Rukâne ve İki Mucize
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), insanların hidayete ermesi için her türlü yolu deniyordu. Bunu yaparken, kimin hangi konuda ilgisi varsa o alanı tercih ederek İslâm’ı gündeme getiriyor ve böylelikle insanları, Rabbleriyle tanıştırmaya çalışıyordu. Ancak bunun için, muhatapları iyi tanımak gerekiyordu; zaten, tebliğin en önemli şartlarından birisi de, duygu ve düşüncesi, istek ve beklentileri, zevk ve hobileri açısından muhatabı çok iyi tanımaktı ve bunu en iyi yapan kişi, hiç şüphesiz Efendiler Efendisi idi.
Rukâne İbn Yezîd adında, sırtı yere gelmez bir pehlivan vardı ve Efendiler Efendisi bu adamla daha sık görüşür olmuştu. Yine bir gün, Mekke’nin kenar mahallelelerinden birinde buluşmuş konuşuyorlardı. Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri:
– Ey Rükâne, diye başladı sözlerine.
– Sen de takva libasını giysen ve gelip davetime icabet etsen, diye ilave ediyordu. Rukâne:
– Bilsem ki Senin beni davet ettiğin şey hak ve doğrudur; gelir Sana tâbi olurum, diyordu. Bu sözlerde, samimiyet gizliydi ve iş buraya kadar gelmişken mesele, olduğu yerde bırakılmamalı ve son nokta konulmalıydı. Bunun için de, Rukâne’nin anlayacağı dilden konuşmak gerekiyordu:
– Şayet ben seni burada yensem, getirdiklerimin hak olduğuna inanır mısın, diye sordu Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem).
Fiziki şartlar açısından imkânsız bir teklifti bu. Kendi alanında rüşdünü ispat etmiş bir pehlivana karşı, hayatında hiç güreş tutmamış ve tecrübesiz birisinin, öyle kolayca galip gelmesi düşünülemezdi! Onun için tereddütsüz cevap veriyordu Rukâne:
– Evet, kabul ederim!
Elbette maksat, sadece kuru bir güreş değildi; esas olan, Rukâne’yi düşündürecek bir mucize ortaya koymaktı. Kendi anladığı dilden konuşacak ve güç ve kuvvetini, Allah’ın havl ve kuvvetine bağlayan bir peygamber olduğunu anlatacaktı Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Öyleyse, gel güreşelim, dedi vakit geçirmeden.
Kendinden emin Rukâne de ayağa kalkmış ve gerçekten bir güreş başlamıştı. Ancak, o da ne, daha ilk hamlede Rukâne kendini yerde buluvermişti! Sanki, karşısında Muhammedü’l-Emîn değil de bir ordu var gibiydi. Ne bir oyun ortaya koyabilmiş, ne de bunu düşünecek vakit bulabilmişti! Sanki, eli-ayağı bağlanmış gibiydi. Bu işten bir şey anlamamıştı. Onun için:
– Tekrar güreşelim, teklifinde bulundu. Bu teklif de kabul görmüştü ve yeniden ayağa kalktılar. Öncekinden farklı bir sonuç yoktu ortada. Daha ilk hamlede sırtı yere gelen, yine Rukâne olmuştu. Şaşkınlığını gizlemeye gerek yoktu ve:
– Ey Muhammed! Allah’a yemin olsun ki bu, imkânsız ve acayip bir şey! Nasıl olur da Sen beni yenebilirsin, dedi.
Rukâne çözülmeye başlamıştı. Habîb-i Zîşân Hazretleri, işi burada bırakmak istemiyordu. Onun için, ikinci bir mucizeye ihtiyaç vardı ve şunları söyledi:
– Şayet istersen, bundan daha acayibini de sana göstereyim! Ancak bunun sonrasında, Allah’tan korkmanı ve bana tâbi olmanı isterim!
– Peki, nedir o, dedi Rukâne.
– Şu gördüğün ağaç var ya, onu çağıracağım ve o da yanıma gelecek, dedi Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem).
– Peki, çağır öyleyse!
Büyük bir titizlikle Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) durmuş, ağacı yanına çağırıyordu. Büyük bir dikkatle olacakları izlemeye durmuş Rukâne’nin gözleri yerinden çıkacak gibi olmuştu. Zira, Efendiler Efendisi’nin yanına çağırdığı ağaç, yerinden hareket etmiş; salına salına yanına geliyordu. Nihayet ağaç, Allah Resûlü’nün önüne kadar gelince:
– Haydi, geldiğin yere geri dön, buyurdular ve bu sefer de aynı ağaç, geldiği yere geri döndü.
Zihni, darmadağın olmuştu Rükâne’nin. Üstesinden gelemeyeceği bir gücün karşısında bulunduğunu fark etmişti; ama henüz son hamleyi yapabilecek iradeye sahip değildi.1 Onun için, kendi kavminin arasına geri dönmeyi tercih edecekti.
Kavminin arasına gelmişti; ama hâlâ yaşadıklarının tesiri altındaydı. Önce, başından geçenleri anlattı bir bir. Ardından da, halindeki garipliği soranlara şöyle diyordu:
– Ey Abdimenâfoğulları! Sizin şu arkadaşınızla bütün dünyayı büyüleyebilirsiniz; Allah’a yemin olsun ki ben, O’ndan daha büyük bir sihirbaz görmedim!2