“Haydi gidin; hepiniz hürsünüz!”

342

Fetih sonrası insanlar, Kâbe’nin avlusunda halkalanmış, merakla gelişmeleri takip ediyorlardı; Allah Resûlü’nün haklarında vereceği hükmü merak ediyorlardı! İşte şimdi sıra, bu insanlara seslenmeye gelmişti ve Efendiler Efendisi, onlara hitap etmek için Kâbe’nin kapısına çıktı. İlk cümleleri Allah’a hamd ile başlıyordu:

– Vaadini yerine getiren Allah’a hamd olsun, diyordu. “O Allah ki, Tek’tir ve hiçbir ortağı yoktur; tek başına Ahzâb ordusunu hezimetle baş başa bırakmış ve kuluna yardım sözünü yerine getirmiştir!”

Sonra da:

– Ey Kureyş, diye seslendi. “Bugün Benden, hakkınızda nasıl bir hüküm vermemi bekliyorsunuz?”

Bir anda Kâbe, derin bir sessizliğe bürünüverecekti; zira bugüne kadar yapmadıklarını bırakmamışlardı! Yolun sonuna geldiklerini düşünüyorlardı! Zira defalarca yoluna çıkmış, akla hayale gelmedik işkencelere müracaat etmiş ve her köşe başında O’na ve ashâbının hayatına tuzak kurmuşlardı! Mücrimlerdi ve şâyet hükmü kendileri verecek olsalardı, böyle bir cürümün cezasının ne olduğunu çok iyi biliyorlardı! Ağızlarını bıçak açmıyordu; başlarını önlerine eğmiş, haklarında verilecek hükmü intizar ediyorlardı.

Bu derin sessizlik devam ederken en arkalardan, hiç beklemedikleri bir ses yükselivermişti:

– Hayır murad ediyor ve Sen’den hayır bekliyoruz. Zira Sen, kerîm oğlu kerîm bir kardeş ve kerîm bir kardeşin oğlu bir kerem sahibisin ve buna da bugün muktedirsin, diyordu. Bir anda gözler, arkadan gelen sesin sahibine yöneldi. Bu sesin sahibi, Kureyş’in kudretli şairi Süheyl İbn Amr’dan başkası değildi! Oğlu Abdullah’ın getirdiği haberle gizlendiği yerden çıkmış ve yeni bir hayata adım atmak için huzura gelmişti. Kader onu, yine çok kritik bir noktada istihdam ediyordu; yine dilindeki gücü kullanmış ve tükendiklerini düşündükleri noktada Kureyş’in affına ferman getirecek bir adım atmıştı!

Söz Sultanı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Süheyl’in bu cümlesiyle kastettiği manayı elbette anlamıştı. Hz. Yûsuf’u hatırlatıyor ve onca meşakkate maruz bırakıldıktan sonra onun, yine de kardeşlerini affettiği gibi bugün Resûlullah’ın kendilerini affetmesini diliyordu! Zaten Resûlullah da farklı düşünmüyordu; sesin sahibini de tanımış, maksadını da anlamıştı! Zaten O, yaşatmak için vardı! Bir anda mübarek yüzlerinde kucaklayıcı bir tebessüm beliriverdi ve yüreklerine işleyen bir ses tonuyla, olgun başaklar gibi sararıp solan simalara şunları söyledi:

– Ben bugün size, kardeşim Yûsuf’un, “Bugün sizin için kınama yoktur; umulur ki Allah da hatalarınızı affeder; çünkü O, merhametlilerin en merhametlisidir!”1 dediği gibi derim. Haydi gidin; hepiniz hürsünüz!

Ölüm emri bekleyen Mekkeliler, her şeye rağmen kendilerine sonuna kadar hürriyetin yolunu açan bu ifadeler karşısında ayrı bir şok daha yaşıyorlardı. Olacak gibi değildi; Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), kin de tutmuyordu! Bu kadar civanmertlik ancak bir peygamberde olabilirdi ve karşılaştıkları bu âlicenaplık karşısında küçük dillerini yutacak hâle gelmişlerdi. Muktedirken affetmek, ancak ilahi kaynaklı bir sistemin sonucu olabilirdi ve kalplerine doğru işleyen derin bir pişmanlık hissediyorlardı. Belki de esas fetih şimdi yaşanıyordu; nebevî şefkatin kollarında kalpler olabildiğine yumuşamıştı ve şimdi onlar, kitleler hâlinde İslâm’ı tercih ettiklerini söylüyorlardı!

Yüz seksen altı aileyle çıktığı Mekke’de, şimdi binlerce insan İslâm’la şereflenmişti; Nûr İnsan, huzur kesilmiş, Rabbine hamd ediyordu! O gün onlara, yeni adım attıkları din hakkında uzun uzadıya bilgi verdi; yeni mü’minlerini geleceğe hazırlıyordu! Bu arada kendisine soru soranlar da oluyordu ve O da, onların bu sorularına cevap veriyordu. Hatta hutbesi bitip de Ebû Şâh adındaki birisi, hutbede mevzu ettiği konuları kendisine yazıp da vermesini talep edecek ve O da:

– Onları Ebû Şâh için yazıp veriniz, diyerek onun bu isteğini de yerine getirecekti.

