Hicret Yurdunda Ticaret ve Efendimiz (sas)

960

Hicret, gönüllerin fethine giden yolda cebr-i lütfi bir adımdı. Bu uzun yolda daha aşılacak çok engeller vardı. Yesrib’e varmak hedef değildi. Gaye, vardıktan sonra öncelikle kendi değerlerini yaşayabilmek ve sahip oldukları güzellikleri yeni kardeş ve komşularıyla paylaşmaktı. Tabiatıyla bu yüce gayenin gerçekleşmesi için muhacirlerin ekonomik durumunun bir an önce düzeltilmesi gerekiyordu. Bu iş, hicretin devam ve temadisi adına da olmazsa olmaz bir zaruretti.

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir plan, proje ve aksiyon insanıydı. O, asla rastgele hareket etmiyor; atacağı adımları zihninde önceden iyice planlıyordu. Sebepler dünyasında isabetli bir yolda yürümek ve sonunda istenilen hedefe ulaşmak için planlama, olmazsa olmaz bir yol haritasıdır. İnsan, elinde böyle bir plan ve pusula yoksa muvaffak olamayacaktır. Dolayısıyla hicreti planladığı gibi arızasız gerçekleştiren Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), hicretten sonrasını da adım adım düşünmüştü.

Çok yönlü bir çözüm: Kardeşlik

O, hicretten sonra her bir muhaciri, ensar-ı kiramdan bir Müslümanla kardeş ilân etti. “Muâhât” adı verilen bu düzenlemeyle;

1. Muhacirlerle Medine sakinlerinin kaynaşması temin edilecek,

2. Bütün mal varlıklarını Mekke’de bırakan muhacirlerin bir iş tutup veya ticari hayata atılıp kendi ayakları üzerinde duracakları ana kadar temel ihtiyaçları karşılanmış olacak,

3. Muhacirlerin Medine’de ticaret, tarım ve hayvancılık adına ne yapabileceklerini araştırma imkân ve zamanı elde edilecekti.

Bu kardeşlik ve muavenet projesiyle Ensar, Akabe’de Efendimiz’e (aleyhissalâtü vesselam) verdikleri söze sadık kalmış ve muhacirlere öz kardeşleri gibi kucaklarını açmış; bağırlarına basmışlardı. Evlerini ikiye bölmüş onları misafir etmek için hazırlamışlardı. Bununla yetinmemiş hurma bahçelerini ve diğer mal varlıklarını bölüşmek istemişlerse de Muhacirler, buna karşı istiğna göstermiş kabul etmemişlerdi. Bu fazilet yarışının ortasını bulan Peygamber Efendimiz, mülkiyeti Ensar’da kalmak üzere muhacirlerin iş güçleri karşılığında, çıkan ürüne ortak olabileceklerini belirtmişti.

Aynı zamanda Efendimiz bu uygulamayla, Ensar’a ve Muhacir’e ebedi hayatlarını kurtarma ve kazanma adına o güne kadar örneği olmayan ve kıyamete kadar devam edecek yeni bir sevap kapısı açmıştı. Ortaya öyle bir muavenet ve dayanışma örneği konulmuştu ki bu duruş, Allah tarafından takdir edilmişti.1

Ticari açılım

Kısa vadede yardımlaşma ve dayanışmayla yürümek mümkün olsa bile bu, uzun soluklu bir çözüm olamazdı. Bu içtimai hamlenin yanında iktisadi faaliyet de önemliydi. Bunun için Müslümanlar ticari hayata atılmalı ve mutlaka pazarda yerlerini almalıydı. Bazıları bağ bahçede çalışıp üretime katkıda bulunurken bir kısmı da çarşıda bulunmalıydı. Zira Mescid-i Nebevî’nin inşasıyla ibadet hayatlarını düzenledikleri gibi, eğitim, kültür ve ticarî hayatta da mesafe alıp kalkınmadan yarınlara yürüyemezlerdi. Dolayısıyla hicretten sonra Mescid-i Nebevî’nin inşası kadar önemli bir husus vardı. O da Müslümanların iktisadi hayatta aktif olabileceği projeler üretip geliştirmekti. Zaten muhacirlerde, ortaya konan teklifleri realize edebilecek tecrübe ve donanım da vardı. Çünkü onlar, o gün için dini bir merkez olduğu kadar ticari bir merkez de olan Mekke’den gelmişlerdi. Bu tecrübelerini Ensar’ın üretim imkanlarıyla birleştirdiklerinde ortaya yeni imkanlar çıkabilirdi.

