Mekkelilerin tavrı, istişare ve Hudeybiye’ye hareket
Mekkelilerin Tavrı
– Muhammed, ordusuyla birlikte üzerimize gelip de umre yapmak istiyor; hâlbuki bunu duyan Araplar, daha düne kadar aramızda yaşanan savaşlara bakıp da O’nun ansızın üzerimize gelişini nasıl değerlendirirler! Vallahi de biz, can bu tende kaldığı sürece onların Mekke’ye girmelerine asla müsaade etmeyiz, diyorlardı. Bunun yanında, ‘umre yapma görüntüsüyle Mekke’ye girip askerleriyle kendilerine saldıracaklarını’ ileri sürenler de yok değildi.
Konuşmalar, ne pahasına olursa olsun mü’minleri Mekke’ye sokmama istikametindeydi ve neticede bu işin organizasyonunu Safvân İbn Ümeyye, İkrime İbn Ebî Cehil ve Süheyl İbn Amr’a havale ettiler. Onlar da, kendilerine danışmadan hiçbir adım atmayacakları konusunda Kureyş’e teminat verdi. İlk danıştıkları konu, iki yüz kişilik bir öncü kuvveti Kürâü’l-Ganîm’e gönderip başına da yavuz bir kişiyi kumandan tayin etmekti ve bu teklif karşısında Kureyş:
– Ne güzel görüşünüz var, diye mukabele etti.
Bu kararın üzerine hemen Hâlid İbn Velîd kumandasında iki yüz atlıyı yola vurdular; bunlar, Kürâü’l-Ganîm denilen yere uğrayacak ve Hûnoğulları, Benî Hâris, Benî Abdimenâh, Benî Mustalık olarak bilinen ve kendilerine, bölgelerinde bulunan dağ sebebiyle Ahâbîş denilen kabilelerle ve Sakîf gibi kendileriyle paralel hareket eden kabileleri savaş için hazırlıklı olmaya davet edeceklerdi. Gidilecek yer de belirlenmişti: Beldah.
Bu arada Kureyş, bilhassa Ahâbîş kabilelerine izzet ü ikramda bulunmayı da ihmâl etmiyordu; aralarında görev dağılımı yapmış ve başta Dâru’n-Nedve olmak üzere Safvân İbn Ümeyye, Süheyl İbn Amr, İkrime İbn Ebî Cehil ve Huvaytıb İbn Abdiluzzâ’nın evinde ziyafetler tertip ediyorlardı.
Adres belliydi; artık hazırlığını yapıp da yola koyulan herkes Beldah’a geliyordu. Çok geçmeden çadırlar kurulmuş ve ne pahasına olursa olsun mü’minleri buradan ileriye geçirmemeye and içmişlerdi. Kureyş kadınlarıyla çocuklar da buraya akın etmişti. Dağ başlarına da, belli aralıklarla gözcüler yerleştirmiş ve sadece kendileri duyacak kadar bir ses tonuyla gelişlerini kendilerine haber vermelerini istemişlerdi.
Onların bu hamlelerine şahit olan yeni mü’min Büsr İbn Süfyân, olup bitenlerin haberiyle birlikte Resûlullah’ın huzuruna geldi. Bu sırada mü’minler, Usfân yakınlarındaki Gadîru’l-Eştât denilen yerde bulunuyorlardı:
– Yâ Resûlallah, dedi. “Şu Kureyş, Senin geliş haberini almış ve sağmal develerle çoluk çocuklarını da yanlarına alarak zırhlarını giymiş vaziyette Zû Tuvâ’da karargâh kurmuş. Seni Mekke’ye sokmamak için Allah adına yeminler edip ahitleşiyorlar. Hâlid İbn Velîd de, iki yüz atlıyla birlikte Kürâü’l-Ganîm denilen yerde bekliyor!”
Onların içinde bulundukları ruh hâlini ve karşı koymak için daha ne gibi yollara tevessül ettiklerini olduğu gibi anlatan Hz. Büsr’ü büyük bir dikkatle dinleyen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah adına yola çıkanların bu anlaşılmaz tavırlarını hayretle karşılayacak ve her defasında kılıca sarılıp şiddet ve kavgadan yana olan Kureyş’e her hâlukârda galip geleceğini ifade edecektir.
