Necid Çöllerinden Medine’ye
“Ciğeri hasret ve iştiyâkla yanmış bir Sûdanlının koca Tihâme Çölü’nü aşıp geldikten sonra, Ravza–i Tâhire karşısında O’nunla dertleşirken oracıkta aşk kılıcıyla şehit olmasını dile getiren bir destan.”
Şerif Ali Haydar Paşa Hazretleri’ne
…
–Yâ Nebî, şu hâlime bak!
Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca Sahrâ’nın;
Benim de rûhumu yaktıkça yaktı hicrânın!
Harîm–i pâkine can atmak istedim durdum;
Gerildi karşıma yıllarca âilem, yurdum.
“Tahammül et!” dediler… Hangi bir zamana kadar?
Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var.
Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak;
Önümde durmadı artık, ne hânumân, ne ocak…
Yıkıldı hepsi… Ben aştım diyâr–ı Sûdân’ı,
Üç ay “Tihâme!” deyip çiğnedim beyâbânı.
Kemiklerim bile yanmıştı belki Sahrâ’da;
Yetişmeseydin eğer, yâ Muhammed, imdâda:
Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin;
Akar sular gibi çağlardı her tarafta sesin!
İrâdem olduğu gündür senin irâdene râm,
Bir an için bana yollarda durmak oldu hâram.
Bütün heyâkil–i hilkatle hasbihâl ettim;
Leyâle derdimi döktüm, cibâli söylettim!
Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü…
Nücûma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü?
Azâb–ı hecrine katlandım elli üç senedir…
Sonunda alnıma çarpan bu zâlim örtü nedir?
Beş altı sîneyi hicran içinde inleterek
Çıkan yüreklere hüsran mı, merhamet mi gerek?
Demir nikâbını kaldır mezâr–ı pâkinden;
Bu hasta rûhumu artık ayırma hâkinden!
Nedir o meş’ale?.. Nurûn mu?.. Yâ Resûlallâh!..
…….
Sükûn içinde bir an geçti, sonra bir kısa “ah!”…
Ne gördüm, oh! Serilmiş zemîne Sûdan’lı…
Başında, ağlayarak bir zavallı Seylân’lı,
Öpüp öpüp kapıyor elleriyle gözlerini…
Bitince hârice nakliyle gasli, tekfîni,
“Baki’”a gitti şehîdin vücûd–u fânîsi;
“Harem”de kaldı, fakat rûh–u câvidânîsi.
(Mehmet Akif Ersoy, Safahat, s. 431, Akpınar Yayınevi, İstanbul, tsz.)