Bütün bunların yanında Medine’de ticari faaliyet için uygun bir zemin de vardı. O gün Medine, Şam’a kadar uzanan Baharat yolunun üzerinde önemli bir duraktı. Yemen’in San’a şehrinden başlayıp kuzeye doğru yol alarak Taif’e ve Mekke’ye gelen ticaret kervanları, buradaki alış-verişlerini bitirdikten sonra Yesrib’e de uğruyordu. Dolayısıyla Yesrib, Muhacirler için avantajlı bir şehirdi. Nitekim Hz. Abdurrahman İbn-i Avf gibi ticareti bilen muhacirler çoktan çarşıların yolunu tutmuştu. Hatta Hz. Abdurrahman, bir hafta içinde evlenecek kadar para kazanmış ve düğün yapmıştı. Kendisi, sıfır sermayeyle başladığı ticari hayatında kısa zamanda geldiği seviyeyi şöyle ifade etmekteydi: “O noktaya ulaşmıştım ki yerden bir taş kaldırsam, altında mutlaka altın ve gümüş bulacağımı ümit ederdim.”

Yapılması gerekli olan bu birikim ve teşebbüs ruhunun koordine edilmesiydi. Bu başarılabilirse hem mağduriyetler en aza indirilir hem de kısa zamanda veren el olma konumuna kavuşurlardı. Hicret sonrası atılan bu iktisadi adımlarla, Muhacirlere kucak açan Yesrib’in ekonomisine yeni bir canlılık da kazandırılabilirdi. Üstelik ticari hayata getirilen ahlakî ilkeler sayesinde İslam’ın güzelliklerini temsil imkanına da kavuşmuş olacaklardı.

Bunun için Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) vakit kaybetmeden, Medine’de hem ticari hayatın nabzını kontrol hem de pazarın durumunu teşhis ve tespit adına araştırma yapmaya başladı. Zira bir topluma itikadi, içtimai, iktisadi ve ahlaki alanda katkıda bulunabilmek için ilk önce toplumu her yönüyle tanımak; mevcut şartları nazar-ı itibara almak gerekirdi. Rehber-i Ekmel (aleyhissalâtu vesselâm), bu çalışmaları yapabilecek yeterli tecrübeye de sahipti. Çünkü O, hem siyasi hem de ticari açıdan daha kompleks bir yapıya sahip Mekke’de neşet etmişti. Yılların getirdiği tecrübenin yanında vahiyle de müeyyeddi. İktisadi açıdan ise gençliğinde amcasıyla beraber ticaret kervanlarına katılmış, Hz. Hatice validemizle evlendikten sonra da uzun yıllar onun ticari faaliyetlerini üstlenmişti. Dolayısıyla ticaret ve pazar faaliyetlerine ait önemli birikimi vardı.

İlk piyasa araştırması

Peygamber Efendimiz, yaptığı araştırma ve inceleme sonucunda şöyle bir tabloyla karşılaşmıştı. On bin nüfuslu Medine’de ekonomi ve piyasa, üç kabilenin elindeydi. Bunlardan Benû Kaynuka, kuyumculuk işleriyle uğraşıyordu. Altın ticaretinin yanında tefecilik de yapıyorlardı. Kurdukları faiz düzeniyle gelirlerini daha da artırıyor ve servetlerini katlıyorlardı. Diğer taraftan yüksek faiz oranlarıyla borç para vererek ihtiyaç sahiplerini sömürmeye devam ediyorlardı. Bir yönüyle altın sektörüyle beraber para borsası da ellerindeydi.

İkinci büyük kabile olan Nadiroğulları ise ziraatçılıkla meşgul oluyordu. Bunlar, Medine’nin en önemli geçim kaynağı olan hurma üreticiliği yapıyordu. Sahip oldukları büyük hurma bahçeleriyle ihracat yapabilecek seviyede üretime ulaşmışlardı. Bunun yanında şarap üretim tesisleri kurmuş hurma ve arpadan alkollü içkiler de imal edip satıyorlardı.

Kurayzaoğullarına gelince onlar da hayvancılık ve dericilik sektörüne hâkim idiler. Deri işletmeciliğini geliştirmiş başta ayakkabı ve çizme olmak üzere, çadır bezi ve su kapları dahil geniş bir ürün portföyü oluşturmuşlardı. Bu mamuller Medine çarşılarının yanında diğer çevre pazarlarda da müşteri bulabiliyordu.