Yeniden İstişare ve Sâlâtü’l-Havf
– Ey Müslümanlar topluluğu! Fikrinizi söyleyerek Bana yol gösterin; ne diyorsunuz? Kureyş, Ahâbîş kabilelerine yemekler yedirerek Beytullah’ı tavaftan bizi alıkoymak istiyor; ne yapalım? Doğruca Beytullah’a yönelip ilerlememizi ve bizi ondan alıkoymak isteyenlerle çarpışmamızı mı uygun görüyorsunuz? Yoksa şunlara yardım eden etraftaki kabilelere yönelip onların hakkından mı gelelim ki, bu durumda bizimle uğraşacak vakit bulamazlar ve Allah da, onları rezil ve rüsva eder, haklarından gelir.
– Doğrusunu, Allah ve Resûlü bilir, diyordu Hz. Ebû Bekir. “Ancak yâ Resûlallah! Bizler savaş niyetiyle gelmedik; kimseyle savaşmak gibi bir düşüncemiz de yok! Dolayısıyla biz, yolumuza devam edelim; bizi Beytullah’ı tavaftan engelleyenler olursa onlarla savaşırız.”
Üseyd İbn Hudayr da benzeri şeyler söylemişti; ashâbın genel olarak niyeti buydu ve hep birlikte Hz. Ebû Bekir’in söylediklerini tekrarlıyorlardı. Bu arada Mikdâd İbn Esved ileri atılmış ve:
– Allah’a yemin olsun ki bizler, yâ Resûlallah! Benî İsrâil’in Hz. Musa’ya söyledikleri gibi Sana, ‘Sen ve Rabbin git, bizler burada oturuyoruz’ demeyiz; bilakis bizler, ‘Sen ve Rabbin dilediğin gibi hükmünü verip yürü, bizler de Seninle birlikte savaşmaya hazırız’ deriz, diyordu.
Kıvam, yerindeydi ve Allah Resûlü de:
– Haydi, Allah’ın adıyla yürüyün, buyurdu. Yeniden hareket edilmişti. Nihâyet Usfân’la Decnân arasındaki Gamîm denilen vadiye kadar gelip burada konakladılar.
Diğer tarafta Hâlid İbn Velîd, Efendimiz ve ashâbının yürürken çıkardıkları tozdan onların yerini anlamış ve Mekkelilere haber vermiş, daha sonra da atlılarıyla birlikte Gamîm’e gelmişti. Mü’minlerle kıble arasında durmuş ve uzun uzadıya Resûlullah ile ashâbını seyretmeye başlamıştı.
Onun gelişini gören Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), önce ashâbını saflara ayırarak hizaya soktu. Abbâd İbn Bişr’e de emretmiş, atlı birliklerle tetikte durmalarını söylemişti. Zira bundan sonra her an yeni bir gelişmeye gebeydi!
Uzun bir bekleyiş süreci başlamıştı; iki taraf da birbirini süzüyor ama yine iki taraf da hamle yapmıyordu. Bu arada öğle namazının vakti girmişti; Habîb-i Kibriyâ Hazretleri, Hz. Bilâl’e seslenerek ezan okumasını emretti. Herkes susmuş, Gamîm’de artık Hz. Bilâl’in yanık sesi yankılanıyordu. Ezanın hemen ardından Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), kıbleye dönerek namaza durdu; ashâb da arkasında saf bağlamış namaz kılıyordu. Derken namazlarını tamamlamış ve herkes yine eski tabyasına geri çekilmişti.
Bütün bunları karşılarından seyreden Hâlid İbn Velîd, pişmanlık içinde:
– Onların üzerine saldırıp da işlerini bitirmenin tam sırasıydı; neyse ki onların, çocuklarıyla kendi nefislerinden bile kendilerine daha sevimli gelecek bir namazları daha mutlaka olacak; o zaman üzerlerine yürür ve işlerini bitiririm, diye düşünüyordu. Anlaşılan, ikindi vakti girip de namaza durdukları sırada saldıracak ve önüne geleni kılıçtan geçirecekti!