Artık Kâbe, cemaat cemaat gelip de Allah Resûlü’ne beyat eden Mekkelilerin coşkusuna şahitlik ediyordu. Allah’a iman ettiklerini söylüyor ve kelime-i tevhidi söyleyerek, daha düne kadar karşısında kılıç çektikleri Allah Resûlü’ne sadakatlerini beyan ediyorlardı. Fârân dağlarından akıp gelen sellerin Kâbe’de buluştuğu gibi o gün Mekkeliler, kendilerini imanla buluşturan Allah Resûlü’nün bulunduğu yere akın etmiş ve O’nun mübarek elini tutarak emrine inkıyat sözü verebilmek için âdeta birbirleriyle yarışmışlardı ve bu yarış, günlerce devam edecekti.

Bugüne kadarki beyatlarda hicret, bir ön şarttı; zira hicret olmadan İslâm’ı yaşama imkânı verilmiyordu. Ancak, şimdi Mekke de İslâm’a kapılarını aralamış ve böyle bir endişe kalmamıştı. Ashâbdan biri, babasının elini tutarak huzura gelince:

– Yâ Resûlallah, demişti. “Hicret etmek şartıyla babamın beyatını da kabul et!”

Bu, o güne kadarki uygulamanın bir neticesiydi ama şimdi şartlar değişmiş ve değişen şartlara göre hükümlerde de farklılık söz konusuydu; onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Bilâkis Ben, onun beyatını cihâd üzerine alıyorum; zira artık hicret son buldu, buyuracaktı.

Belli ki Mekke’nin fethi, aynı zamanda bir dönüm noktasıydı. Düne kadar Medine’ye hicret etme zorunluluğu kalkacak ve Mekke’de artık İslâm’a bayraktarlık yapacaktı. Onun için Efendiler Efendisi ashâbına döndü ve:

– Fetihten sonra artık hicret yok; Allah yolunda mücahede etmek ve niyet vardır; niyetinizi hâlis tutarak Allah yolunda cihâda çağrıldığınız zaman sizler, anında bu davete icabet edin ve Allah yolunda koşmakta acele ediniz, buyurdu.

Bir de müjdesi vardı Allah Resûlü’nün; ashâbına dönmüş şunları söylüyordu:

– Bugünden sonra burası, kıyamete kadar bir daha küfür adına istilâ görmeyecek!

Erkeklerin beyatından sonra sıra kadınlara gelmişti. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Safâ tepesinde durmuş şimdi de kadınların beyatını alıyordu! Ebû Süfyân’ın hanımı ve Bedir’de öldürülen Utbe İbn Ebî Rebîa’nın kızı Hind de, Sultanlar Sultanı’na beyat etmek için o gün gelen kadınlar arasındaydı. Daha birkaç gün önce, Ebtah’ta bulunduğu sırada Efendimiz’in yanına gelmiş ve:

– Getirdiğin rahmetten benim de istifade edebilmem için kendisi için seçtiği dini üstün kılan Allah’a hamd olsun, yâ Muhammed! Ben, Allah’a iman eden ve O’nu tasdik eden bir kadınım, demişti. Hâlâ yüzü kapalıydı ve bunları söyleyenin kim olduğunu henüz Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bilmiyordu. Derken yüzündeki nikabı kaldırdı ve:

– Ben, Utbe’nin kızı Hind’im, dedi. Bunun üzerine Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), iltifat dolu bir ses tonuyla:

– Sen de hoş geldin, buyurdu. Endişe ettiği gibi ne kendisine kızmış, ne de eski günlerini hatırlatarak başına kakma yolunu seçmişti. İlk intiba itibariyle kendisinde hâsıl ettiği enginlik karşısında cesaretini daha da toplayan Hind:

– Yâ Resûlallah, diye seslendi. “Allah’a yemin olsun ki, daha düne kadar yeryüzünde bana en sevimli gelen çadır sahipleri, Senin aleyhinde oturup da kalkanlardı; ancak benim için bugün en sevimli olan şey, senin çadırında bulunanların izzet ve cemale dûçâr olmasından başkası değildir!”

İşte o gün Hind Binti Utbe, gelip Efendimiz’in huzurunda Müslüman olduğunu ilan etmiş, bugün de Efendimiz’e beyat etmek için Safâ tepesine gelmişti. Hz. Ömer (radıyallahu anh) yine Resûlullah’ın yanında durmuş, uzaktan işaretle Allah Resûlü’ne beyat eden kadınların sözlerini Efendiler Efendisi’ne intikal ettiriyordu. Ancak Hind, yine de endişeliydi; onun da kalbi yumuşamış ve o da İslâm’la şereflenmişti ama Uhud günü Hz. Hamza’ya yaptıklarını hatırlatır da kendisini sîgaya çeker diye Allah Resûlü’nün huzuruna girmekten ödü kopuyordu! Ancak bunların hepsi de, Efendimiz’in olduğu yerde gereksiz endişelerdi. Efendimiz, onunla da perdeyi yırtmayacak ve onun da beyatını kabul edecekti.

Mekke müşrikleri gelip de teslim-i silah eylediklerine göre artık Mekke’de:

– Allah’a ve ahiret gününe inanan herkes, evinde put adına hiçbir şey bırakmasın ve onları hemen kırsın, diye bir ses yükseliyordu. Zira Sultan-ı Rusül Efendimiz, dört bir yana münadiler göndermiş ve ulaştıkları herkese bu emri tebliğ etmelerini emir buyurmuştu. Daha sonra da Sultan-ı Rusül Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbından bazılarını göndererek belli başlı putları kırmalarını emredecekti; bunun için Hâlid İbn Velîd Uzzâ’yı ve Sa’d İbn Zeyd de Menât’ı kırmak için tavzif edilirken, Hâlid İbn Sa’d Urane ve Hişâm İbn Âs da, benzeri bir iş için Yelemlem tarafına gönderilmişti.


Dipnot:

  1. Yûsuf, 12/92
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.