Bu üç kabile, üretimin yanında piyasaya ve çarşıların yönetimine de hakimdi. Ürün alım-satım fiyatlarını onlar belirliyor, çarşıların işletme, devir, kira, vergi vs. kurallarını da onlar koyuyorlardı. Diğer bir ifadeyle Medine’de piyasa belli ellerde tekelleşmiş durumdaydı.

Çarşı incelemeleri ve karar

Allah Resûlü, piyasa araştırması yaparken tek tek bütün çarşıları da dolaşarak incelemelerde bulunmuştu. O gün Medine’de bulunan dört ana çarşıyı gezmiş ve tahmin ettiği gibi bir tabloyla karşılaşmıştı. Pazarlarda yalan/aldatma vs. olduğu gibi ölçü ve tartıya da dikkat edilmiyordu. Bunun yanında ihtikar yapılıyor ve fahiş fiyatlar üzerinden mal satılıyordu. Üreticiyi pazara yaklaştırmadan yolda karşılayarak aldıkları ürünleri, istedikleri gibi fiyatlandırarak haksız kazanç sağlıyor, tüketiciyi mağdur ediyorlardı. Kaldı ki bu çarşılarda yönetim oturmuş herkes kendi yerini almış, iş yapabilecek köşe dükkanlar ve yerler tutulmuştu. Pazara yeni girmek isteyenlere ise kıyıda köşede kalmış yerleri yüksek ücretle kiraya veriyorlardı. Dükkân sahipleri dahil işletmecilerde, helal/haram veya haklı/haksız kazanç düşüncesi de yoktu.

Araştırmalarını tamamlayan Allah Resûlü, tüccar sahabîleri toplayarak bu konuyu onlarla istişare etti. Bu çarşılara girmek ve tutunmak kolay değildi. “Burda ticaret yapılamaz” deyip işin içinden de sıyrılamazlardı. Bu düşünceler içinde beklerlerken Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) nihai kanaatini şöyle açıkladı: “Bu mekanlar asla sizin pazarınız olamaz.” Bir ticaret erbabı olarak onların da kanaatleri aynıydı. Nihayet çözüm olarak Peygamber Efendimiz yeni bir çarşı kurulmasını teklif etti. Aslında herkesin kanaati buydu. O, şuranın genel düşüncelerine tercüman olmuştu. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) vakit kaybetmeden hemen kalktı. Ashabı da onunla beraber kalkmıştı. Mescid-i Nebevi’den yüz elli metre kadar uzaklaşmışlardı. Burada bir anda duran Peygamber Efendimiz, geldikleri arsanın etrafında dolaşmaya başladı. Burası diğer çarşılara da yakın bir mekandı. Yerin çevresinde biraz dolaştıktan sonra: “İşte şimdilik pazar yeriniz burasıdır. Bu pazar yeri daraltılmayacak ve buradan vergi de alınmayacaktır” buyurdu.

Başlangıç itibarıyla bu uygulama önemliydi. Zira kazanç vergisinin alınmaması, ister istemez çarşıya duyulacak rağbeti artıracaktı. Çünkü vergisiz kazanç daha fazla kar demekti. Ayrıca verginin alınmaması pazar maliyetlerini düşüreceğinden, bu durum parekende satış fiyatlarına da olumlu yansıyacaktı.

Belirlenen pazar yeri kısa zamanda düzenlendi. Arsanın üzerine büyük bir çadır kuruldu. Açılışı, bizzat Peygamber Efendimiz yaptı. Elinde az-çok sermayesi olan muhacir veya Ensar’dan bazı tüccarlar sıfır maliyetle pazarda yer sahibi olmuş ve tezgahlarını kurmuşlardı. Artık daha çok ticaretlerini burada yapıyor, alış-veriş ihtiyaçlarını buradan karşılıyorlardı. Bulamadıkları ürünleri satın almak için diğer dört pazara uğruyorlardı. Çarşı her geçen gün canlanıyor ve gittikçe kalabalıklaşıyordu. Çok kısa zamanda yeni kurulan çarşı hem ürün kalitesi hem fiyatlarının uygunluğu hem de esnafın verdiği güvenle adından söz ettirmeye başlamıştı.

