Mekke’ye Hareket ve Cinlerin Şehadeti

180

Acı bir günün sonunda, tatlı bir hediyeye nail olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), hüzünlü bir şekilde oradan ayrılacak ve yeniden Mekke’nin yolunu tutacaktı. Nahle denilen mevkiye geldiklerinde zaman ilerlemiş ve Efendiler Efendisi, teheccüd namazını eda edebilmek için mola vermişti. Belli ki, burada Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), birkaç gün kalacaktı.

Daha sonra da, namaza durdu ve Cinn sûresini okumaya başladı.

Bu arada yanına, Nusaybin cinlerinden yedi tanesi gelmiş; O’nun namazını seyrediyor ve okuduğu Kur’ân’ı dinliyordu. Yanına yaklaştıklarında, kendi aralarında işaretleşmiş ve:

– Aman sessiz olun ve dinleyin, diye birbirlerini ikaz ediyorlardı.

Okunan Kur’ân bitince de bunlar, kendi milletlerine geri dönecek ve onları şöyle uyararak tebliğde bulunacaklardı:

– Ey kavmimiz! Şüphesiz ki biz, bugün öyle acîb ve harika bir kitaba kulak verdik ki o, iyi ve güzel olana davet ediyor; biz de ona iman ettik. Çünkü bu kitap, Musa’dan sonra gelmiş olmakla birlikte, kendisinden önceki hükümleri tasdik ediyor, Hakka davet mesajlarıyla dolu ve bizi, yolun en doğrusuna çağırıyor.

Ey kavmimiz! Gelin de bu Allah davetçisine müspet cevap verin! Allah’a iman edin ki, O da sizin günahlarınızı bağışlayıp mağfiret buyursun ve sizi, can yakıcı azabın şiddetinden muhafaza eylesin!

Bundan böyle biz, Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız; çünkü O, ne bir evlat ne de bir çocuk edinmiştir. Meğer, bugüne kadar bizim sefihlerimiz O’nun hakkında ne uygunsuz şeyler söylüyorlarmış! Biz de, insan ve cinlerin Allah hakkında yalan söylemeyeceklerini sanıp dururduk! Meğer insanlardan bir kısmı, cinlerden böyleleriyle baş başa veriyor ve ortalığı karıştırıyormuş! Onlar da, sizin gibi düşünerek sanki Allah’ın yeniden varlığı diriltemeyeceğini sanıyorlar!

Bizler, semayı da şöyle dolaşıp kontrol ettik; artık her yere görevliler yerleştirilmiş ve onlar hiçbir haberin sızmasına müsaade etmiyor, hemen üzerine ışıktan tayflar gönderiyorlar. Bir miktar oturup da bazı şeylere muttali olmak istedik ve gördük ki, kim benzeri bir teşebbüste bulunsa, hemen üzerine ateş parçaları salınıyor ve buna müsaade edilmiyor.

Artık biz, hidayete kulak verdikten sonra ona iman ettik ve biliyoruz ki, kim de Rabbine iman ederse, artık onun için korkulup endişe duyulacak bir husus yoktur.1

Bu arada yine Cibril-i Emîn gelmiş ve durumdan Allah Resûlü’nü de haberdar etmişti. Addâs’tan sonra yaşanan ikinci sürprizdi bu ve artık, insanlardan sonra Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), cin taifesiyle de irtibata geçmiş ve onlardan da Efendimiz’e inananlar olmuştu. Çünkü O (sallallahu aleyhi ve sellem), insanların yanında cinlere de gönderilen bir Nebi idi.

İki ayrı gaybî destek ardı ardına geliyordu; Cibril-i Emîn’le dağlara müvekkel meleğin emre âmâde edilmesinden sonra bir de, Allah Resûlü’nün önüne, cin taifesine nüfuz edilebilecek bir yol konulmuştu…

Gelen her ayet, aynı zamanda mü’minlerin sa’yini kamçılama anlamına geliyordu. Hele bu ayetlerin muhtevası, o günün ağır şartlarını yaşayan mü’minler için ilaç gibiydi. Şöyle diyordu:
– Her kim, Allah’a davet eden bu samimi çıkışa müspet cevap vermezse bilsin ki, yeryüzünde onu hiçbir güç etkisiz hale getiremez. Allah’tan başka hiçbir hâmi ve dost bulamaz. Bu kimseler şüphesiz, açık bir dalâlet içindedirler.2

Diğer yanda, iyi bir Hristiyan olan Temîmü’d-Dârî, belli başlı ihtiyaçlarını gidermek için Şam taraflarında bulunuyordu. Yolculuk esnasında akşam karanlığı çökünce kendi kendine şunları söylemeye başlamıştı:

– Bu gece ben, bu vadinin aziminin himayesindeyim!

Arkasından da uzanıp uyumak istedi. Tam cümlesini bitirmişti ki, sahibini görüp bilemediği bir sesin kendisine şöyle seslenip cevap verdiğini duydu:

–Allah’a sığın ve O’ndan eman dile. Zira cinler, Allah’a karşı hiç kimseyi koruyamazlar.

Şaşırmıştı ve bu şaşkınlıkla:

– Vay başıma! Allah hakkı için söyle. Ne diyorsun sen, gerçekten söylediklerin doğru mu, diye taaccübünü bildiriyordu. Sesin sahibi, hayretini daha da artıracak şeyler söylüyordu:

– Ümmîlerin Peygamberi Allah Resûlü zuhûr etti ve bizler de, O’na teslim olup iman ederek Hacûn denilen yerde O’nun arkasında namaz kıldık. Artık cinlerin tuzakları tükendi ve sema ile aralarında ateş topları var. Bundan böyle onların hiç kimseye ne bir faydası ne de herhangi bir zararı söz konusu olabilir. En iyisi sen yürü ve Alemlerin Rabbi’nin Resûlü Muhammed’e giderek Müslüman ol.

Hacûn… Namaz… Alemlerin Rabbi… Resûl… Muhammed… Bütün bunlar, öyle çok yabancı olduğu şeyler değildi. Hele, Muhammed’i tanımamak olmazdı; İncil, O’nun gelişine öncülük etmekte; Hz. İsa da, gelişini gözlemekteydi. Belli ki bu işin içinde başka bir iş vardı ve sabah olur olmaz, Şam yakınlarındaki Havran’da bulunan meşhur bir rahibin yanına koşup hadiseyi ona anlattı.

Büyük bir dikkatle anlatılanları dinleyen Rahip şunları söyleyecekti:
– Şüphesiz sana doğruyu söylemişler. O’nun çıkacağı yer Harem’dir ve yine Harem’e hicret edecektir. O, Nebi’lerin en hayırlısıdır ve asla O’nun önünde kimse olmayacaktır.3


Dipnot:

  1. Ayetlerde geçen ifadelerden hareketle ve birebir meal kaygısı gütmeden sadece bir özet yapmaya çalıştık. Daha geniş malûmat için bkz. Ahkâf, 46/29, 30, 31; Cinn, 72/1-15
  2. Bkz. Ahkâf, 46/32. Cin suresindeki ifade ise, cinlerin ağzından şu şekilde verilmektedir: “Daha önceleri bizler, sanki Allah’ı da aciz zanneder ve kendimizi bir konuma koyardık; anladık ki yeryüzünde O’nu engelleyip etkisiz kılacak bir güç asla yoktur.” Bkz. Cinn, 72/12
  3. Isbahânî, Delâilu’n-Nübüvve, 1/155; İbn Seyyidinnâs, Uyûnu’l-Eser, 1/145
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.