Hz. Ebû Bekir’in Hicret Teşebbüsü
Efendimiz ve O’na tâbi olanlar, Ebû Tâlib gibi bir himayeden yoksun kalınca Mekke daha fazla tepki vermeye başlamıştı ve bu tepkinin dozu her geçen gün artıyordu. Hedefte sadece Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri yoktu; O’nunla birlikte hareket eden herkesi hedef haline getirmişlerdi ve sürekli taciz ediyorlardı. Hz. Ebû Bekir de bundan nasibini alıyordu. Belli ki artık Mekke’de rahat yoktu. Hem, Habeşistan’a önceden gidenlerin müjde yüklü haberleri geliyordu.
Çok geçmeden Hz. Ebû Bekir de, hicret için Efendiler Efendisi’nden izin istedi. Talep makûldü ve izin de verilmişti. Bulundukları yerde şiddet ve baskı artsa da yeryüzü genişti ve o da, dayısının oğlu ile birlikte bir gün, Habeşistan’a doğru hicret için yola çıktı. Tek arzusu, namazlarını baskı altında kalmadan kılabilmek ve içinden geldiği şekilde gürül gürül Kur’ân’ını okuyabilmekti.
Bir müddet yol aldıktan sonra karşılarına eski dostu ve Mekkeliler katındaki değeri büyük insan İbn Düğunne çıkageldi. Onun gibi saygın birisinin yola revan oluşunu görünce telaşla sordu:
– Nereye gidiyorsun?
– Beni, kavmim vatanımdan çıkmaya zorladı… İşkence ettiler ve maddi mudayaka içine almaya çalıştılar, diye cevapladı Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh).
Şaşırmıştı İbn Dügunne. Onun gibi faziletli, güzel ahlak sahibi ve herkesi kucaklayan, dürüstlüğüyle meşhur birisi nasıl olur da böyle bir sonuca zorlanabilirdi? Bu şaşkınlığı kelimelerine de yansıdı:
– Niçin? Allah’a yemin olsun ki sen, yakınlarına iyilik konusunda hepimizden önde bulunuyorsun, ihtiyacı olanlara yardım ediyor, iyilik yapıyor ve yoksulları gözetip kolluyorsun. Hemen geri dön; çünkü artık sen, benim korumam altındasın, dedi.
Hz. Ebû Bekir’in gönlü Mekke’de kalmıştı; Efendisi orada bulunurken Habeşistan hicretine nasıl tahammül edebilecekti!.. Onun gibi birisi, hemen Mekke’ye geri dönmeli ve bir ihtiyacı olduğunda, Efendiler Efendisi’nin yanındaki yerini almalıydı. Zaten, maiyyetin mümtaz Sıddîk’ine yakışan da bu değil miydi? Şimdi ise, tarihî bir fırsat çıkmıştı karşısına ve severek bu teklifi kabul etti.
Beraberce geri döndüler. Elinden tuttuğu Ebû Bekir’le birlikte Kâbe’ye gelen İbn Dügunne, Mekke halkına şöyle haykırdı:
– Ey Kureyş topluluğu! Şüphe yok ki ben, Ebû Kuhâfe’nin oğluna eman verdim. Bundan sonra ona kimse kötü niyet beslemesin.
İbn Düğunne’nin hatırını kıramayan Kureyş’in tek şartı vardı: Ebû Bekir, açıkta namaz kılıp Kur’ân okumayacak; insanları da dine davet etmeyecekti.
Evinin bir köşesini ibadet yeri olarak ayırmıştı; namazlarını burada kılar, yanık sesiyle Kur’ân okuyup gözyaşlarıyla Rabbine burada yalvarırdı. Onun yönelişlerindeki bu samimiyetin farkına varan bazı insanlar, etrafında toplanır ve okuduklarına kulak verip hareketlerini seyre dalardı. Bilhassa çocuklarla kadınlar ve köleler için artık burası, bir buluşma noktası haline gelmişti.
Tebliğdeki en etkin yoldu bu aynı zamanda ve Hz. Ebû Bekir de, bu yolu kullanarak farkında olmadan insanların gönlünü İslâm adına kazanmaya başlamıştı.
Ancak bu durumun farkına çabuk vardı Kureyş. Hemen İbn Dügunne’ye gidip, onu durumdan haberdar ettiler:
– Şüphesiz sen Ebû Bekir’e, bize eziyet etsin diye eman vermedin. Halbuki o, Kur’ân okuyup namaz kılarken öyle etkili, öyle güzel bir temsili var ki, çoluk çocuğumuzun, kadınlarımızın dinini değiştireceğinden korkuyoruz, diyorlardı.