Hiç de öyle olmadı; zira bu arada Cibril-i Emîn gelmiş ve Resûlullah’a semalar ötesinden yeni mesajlar getirmişti. Gelen âyette O’na:
– Ey Resûlüm, diyordu Yüce Mevlâ. “Sen müminlerin içinde olup da onlara namaz kıldıracak olursan, onlardan bir kısmı sana tâbi olarak namaza dursun ve silahlarını yanlarına alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında, diğer kısım arkanızda beklesinler. Sonra o namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin, sana tâbi olarak namaz kılsınlar, hem ihtiyatlı bulunsun ve silahlarını da yanlarına alsınlar. Kâfirler sizi silahsız ve teçhizatsız vaziyette iken kıstırıp, birden baskın yaparak işinizi bitirmek isterler.
Eğer yağmur sebebiyle zahmet çekerseniz yahut hasta düşmüş iseniz, silahlarınızı bırakmanızda bir mahzur yoktur. Bununla beraber yine de tedbiri elden bırakmayın. Muhakkak ki Allah kâfirler için, zelil ve perişan eden bir azap hazırlamıştır.
Namazı tamamladıktan sonra, gerek ayakta durarak gerek oturarak, gerek yanlarınız üzerinde uzanarak hep Allah’ı zikredin. Derken, korkudan güvene kavuştunuz mu, o vakit namazı tam erkâniyle eda edin. Çünkü namaz belirli vakitlerde müminlere farz kılınmıştır.
Düşman birliklerini takip edip arkadan sıkıştırmada gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da tıpkı sizin gibi acı çekiyorlar. Kaldı ki Siz Allah’tan, onların ümid edemeyecekleri birçok şeyleri umuyorsunuz. Allah her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”1
Her hadise yeni bir hükmün yerleşmesine vesile oluyordu. Peşlerinde sürekli bir inâyet eli dolaşıyor ve her adımlarında onları hayır adına yönlendiriyordu. Saldırıp işlerini bitirmek için Hâlid İbn Velîd ikindi namazını bekleye dursun Allah (celle celâluhû), mü’minleri önceden uyarmış ve nasıl hareket etmeleri gerektiğini bildirmişti.
Vakit girip de ezan okunmaya başladığında saldırı için son hazırlıklarını yapan Hâlid İbn Velîd, kıbleye dönüp de namaza duran Resûlullah’ın arkasında ashâbın diğer yarısının saf tutmadığını görünce şaşırıp kalmıştı; zira âyetle anlatılan namaz hemen tatbike konulmuştu ve Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri, ashâbıyla birlikte korku namazı kılıyordu. Buna göre ashâbını ikiye ayırmıştı. Her bir rekâtı bir grup ashâbıyla kılarken, bir rekâtlık zaman bile olsa diğer tarafta bekleyen ashâb, cephede bulunmanın hakkını veriyordu.
Hudeybiye’ye Hareket
– Sağ yöne dönerek şu ağaçlıklara doğru yürüyün, buyurmuş ve “Zatii’l-Hanzal tepesini sizden kim biliyor?” diye sormuştu. Maksadı, Halid İbn Velid’in haberi olmadan yola koyulmak ve onlara olan merhametinin bir tezahürü olarak Mekkelilerle karşı karşıya gelmemekti. Büreyde İbn Husayb:
– Ben biliyorum ya Resülullah, diye seslendi. Bunun üzerine Hz. Büreyde’ye dönen Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellern):
– Öyleyse düş önümüze, buyurdu. Gecenin karanlığından istifade ile yeni bir yolculuk başlamıştı; önde Hz. Büreyde, arkada İslam ordusu ilerliyordu.
