, şaşkınca şerit değiştirecek insanları da nazar-ı itibara almalı ve ona göre direksiyonda oturmalısınız. Ceffelkalem konuşulduğu, meseleler irticalinin esnekliğine bağlı götürüldüğü ve heyecan tufanlarının muhatabın düşüncesinde ne tür bir saygısızlığa sebebiyet verdiği/vereceği hesaba katılmadığı takdirde insan hiç farkına varmaksızın nice çamlar devirebilir.

Asıl konumuza dönecek olursak, siz de Hudeybiye Musalahası’ndaki o uçtan hareket ederek meseleyi günümüze getirmeli ve küçülüp büzüşen dünyamızda hangi dine mensup olursa olsun insanlarla sulh yolları aramalısınız. Bu istikamette, sivil toplum kuruluşları olarak, toplumlar arası münasebetlerde, meselâ bir Afrika anlaşması, Uzak Doğu anlaşması, Kanada anlaşması gibi anlaşmalar yapabilirsiniz. Böylece önünüzü kesebilecek muhtemel taarruz ve önyargılara karşı, “Bizden size bir zarar gelmez.” deme fırsatını yakalamış olursunuz. Bu sayede kendinizi başkalarına daha rahat anlatma fırsatı bulursunuz. Aslında sizden, hiçbir kimseye, evvel ve ahir bir kötülük gelmez. Fakat bunu gösterme adına karakterinizi tam ortaya koyabilecek, onlara, sizi dinleme imkânını verecek zeminler oluşturmalısınız. Zira bilmelisiniz ki, diğer insanlar ancak, iç âleminizle, gönül dünyanızla sizi tanıdıkları ölçüde size güven duyacaklardır.

Hâsılı günümüz şartları içinde sizin hesabınıza olumlu bir şeylerin olmasını arzu ediyorsanız, bunun, dostluk, taraftarlık ve sempatizanlık atmosferi içinde olacağını asla unutmamalısınız. Eğer farklı kültür ve anlayıştaki insanlarla görüşür, yüzleşir, el ele tutuşur, bir masa etrafında yemek yer ve aynı servisten çay isterseniz, işte o zaman birbirinizi daha iyi tanıma imkânı bulursunuz. Başkalarının sizi, kendi derinliklerinizle ve kendi kültür enginliklerinizle tanımaları da ancak bu sayede gerçekleşir. Ve yine ancak bu sayede günümüzün farklı kültür ve coğrafyalarda yaşayan insanları sizinle ilgili şartlanmışlık ve önyargılardan kurtulabilirler.


Dipnot:

  1. Deylemî, el-Firdevs bime’sûri’l-hitab, 2/310; 4/160; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 1/147.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.