Ve çarşı yakılıyor…

Tabiatıyla Medine’de ekonomiyi elinde tutan kabileler, beklemedikleri bu açılım karşısında hoşnut olmamışlardı. Şehre yeni gelmiş henüz çevreyi bile daha tam tanıyamamış kimselerin sahip olduğu bu girişimci ruh karşısında, şaşkınlık yaşamaya başlamışlardı. Bir müddet bu teşebbüsü, onların iş bilmeyiş ve heyecanlarına vermiş olsalar da çarşının kısa zamanda çok hızlı bir ivme yakalayıp bir merkez haline gelmesi, onları tedirgin etmişti. Piyasada kendilerine ciddi rakip olabilecek bir pazar oluşmuştu.

Aralarındaki hazımsız ruhlarda bu korkular ve menfi rekabet anlayışı, kısa zamanda düşmanlığa dönüşmüştü. Pazarı ortadan kaldıracaklardı. Ka’b İbn-i Eşref yanına aldığı birkaç kişiyle geceleyin pazar yerine gelmiş, çadırı yıkmış ve çarşıyı ateşe vermişlerdi. Bu radikal ve fanatik kimseler, çarşıyı yakıp-yıkmakla aslında Müslümanlara bu şehirde hayat hakkı vermeyecekleri mesajını da iletmiş oluyorlardı.

Pes etmek yok..

Sabahleyin pazar yerlerinin kundaklandığını gören ashab-ı kiram, büyük bir üzüntü ve öfke içinde olayı Efendimiz’e haber vermişti. Ortam gerilmiş sahabe yumruklarını sıkmıştı. Allah Resûlü ise hadiseyi büyük bir sükûnetle karşılamış ve tebessüm etmişti. Muhacir ve Ensar, merakla Allah Resûlü’nün ağzından dökülecek cümlelere odaklanmıştı: “Anlaşılan yaptığınız bu iş bazılarını kızdırdı. Biz doğru yaldayız. Kavga isteyenlerle çatışmaya vaktimiz yok çarşımızı daha güzel ve korunaklı bir yere kuralım.”

Ashabının bozulan morallerini toparlayan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) sanki hazırlıklı gibiydi. En ufak bir telaşa kapılmamış ve “acaba ne yapabiliriz” gibi bir tereddüd de yaşamamıştı. Zaman kaybetmeden kararını vermiş ve Ben-i Saide gölgeliğinin yanı başında bir yere gelmişti. Burası, Mescid-i Nebevî’ye 500 metre mesafede boş bir araziydi. Hemen pazarlığı yapılarak satın alınan bu alanı, Allah Resûlü, kıyamete kadar pazar yeri olarak vakfetti. Ardından buraya daha büyük bir çadır kurularak, kalıcı pazar hızlıca inşa edilmişti.

Çarşının inşası tamamlanınca, Allah Resûlü açılışı yapmış ve şöyle buyurmuştu: “İşte bundan böyle sizin pazar yeriniz burasıdır. Burada sabit dükkanlar yapılmayacak, mülkiyete geçmeyecek ve gelir vergisi de alınmayacaktır.” Peygamberimiz bu uygulamayla kimseye sabit yer vermemiş, kimseden kira da talep etmemişti. Sabah erken gelen kimse istediği mekân da tezgahını kurup ürününü pazarlayabilecekti. Bu uygulama, çarşıya hem tatlı bir rekabet getirecek hem de insanları daha da gayretli olmaya sevk edecekti.

Efendimiz çarşıyı kurmakla kalmamış aynı zamanda ashabını “Rızkın onda dokuzu ticarettedir!”2 buyurarak ticarete teşvik de etmişti. Bunun yanında hem yeni kurduğu çarşıya rağbeti artırmak hem de ticareti düzenlemek için bazı hukukî ve ahlakî ilkeler de koymuştu. Çarşıda karaborsacılık yapılmayacak, pazara gelmek isteyen üreticinin malı yolda ucuza alınıp pahalıya satılamayacaktı. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) hak kavramının ayaklar altında olduğu bir piyasada üretici ve tüketici haklarını koruma adına da kararlı adımlar atıyordu. Bu çerçevede, müşteriyi aldatmak, onun ticari bilgisizliğini istismar etmek de yasaklanmıştı. Yasaklananlar arasında yalan yere yemin ederek malına revaç kazandırmak da vardı. Ölçü ve tartıya da dikkat edilmesi gerektiğinin üzerinde özellikle durmuş bu konuda ashabını uyarmıştı.