Batıya doğru ilerliyorlardı; Serôui’ dağlarından Asal tarafını tutmuştu Hz. Büreyde. Halid İbn Velid ise, arkadaşlarıyla birlikte gelişmelerden habersizce hala orada bekliyordu. Çok karışık ve zor şartlarda ilerliyorlardı; hatta bir yere geldiklerinde Hz. Büreyde’nin ayakları yara bere içinde kalmış ve artık yürüyemez olmuştu. Bunun üzerine Allah Resülü, onun deveye binmesini ve kendilerine yolu bilen bir başkasının rehberlik etmesini söyleyecekti. Bu sefer öne çıkan Hamza İbn Amr idi; o da bir noktaya kadar gelmiş ve daha ilerisi için yolu şaşırmıştı. İstenilen yere ulaşabilmek için şimdi yeni bir rehber daha gerekiyordu. Şimdi öne çıkan isim, Amr İbn Abdinühm el-Eslemi idi; Allah Resülü’nün önüne düşmüş ilerliyordu. Şartlar çetin ve yol da karmaşıktı; çalılara takılmamak için herkes boyunlarını eğerek yürümek zorunda kalıyordu. Niyet samimi olunca, inayet de kendini gösteriyordu. Gecenin karanlığında dolunayın ışığı önlerini aydınlatmış, en sıkıntılı anlarında yine meltem esintilerine mazhar olmuşlardı.
Bir noktaya geldiklerinde Efendiler Efendisi, ilerideki bir tepeyi göstererek:
– Şu tepe Zatü’l-Hanzal Tepesi olmasın, diye seslendi. Hz. Amr:
– Evet ya Resülullah Orası Zatü’l-Hanzal Tepesidir, dedi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Mirar Tepesine kim çıkarsa, Beni İsrail’in günahlarının bağışlandığı gibi onun da günahları bağışlanır, buyurdu. Böyle bir hedef gösterilir de ashab koşmaz mıydı; herkes tepeye yönelmiş yarışırcasına koşuyordu! Bu manzarayı gören Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün dudaklarından şu cümleler döküldü:
– Bu gece bu tepenin misali, Beni İsrail hakkında Allah (celle celaluhüj’ırı, “Şehrin kapısından eğilerek geçin ve girerken de, ‘Affet ya Rabbi!’ deyin ki hatalarınızı bağzşlayalzm!” buyurduğu kapının misali gibidir.
Zorluklar geride kalmış ve daha selametli bir yere gelinmişti. Bu sırada Efendiler Efendisi:
– Allah’tan istiğfar diler ve yine O’na tevbe ile gönülden yöneliriz, deyin tembihinde bulundu. Her adımını titizlikle takip eden ashab, hep bir ağızdan istiğfar edip tevbeye durmuştu. Sonra da Resülullah:
– Şüphesiz ki bu, İsrailoğullanna teklif edilip de onların söylemekten kaçındıkları istiğfar ve tevbe şeklidir, buyurdu. Bir müjdesi daha vardı Allah Resülü’nün: ashabına döndü ve:
– Bu geceyi bu tepede geçiren herkes, mutlaka aff-ı ilahiye mazhar olacak ve bağışlanacaktır!
Hedeflenen yere gelinmişti; bir süre dinlenecek ve karınlarını doyuracaklardı. Ancak, yanan ateşleri Kureyş’in görüp de üzerlerine gelmesinden çekiniyorlardı. Gelip de bu endişelerini Allah Resülü’ne açtıklarında Resülullah:
– Onlar sizi asla göremeyecekler, buyurdu.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), burada ashabına sabah namazını kıldırdı. Aynı zamanda, kızıl develi bir kişi hariç bu tepede geceleyen herkesin aff-ı ilahiye mazhar olup affedildiklerinin müjdesini verdi. Ashab arasında büyük bir sevinç yaşanıyordu. Ancak akıllara, affedilmeyen kızıl develi bu talihsiz adam takılmıştı. Bu adam, ashab arasına katılan ve devesini kaybetmiş Damreoğullarından biriydi. Kendisine durum anlatılıp da Allah Resülü’nün huzuruna gelmesi teklif edildiğinde bunu da reddedecek ve devesini bulmasının her şeyden daha önemli olduğunu söyleyecekti.2
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.