Kader, Takdir, Kudret ve Meşîet-i İlâhi
Mekke müşrikleri, zaman zaman oturur ve kendi aralarında dinî meseleleri de tartışırlardı. Halbuki onların, bu tarakta hiç bezleri yoktu. Yine bir gün oturmuş, Necrân’dan gelen din adamlarıyla birlikte kader konusunu tartışıyorlardı. Derununa muttali olmadıkları halde her birinden bir ses çıkıyor ve kendilerince kaderi yorumlamaya çalışıyorlardı. İçinden çıkamayınca meseleyi Muhammedü’l-Emîn’e götürmeye karar verdiler. Konuşmaya Necrân bilginleri başlayacaktı:
– Yâ Muhammed! Sana kalırsa günahlar da bir kader dahilinde gerçekleşiyor, denizlerle semavatta olan şeyler de; “Daha doğrusu olup biten her şey”, aynı kader çerçevesinde gelişiyor! Haydi, diğerlerini anladık da, günahların da bir kader dahilinde olmasına imkân yok!
Konuya bütüncül bir nazarla bakamayan bu adamlara önce:
– Sizler, yoksa Allah’ın hasımları mısınız, dedi. Arkasından da, Cibril’in getirdiği şu ayetleri okudu:
– Şüphe yok ki mücrimler, tam bir şaşkınlık ve çılgınlık içinde bocalayıp durmaktadır; o gün de onlar, yüzleri üstüne cehenneme sürüleceklerdir. Ve onlara, “Haydi, cehennem ateşini tadın bakalım!” denilecektir. Şüphe yok ki Biz, her şeyi bir kader ve ölçü dahilinde yarattık.[1]
Her şeyi yaratan ve rızkını verip hayatını idame ettiren Allah, bunu söyledikten sonra, Mekke müşrikleriyle Necrân ahalisine ne oluyordu ki! Dolayısıyla bu ayet, o gün haddi aşanların sesini kestiği gibi sonrasında ortaya çıkacak her haddini bilmezin de ağzının payını verecek ve Kudret-i İlahî’nin gücünün, her şeye yettiğini her daim gösteren bir kıblenüma olacaktı.[2]
Başka bir gün, kendince kader konusunu alaya almak isteyen birisi gelmiş Resûlullah’a şöyle diyordu:
– Ben, kendimce kalkıp kullukta bulunuyor ve namaz kılıyorum!
Maksadı, ne namaz kılmak ne de geceler boyu ayakta kalıp da Allah’a karşı olan kulluk vazifesini yerine getirmekti! Bunu ve bundan sonra söyleyeceği şeyleri, kendi iradesiyle gerçekleştirdiğini söylemeye çalışıyor ve bunların, bir takdir neticesinde olmayacağını söylemek istiyordu. Niyet anlaşılmıştı ve cevaplar da ona göre olacaktı:
– Demek ki Allah, senin namaz kılmanı takdir etmiş!
– Ben oturuyorum da!
– Oturmanı da O takdir etmiş!
– Şu ağaca doğru yürüyor ve onu kesiyorum, o zaman?
– Senin o ağacı keseceğini de Allah takdir etmiş ki bunu yapabiliyorsun!
Ne garip bir yaklaşımdı! Bir çekirdek kadar beyinle, Kudret-i İlahî’yi tartmaya çalışıyor ve bu kadar sıkleti kaldıramayan terazisiyle Meşîet-i İlahî’yi sorgulamak istiyordu!
Neyse ki, sema ile irtibat aralıksız devam ediyordu ve Cibril’in getirdiği ayetler imdada yetişerek, işin gerçek yönünü ortaya koyacaktı.[3] Zira, O dilemeden bir yaprağın bile kımıldaması söz konusu olamazdı; Allah neyi dilerse o olur, olmasını dilemediği de olmazdı.[4] Göklerin ve yerin hâkimiyeti O’na aitti ve O, dilediğini yaratır; dilediğine kız evlat verirken dilediğine de erkek çocuk nasip ederdi.[5]
Cezalandırmak istediği veya zarar murad ettiği zamanlarda da, O’nun önüne geçip de engel olacak herhangi bir güç yoktur.[6] O’nun verdiği felaketi engelleyip geri çevirmek kimin haddine! Diğer yandan, yine O’nun rahmet vermeyi murad ettiği kimse için de, bu rahmetin ulaşmasına engel olmaya kim güç yetirebilir ki?[7] Allah (celle celâluhû), bir şeyin olmasını istediğinde, sadece ‘ol’ deyiverir ve O’nun ‘ol’ dediği şey de hemen oluverir.[8]
“Sizden, istikamet sahibi olmak isteyenler onu dinleyip kulak verirler” mealindeki ayeti duyunca Ebû Cehil, kendi çapında bir diyalektik geliştirecek ve şöyle diyecekti:
– Bak, görüyor musun; nasıl olsa iş bize bırakılmış! İstersek istikameti tercih eder istemezsek etmeyiz!
Ancak mesele, öyle keyfe bırakılacak bir mesele değildi. Zira, hemen arkasından gelen ayet, şu izahatta bulunacaktı:
– Ama bu iş, sizin istemenize göre değil, ancak, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın dilemesiyle tamam olur![9]
Kısaca, Ebû Cehiller ne derse desin, bütün mülk O’na aitti ve O da, bu mülkünü dilediğine verir ve dilediğini de bundan mahrum bırakır; dilediğini aziz kılıp dilediğini de zelil ederdi! Zira O (celle celâluhû), bunların hepsine kadirdi.[10]
Dipnotlar:
[1] Bkz. Kamer, 54/47, 48, 49
[2] Bkz. Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, s. 419, 420
[3] Bkz. Haşir, 59/5; Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, s. 438
[4] Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 101
[5] Bkz. Şûrâ, 42/49
[6] Bkz. Ra’d, 13/11; Fetih, 48/11
[7] BKz. Ahzâb, 33/17
[8] Bkz. Yâsîn, 36/ 82
[9] Bkz. Tekvîr, 81/27-29; Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, s. 473
[10] Bkz. Âl-i İmrân, 3/26