Çarşı denetimleri

Bu ilkeler Müslümanların ticarî hayyatta tutunup başarılı olmaları adına hayatî öneme haizdi. Bundan dolayı Kâinatın Efendisi bu kuralları koymakla yetinmemiş aynı zamanda bunların uygulanıp uygulanmadığının da takibini ve kontrollerini bizatihi kendisi üstlenmişti. Bu manada O, ilk muhtesipti diyebiliriz. Çarşı denetimlerinin birisinde, buğday satan bir tüccarın yanına uğramıştı. Elini, satılan buğdayın dibine kadar daldırmış ve bir avuç buğday çıkarmıştı. Alttan çıkardığı buğday ıslak, satılan buğdayın üstü ise kuruydu. Peygamberimiz bunun sebebini sorunca satıcı olayı şöyle anlatmıştı: “Ya Resûlallah! Buğday, geçen gün yağan yağmurda biraz ıslanmıştı. Henüz daha tam kurumadı.” Peygamberimiz bu mazeret üzerine, “Peki ıslak olan kısmı niçin üste çıkararak satış yapmıyorsun.” buyurmuş, sonra da şu tarihi ikazını yapmıştı: “Aldatan, bizden değildir.”

Rahmet Peygamberi, sadece kazancı hedeflemiyor; doğruluğun, adalet ve hakkaniyetin hâkim olduğu bir çarşının da oluşması için mücadele ediyordu. Zira O, her alanda hak ve adaleti ikame için gönderilmişti. Doğruluğun da ticari hayatta yaşatılabileceğini ve dürüstlükle de kâr elde edilebileceğini göstermek istiyordu. Bir başka ifadeyle kazanmak için yalan söylemek ve aldatmak gerekmiyordu. Herkesin hak ve hukukunun gözetildiği, kimsenin haksızlığa uğratılmadığı örnek bir ticari hayatı oluşturmayı hedefliyordu. Buna teşvik adına “Doğru, sözüne ve işine güvenilen tüccar, nebîler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.”3 buyurmuştu. Öbür taraftan bu ilkeyi koruma adına, çarşıyı kontrol için muhtesipler de atamıştı. Bu denetçiler çarşıyı geziyor, ölçü ve tartıya riayet edilip edilmediğini teftiş ediyordu. Aynı zamanda müşterilerin fahiş fiyatlarla aldatılıp aldatılmadığını da kontrol ediyorlardı.

Dört yıllık emeğin sonuçları

Allah Resulü’nün iktisadi hayat da Muhacir ve Ensar’ın kalkınması adına verdiği bu mücadele, zaman içinde önemli bir seviyeye ulaşmıştı. Tarım ve hayvancılık konusunda tecrübesi olan Ensar ile ticareti bilen Muhacirlerin dayanışması, Peygamberimizin rehberliğinde güçlü bir ticari yapının oluşmasını sağlamıştı. Öyle ki maddi-manevi verilen bu emekler sonucunda, dört yıl gibi kısa bir zaman diliminde, Müslümanlar da ticari hayatta söz sahibi olmaya başlamışlardı. Medine ekonomisine çok şey kazandırmanın yanında kendileri de artık kimseye muhtaç olmayacak hatta başkalarına destek olabilecek konuma gelmişlerdi.

Sonuç

Dünden bugüne kıyamete kadar devam edecek hicret yolculuğunda, gidilen beldelerde ticari hayatta yer alınması, sünnetin bize gösterdiği bir yoldur. Sebebi ne olursa olsun bu sünneti ihmal edenler hicretlerini daha da semereli hale getiremeyeceklerdir. Bu yönüyle tarihin hangi döneminde olursa olsun hicretin tam hizmete dönüşebilmesi adına muhacirlerin dayanışma içinde pazardaki yerlerini almaları şarttır. Bu gayretle onlar bir taraftan zenginleşirken diğer taraftan kendilerine kucak açan ülkelerin de zenginleşmesine ciddi katkı da bulunacaktır. Alan el olmaktan veren el olma konumuna yükselecek ve gittikleri yeni vatanlarında örnek olarak gösterileceklerdir.


Yazar: Dr. Selim Koç

Dipnot:

  1. Bkz. Enfâl 8/72
  2. Münâvî, Feyzü’l-kadir, 3/220
  3. Tirmizî, Büyû 4
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.