Aslında bu halleriyle onlar, Hz. Ebû Bekir’in içinde bulunduğu halin güzelliğini de kabullenmiş oluyorlardı. Ancak inat ve taassup içindeki insan, bir türlü iyi ve güzel olana ulaşamıyordu. Onların esas endişe edip korktukları konu, hakikat karşısındaki zaaflarıydı ve bu sebeple, realiteyle yüz yüze gelmekten çekiniyor, etraflarındaki insanların da buna muttali olmasını istemiyorlardı.
Çok geçmeden yeniden geldiler İbn Dügunne’nin yanına:
– Git ona ve evine girmesini söyle. Evinde dilediği gibi davransın, diyor ve başkalarının görebileceği yerde namaz kılıp Kur’ân okumaktan vazgeçmesini talep ediyorlardı.
İbn Dügunne’yi de etkilemişlerdi. Geldi Ebû Bekir’in yanına ve şunları söylemeye başladı:
– Ey Ebû Bekir! Ben sana, kavmine eziyet edesin diye eman vermedim. Onlar, senin Kur’ân okuyup namaz kıldığın mekândan rahatsızlık duyuyorlar. Bu halinle onlara eziyet ediyorsun. Evine gir ve orada istediğin gibi ibadetine devam et.
Zaten Hz. Ebû Bekir için, dini adına tebliğ yapamayıp insanların elinden tutamadığı, namazını kılıp Kur’ân’ını açıktan okuyamadığı yerde, bir müşrikin garantörlüğü altında yaşamaktansa Allah’ın inayetine sığınmak daha makûldü. Aslanı zincire vurup bağlamak gibi bir şeydi bu. Halbuki insanlık ondan hizmet bekliyordu ve Ebû Bekir de, zincirlerini bir kenara bırakıp, ardından meşakkat gelse de hizmet yolunu tercih edecekti.
Çok düşündü. Belki denileni yapsa, dinini yaşama konusunda bir problem yaşamayacaktı. Ancak, inandığı değerler, dinin bireysel bir inanç sistemi olmadığını haykırıyordu. Hem öyle olsaydı, Resûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) niye bu kadar sıkıntıya katlanacaktı ki?.. Ferdi mükellefiyetler arasında, başkalarının elinden tutup onları gerçekle yüz yüze getirmek de vardı. Onun gibi birisinin, bu durumda nasıl davranması gerekiyorsa o da öyle hareket etti. Gitti İbn Düğunne’ye ve verdiği emanı iade edip Allah’ın hıfz ve koruması altına sığındığını ilân ederek geri döndü.1
Ne var ki, o günün Mekke’sinde böyle bir ilân, belâ ve musibetlerin sağanak olup yeniden yağması anlamına geliyordu.
Artık dar alandan çıkmıştı ve Rabbine kulluk vazifesine çoğunlukla Kâbe’de devam etmeye çalışıyordu. Ancak bu, belli ki kolay olmayacaktı. Kureyş’in eski hiddeti yeniden canlanmıştı ve artık güvencesi de kalmayan Ebû Bekir’i yakın takibe almışlardı.
Bir gün Kâbe’de durmuş namaz kılıyordu. Kureyş’in sefihlerinden birisi yanına yaklaştı ve yerden avuçladığı toz ve toprağı, hakaret dolu sözlerle secdede Rabbiyle baş başa olan Ebû Bekir’in üstünden boşaltıverdi.
Bu arada yanlarından, Kureyş’in ileri gelenlerinden bir başkası geçiyordu. Üstündeki toz ve toprağı temizlemeye çalışan Hz. Ebû Bekir’in gözleri de, kendisini istihzâî tavırlarla süzen bu adama takıldı.2 Yaptığının kime ne zararı olabilirdi? Bu zulmü kim tasvip edebilirdi ki? İnsanlık adına belki bir değer kalmış olabileceği ümidiyle seslendi ona:
– Şu sefihin yapıp durduğu şeye bir baksan!
Ne çare ki, hitap ettiği kimse ondan daha az sefih değildi:
– Bunu, başkası değil, sen yaptın kendine, diyordu. Sözde, İbn Dügunne’nin emanını bırakmak suretiyle bu duruma kendisinin davetiye çıkardığını söylemek istiyordu. Belki de, başka diyebileceği bir şey kalmamıştı ve bir şeyler demiş olmak için bu kelimeleri söylüyordu.
Rabbi dışında yöneldiği hiçbir kapıdan fayda yoktu Hz. Ebû Bekir’in. Ve kaldırdı ellerini, şöyle yalvarmaya başladı:
– Ne kadar da merhametlisin ey Rabbim! Ne kadar da merhametlisin ey Rabbim! Ne kadar da merhametlisin ey Rabbim!3
Bununla o, beyazı siyah; gündüzü de gece gibi göstermeye alışkın bu sefihlere karşı gazabıyla muamele etmeyen Rabbinin merhametindeki enginliği ifade etmiş oluyor ve isyanlarına mukabil yine de engin rahmetiyle insanları kucaklamasındaki azamete olan hayranlığını ilan etmiş oluyordu.